Kitabın yazarı Gustave Schlumberger, kuşatmayı içeriden anlatıyor. Böylece, kuşatılan insanların neler düşündüğünü, neler yaşadığını, az çok öğrenmiş oluyoruz.
Kitabı dilimize kazandıran Hamdi Varoğlu, sunuş yazısında Gustave Schlumberger’le ilgili şunları söylüyor: “Tarihçinin ilk vasfı, hadiselerin akışını din, milliyet, ırk gayretkeşlikleriyle karıştırmaksızın takip edebilecek kadar ilmî bir olgunluğa sahip olmasıdır. Bu vasfı, Schlumberger’de maalesef bulamıyoruz. Ancak, bu tarihçinin, Bizans’ı iyi bilmek gibi bir meziyeti vardır.”
İstanbul Düştü’yü, işte bu ipucu eşliğinde okumak gerekiyor. Kitabın en önemli özelliği ise, kuşatmaya şahit olmuş vakanüvislerin yazdıklarından ve bazı askerlerin hatıratlarından sık sık yararlanılmış olması. Eğer, okuduğunuz metni gözünüzde canlandırabilme yeteneğiniz biraz gelişmişse, birçok sahnede kalbiniz hızlı hızlı atıyor; eskilere göre “heyecanınız”, yenilere göre “andrenaliniz” yükseliyor. Mesela, Türk ordusu, büyük taarruz gecesi, hep bir ağızdan dua etmiş ve çıkan uğultu, surların gerisinden bile duyulmuş. Bu manzarayı surların üzerinden seyreden tarihçi Leonardo şöyle diyor: “Bu kadar fazla din taassubu karşısında hayran kaldık.” Şahsen ben, bu manzarayı gözümde canlandırmayı başarmış bulunuyorum.
Özellikle Bizanslı vakanüvislerin yazdıklarından anlaşılıyor ki, şehirde, Avrupalı katoliklere karşı büyük bir öfke var. O dönemde, hıristiyan dünyasında mezhep çekişmeleri olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama şu gerçeği yeni öğrendim: “İstanbul’u müdafaa etmek için, tekmil Avrupa’da, ancak dokuz bin hıristiyan bulunabildiği halde, mahasara ordusunda, otuz bin hıristiyan vardı.”
Yine, İstanbul’un fethinin önemli aşamalarından biri olan Rumelihisarı’nın inşaatı sırasında, İmparator Kostantinos’un, Sultan Mehmed’in teveccühünü kazanmak için, hisarda çalışan işçilere yiyecek gönderdiğini öğreniyorum. Bence bu anekdot çok önemli. Demek ki İmparatorun basireti bağlanmış, ileriyi görme yeteneği körelmiş. Bu anlamlı anekdot karşısında, aklıma bazı politikacılarımız geliyor ya, neyse... Ülkesinin tehdit altında olduğunu bile bile, tehdit sahiplerine yardım ve yataklık etmek...
Olayların akışı içinde, Fatih Sultan Mehmet’in karakteriyle ilgili ipuçları da bulmak mümkün. Mesela, büyük topun Edirne’de ilk defa denemesi yapılacağı zaman, Sultan Mehmed, halkın arasında tellallar dolaştırırak, infilakın şiddetli olacağını ilan ettirir. Amacı, gebe kadınların korkmalarını önlemekti. [Bu ne incelik böyle!]
Kitapta, günümüze göre, insanı tebüssüm ettiren şeyler de yok değil. İşte onlardan biri: Edirne’de dökülen büyük toplar, uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra surların önüne getirilir. Gerisini kitaptan okuyalım: “Günde birçok defalar, bu topların biri ateş ediyor ve koca gülle, tahrip vazifesini görmek için fırlıyordu. Sultan’ın haşin topçuları, güllenin düştüğü yerde tesirini görmek için, büyük hendeğin kenarına kadar koşuyorlardı. Savunmacılar pürtelaş kaçışmamışlarsa, bu gözlemcileri, oklar atarak püskürtüyorlardı.”
Kitapta, Türk insanının fedakarlığını, birbirine olan bağlılığını da ibretli örnekler eşliğinde görmek mümkün. Kuşatmaya şahit olan Vakanüvis Barbaro’nun şu satırları, hepimize ders olsun: “Türkler, bilhassa Türk Padişahı’nın hiçbir çeşit ölümden korkmaz askerleri olan yeniçeriler, surların dibine kadar gelip karakol muharebeleri verdiler. Bunlar, muharebeye vahşiler gibi koşuyorlardı, içlerinden birkaçı ölecek olursa, yerlerine hemen başkaları seğirtiyor, ölen arkadaşlarını omuzlarına yükleyip götürüyorlar, surun altında bulunduklarına ehemmiyet bile vermiyorlardı. Bizimkiler, surlardan, bunlara piştov ve tatar oku atıyorlar, arkadaşlarının ölülerini götürenleri öldürüyorlardı. O zaman iki ceset üst üste yıkılıyordu, fakat derhal başka Türkler koşup geliyor, bu ölenleri alıp götürüyordu; hiç birisi ölümden korkmuyordu. Surun dibinde serili bir tek Türk cesedi bırakmak gibi yüz kızartıcı bir duruma düşmemek için, gerekirse on Türk’ün ölmesini tercih ediyorlardı.”
Şimdi mi? Arabasıyla bir yayaya çarpan, hemen kaza yerinden kaçıyor. Ya da yolun ortasına yığılmış ve habire kan kaybeden bir yaralıyı, “koltuklarım kirlenir” gerekçesiyle kimse arabasına alıp hastahaneye götürmüyor. Sadece bu gerçek bile, Türk milletinin nereden nereye geldiğini göstermesi açısından önemli. Ne diyelim; Allah şifa versin...
Toparlayalım... İstanbul’un üzerinde kara bulutların dolaştığı şu günlerde, atalarımızın, bu şehri ne zorluklarla aldığını öğrenmek, ona göre de kıymetini bilmek gerekiyor. Okumuş olduğumuz resmi tarih, atalarımızın çektiği çileyi tam olarak yansıtmıyor olabilir, ama özellikle hıristiyanların kaleminden çıkan satırlar, bu çileyi, bu acıyı gözler önüne seriyor. Sadece bir cümle: “Onun kılıncı, Türkleri buğday biçer gibi biçiyordu...”