Toplam yorum: 3.075.325
Bu ayki yorum: 2.200

E-Dergi

Berk Ulubeli

Merhaba! 1995 yılında İzmir'de dünyaya gözlerini açan ve bundan kısa bir süre sonra Homeros ile tanışan ve hala bu tanışıklığın izlerini taşıyan, meraklı bir okurum(!). Aslen "Sosyal Bilgiler" öğretmeni olmama ve "Genel Türk Tarihi" alanında Yüksek Lisans yapıyor olmama karşın okumalarım (az önce bahsettiğim gibi) Homeros ile başlayıp kesinlikle orada son bulmadı! Bugün mesleğim (hem de tükenmek bilmez merakımdan olacak) okumalarım tarih, sosyoloji, felsefe, biyoloji, kimya, fizik, ekonomi ve elbette klasik edebiyat gibi daha burada sayamadığım birçok alana yayılmış durumda. İlk bakışta (daha çok Kant'ın deyimiyle) bu bir disiplinsizlik olarak algılanabilecekse de kendi içerisinde son derece tutarlı ve anlamlı olduğunu hemen belirtmem gerek.

Berk Ulubeli Tarafından Yapılan Yorumlar

Naçizane yorumumu paylaşmadan hemen önce birkaç konu hakkında hatırlatma yapmak niyetindeyim. Öncelikle eserin Genel Türk Tarihi alanında çalışan önemli bir bilim insanı tarafından hazırlandığını söyleyebilirim. Dolayısıyla okuyacağınız satırlar işin uzmanının kaleminden çıkmadır. Diğer taraftan incelemeye tabi tuttuğumuz eserin (büyük boy) yaklaşık 400 sayfadan müteşekkil olduğunu ve her bir bölümün bir diğerinden daha önemsiz olmadığını vurgulamalıyım. Bu noktadan hareketle kitabın yalnızca kendi çalışma alanıma da giren ilk iki kısmını yorumlamanın hem okuyucuyu çok yormayacağını hem de kitap hakkında fikir sahibi edebileceği kanaatindeyim. Bilgi birikimimin yetersiz olduğu bölümlerde yorum yapmayı (daha önceki incelemelerimde de belirtmiş olduğum üzere) sağlıklı bulmuyorum.

Kitaba gelecek olursak, eserin dört ana bölümden müteşekkil olduğunu hemen belirtmeliyim. Bölümler sırasıyla; “1- Bulgarların Kökeni ve İdil Bulgar Devleti’nin Kuruluşu”, “2- İslamiyetin Kabulü ve İdil Bulgar Devleti'nin Siyasi Münasebetleri”, “3- Moğol İstilası ve Sonuçları”, “4- İdil Bulgar Devletinde İdari ve Askeri Teşkilat, Sosyo-Ekonomik Kültürel Hayat” şeklinde ifade edilebilir. Zaten “İçindekiler” kısmı kitapyurdu sistemi üzerinden de erişilebildiği için daha detaylı bakmak isteyenler için o sekmeyi tavsiye edebilirim. Bölüm başlıklarından da anlaşılacağı üzere; Bulgar adlandırmasının yahut kavramının ortaya çıkışından, gündelik yaşamına oradan ekonomik hayatına kadar pek çok konu hakkında dönemin çağdaş kaynaklarıyla ve zengin bir ikincil kaynak kullanımıyla harmanlanmış bir kitap ile karşı karşıya olduğumuzu hemen söyleyelim.

Bilhassa üzerinde durmak istediğim kısımlar; “Kaynaklar” ve “Bulgarların Kökeni” başlıklı bölümlerdir. Yazar, kaynaklar kısmında (s. 15-33) özellikle İslam kaynakları ile Rus kaynakları hakkında tanıtıcı bilgiler sunmaktadır. Bu bilgiler konu hakkında araştırma yapacak bilim insanı adayları içinde rehber niteliği taşıdığından ayrıca önemlidir. Ancak Bizans ve Latin kaynakları konusunda bir eksikliğin olduğunu söyleyebilirim. Aslında “Kaynaklar” başlığının hemen altındaki satırlarda (s. 15) Bizans ve Latin kaynaklarının varlığından bahsedilmiş olduğu gibi “Bulgarların Kökeni” adlı bölümde Priskos’tan, Prokopios’tan, Agathias’tan ve Menandros’tan doğrudan alıntılar olmasına karşın ilgili yazarlar (ve diğerleri) hakkında herhangi bir tanıtıcı bölüm yer almamıştır. Bu durum alandan okuyucular için ciddi bir problem teşkil etmemesine karşın meraklı bir okuyucu için önemli bir eksiklik olarak değerlendirilebilir.

“Bulgarların Kökeni” adlı bölüme gelecek olursak (s. 43-62) burada; “Bulgar” isminin anlamından ve bu konu hakkındaki önerilerden ilk kez bahsedildikleri olaylara kadar Bizans, Latin, Süryani, Ermeni, Arap, Rus ve Çin kaynaklarından alıntılarla çok zengin bir bölüm bizi bekliyor. Bu zenginlik gerçekten de övgüye değer. Tüm bunların dışında arkeolojik ve antropolojik bulguların tarihsel olaylarla karşılaştırılması ve dil verileri ile işlenmesi ayrıca kıymetlidir. Öte yandan Geç Roma tarihyazımının önemli isimlerinden olan Ammianus Marcellinus’un adı (s. 51) “Mersellin” olarak zikredilmiştir. Sanıyorum bu müverrihin Fransızca yazılışı yahut söylenişidir. Ayrıca “Bulgar” adının ortaya çıkışı ile alakalı “ilk güvenilir kaynağın” Antakyalı Ioannes olduğundan zikredilmiştir (s. 58). Antakyalı Ioannes VII.yy’da yaşamış bir müverrihtir. Bahsettiği hadise ise Zeno dönemine (474-491) yani 5.yy’a aittir. Arada yüzyıldan fazla bir zaman farkı olmasını bir tarafa bırakacak olsak dahi aktarılan olayın güvenirliliği sorunu karşımıza çıkmaktadır. Kanaatimce Antakyalı Ioannes’in zikrettiği Bulgarları tarihte Bulgarların en erken yıllara yerleştirilmesi olarak okumak daha doğru olabilir. Hali hazırda Ennodius (V.yy), Marcellinus Comes (VI.yy) yahut Ioannes Malalas (VI.yy) Antakyalı Ioannes’ten çok daha önce Bulgarlardan söz etmiştir. Diğer yandan bu bahislerin müsebbibinin gerçekten Bulgarlar olup olmadığı meselesi de tartışmalıdır. Bilindiği üzere aynı dönemde Kutrigur ve Utrigur halkları da bölgeye gelmiş bulunmaktaydılar ki bu iki halkın konumlandırılması meselesi de oldukça tartışmalıdır. Öte yandan bu ifadelere (Türk Akademisinde) Bulgarlar ile alakalı yazılan hemen her makale yahut eserin içerisinde tesadüf edilebilmektedir. Dolayısıyla yazarın asıl ilgilendiği yapının “İdil Bulgarları” olduğunu düşünecek olursak, ilk bölümlerin ziyadesiyle derleme olduğu yorumunu da yapabiliriz. Yani meselenin doğası bu anlatımı zorunlu kılmıştır diyebiliriz.

Sonuç olarak kitabın dilimizdeki en yeni “Bulgarlar” anlatısını ihtiva ettiğini söyleyebilirim. Tarihsel verinin yanında dil, arkeoloji ve antropoloji gibi ek disiplinlerden de oldukça faydalanılmıştır ki bu tercih kitabı oldukça kıymetli bir hâle getirmiştir. Özellikle “İdil Bulgarları” çalışan arkadaşlar için çok kıymetli bir yayın olduğunu söylemekte de herhangi bir beis görmüyorum. Kullanılan Türkçe son derece anlaşılır olduğundan konuya merakı olanların da kolayca kitaptan istifade edebileceklerini ekleyelim. Bunların haricinde kitabın baskısı, kağıt kalitesi, cildi ve mizanpajı sorunsuzdur. Başta Selenge Yayınları olmak üzere, yazar Dinçer Koç’a ve tüm kitapyurdu ailesine bizi uygun bir biçimde kitaplar ile buluşturmasından ötürü teşekkürlerimi iletmek isterim.

Herkese bol kitaplı, sağlıklı günler!

Kitaba geçmeden önce Joe Miller’ı kısaca tanımak faydalı olur kanaatindeyim. Miller şu anda Financial Times bünyesinde Frankfurt muhabiri olarak çalışmaktadır. Daha önce BBC’nin Delhi, New York ve Berlin muhabirliğini yapmış deneyimli bir isimdir. Kitabı kısa süre içerisinde İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Macarca, Hintçe ve Türkçe gibi dillere çevrilmiştir.

Kitaba dönecek olursak kısaca anlatılmak istenenin “BioNTech Aşısı”nın öyküsü olduğunu ve bu minvalde inşa edilen kurgunun hikâyeleştirilmiş bir anlatıma sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yani tatsız bir kitap okumayacağınızı en başta belirtmem gerek! Elbette bu yapılırken aşının mimarları olarak düşünebileceğimiz Özlem Türeci ile Uğur Şahin’in (aslında birçok başka isminde) anılarından çokça istifade edilmiştir. Yazarımız önsöz bölümünde kitabı yazarken “60 kişi ile söyleşi” yaptığını ve yaklaşık olarak “söyleşilerin 150 saati” bulduğunu ifade etmiştir. Aynı zamanda söyleşiler ve tanıklıklar birbiriyle kıyaslanmış olduğundan aradaki tutarsızlıklar da olabildiğince ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bu durum kurguyu, meselenin merkezindeki insanlardan dinlememize de imkân tanıdığından, inanılmaz ölçüde zenginleştirmiştir. Ayrıca aşının neden Almanya merkezli BioNTech şirketi tarafından üretilebildiğini çok net bir şekilde anlayabiliyoruz. Öncelikle bürokratik süreçler diğer ülkelere nazaran daha farklı işliyor. BioNTech şirketi ise yaklaşık olarak 20 yıldır kanser tedavisinde kullanılmak üzere mRNA aşıları üzerinde çalışıyor. Öte yandan son 20 sene içerisinde lipidlerde (mRNA taşınması için kullanılan bir çeşit yağ zarfı) yaşanan gelişmeleri de es geçmemek gerek. Anlayabildiğim kadarıyla lipidler olmadan vücuda gönderilen mRNA moleküllerinin ömrü çok uzun olmuyor. Özetle, aşı her ne kadar 1 sene gibi kısa bir sürede üretilmiş gibi görünüyor olsa da aslında binlerce insanın yüzlerce (belki binlerce) saatlik deneyimi, gerekli teknolojik yatırımlar ve alt yapı imkanları ile yıllardır devam eden bilimsel araştırmaların sonucudur desek herhalde yanılmış olmayız.

İçinde yaşadığımız ve deneyimlediğimiz dünyada uzun süredir tüm insanlığı bu kadar yakından ilgilendiren bir başka virüs ile karşılaşmamış olduğumuz bir gerçekliktir. Tabii, insanlık günümüze kadar sayısız kez türünü tehdit eden salgınlar ile mücadele etmek durumunda kalmıştır. Dolayısıyla bu felaket ne ilk ne de sondur. Fakat daha önce insanlık hiçbir zaman, bu denli yüksek bir seviyede, sahip olmadığı bir silaha artık sahiptir; bilim! Peki, bilim (ve teknik) bu kadar gelişmeden önce durum nasıldı?

MS 565 yılında yaşanan "Justinianus Vebası" ile alakalı klasik metin anlatılarına kısaca bakacak olursak; Ioannes Malalas: “ölen insanları taşıyacak kadar dahi insanın kalmadığını” söyler. (Bonn XVIII, s. 482, str. 4-11; The Chronicle of John Malalas, XVIII 92, s.287)
Prokopios ise yaşanan veba salgınını: “insanlığı neredeyse yok ediyordu” şeklinde ifade eder. (II; 22, 1-2)

Yukarıdaki anlatıların sayısı epey arttırılabilir ancak bu kadarı yeterli olur sanıyorum. Yine hepimizin az çok bildiği “14. Yüzyıl Vebası” yahut “Kara Veba” olarak bilinen salgın da Geç Orta Çağ dünyasını yerinden oynatmış ve milyonların ölümüne neden olmuştur. Burada sayamayacağımız birçok başka salgınların yaşandığı da, yine tarihi kayıtların şahitliğinde, bir vakıadır. Tabii bu anlatıların dönemin yazın tarzı ve metnin yazarları tarafından abartıldığı varsayılabilir. Ancak kesin olarak söyleyebileceğimiz şey; bu salgınlardan kaçmanın yahut korunmanın (en azından 18. yüzyıla kadar) mümkün olmadığıdır.

Aynı veba salgınları gibi 2019-2020 yılı itibariyle gündemimize giren “Covid-19” da insanlığa saldırmış (bu ifadenin doğruluğu tartışılabilir, neticede virüs de hayatta kalmaya çalışmaktadır), birçok insanın hayatını kaybetmesine neden olmuş, ekonomileri daraltmış, sosyal yaşamı sekteye uğratmış ve ciddi psikolojik rahatsızlıklara neden olmuş, fakat kısa süre içerisinde insanlık bağışıklığını aşılar vasıtasıyla tahkim edecek bir yol geliştirmeyi başardığından salgında gerilemiştir. İşte “AŞI: BioNThec Aşısına Giden Yol ve Geleceğin Tıbbı” bu başarının öyküsüdür.

Sonuç olarak kitabı büyük bir beğeniyle okudum. Salgın başladığından beri “Salgınların Tarihi” konusu hakkında kitaplar okumayı alışkanlık haline getirmiştim ve halihazırda yaptırmış olduğum aşının macerasını okumak da kendi adıma son derece faydalı oldu. Bu minvalde düşünenlerin kitabı okuması aşı yaptırma eylemini daha anlamlı bir zemine oturtacaktır. Elbette aşı karşıtlığı içinde olanların da kitabı okumasını şiddetle tavsiye ederim. Medya unsurları vasıtasıyla düşün dünyamızı kirleten unsurlardansa daha kaliteli işlerin tüketilmesini faydalı buluyorum. Ayrıca, naçizane bir biçimde, aşı karşıtlığını bilim karşıtlığı olarak değerlendirilebileceği kanaatindeyim. Aşılar hakkında şüphe duymak son derece bilimsel bir yaklaşımdır ve bu konuda herhangi bir sıkıntı yoktur. Sıkıntılı olan durum kulaktan dolma bilgilerle yahut asılsız iddialarla “bilimsel şüpheciliğin” ideolojik bir fanatizme dönüştürülmesidir. Eğer bir şüphe varsa doğru bilgiye ulaşma kanalları devreye sokulmalı ve ilgili yayınlar takip edilmelidir. Bu araştırma süreci ilgili kişiyi tatmin etmiyorsa elbette kişisel bir tercih olarak aşı yaptırmama kararı alınabilir. Bu konuda da herhangi bir beis yoktur. Ancak yaptırmama kararının toplum içerisinde popülize edilmeye çalışılması anlaşılması güç ve tehlikeli bir durumdur. Aşıların tarihsel süreci takip edildiğinde aşılar vasıtasıyla ortadan kaybolan hastalıkların olduğu bilinen bir gerçekliktir. Eğer aynı karşıtlık bu aşılar içinde geçerli olsaydı, belki de ne ben bu satırları yazıyor olabilirdim ne de siz bu satırları okuyor olabilirdiniz.

Kitabın çevirisini orijinal metin ile kıyaslamadım ancak kullanılan Türkçenin okumayı engelleyen bir tarafının olmadığını, son derece anlaşılır ve akıcı olduğunu söyleyebilirim. Bunun için çevirmen Kemal Atakay’a çevirisi için, Kronik Kitap’a ise kitabı Türk okuruna sunmasından ötürü ve kitapyurdu’na da kitabı bizlere ulaştırdığından çok teşekkür ederiz.

Herkese bol kitaplı, sağlıklı günler!
Naçizane fikirlerimi sunmadan önce birkaç hatırlatma yapmayı (her zamanki gibi) faydalı buluyorum. Öncelikle kitabın içeriği hakkında yorum yapabilmenin çok ciddi bir “yeterlilik” gerektirdiği kanaatindeyim. Ayrıca kitap konu itibarıyla çok geniş olduğundan ve her bir bölümü ayrı ayrı incelemek okunabilirliği ciddi oranda düşüreceğinden yalnızca genel bir yorum yapmayı tercih ediyorum. Bunların haricinde mevzu bahis olan kitabın zaman, mekân ve uzmanlık skalası son derece geniş, içeriği ise doğası gereği kısa zaman aralıklarında revize edilmeye (s. 49) muhtaç; dolayısıyla az sonra okuyacağınız yorumları meraklı bir okurun (çoğunlukla) hatalı olabilecek bir denemesi olarak değerlendirmenizi rica ederim.

Willie Thompson 1939 yılında Edinburgh şehrinde doğmuş, Aberdeen Üniversitesinden 1962 yılında mezun olmuş ve kısa süre sonra Komünist Parti’ye katılmıştır. 1966-9 yılları arasında Strathclyde Üniversitesinde doktorasını tamamlamış ve daha sonrasında Teknoloji Okullarında dersler vermiştir. 2001 yılına gelindiğinde ise “çağdaş tarih profesörü” olarak emekli olmuş fakat misafir profesör statüsüyle ders vermeye devam etmiştir.

Kitap kabaca 17 bölümden oluşmakla birlikte son derece tematik ve kronolojik bir yapı arz ediyor. Elbette bu tematik yapı yer yer tekrarlamaları zorunlu kılmakta fakat okuyucu için bu durum konuyu daha iyi anlamasına yardımcı olmaktadır. Yukarıda da bahsedilmiş olduğu üzere, kitap; doğası gereği (genişliğinden ötürü) birçok olguyu ya da olayı es geçmek zorunda kalmıştır. Ancak şüphesiz ki bunu bir eksiklik olarak görmemek gerekir. Zira, kitabın başlangıcında temel problematiği işaret eden kavramlar açıklanmış (s. 19-26) daha sonrasında ise insanlığın evrendeki yerinden, evrimsel biyolojiye ve oradan da büyük (devrimsel) yenilikler yoluyla günümüze kadar getirilen bir insanlık tarihi anlatısı ile karşı karşıya olduğumuzu ifade edebilirim. Yazar, temel bileşeni “iş” olan “iktisadi faaliyeti” diğer her şeyin temeline koyar (s. 23). Bu nokta önemlidir çünkü kitabın genel içeriği bu teorik alt yapı ekseninde işlenmiştir. Bu tercihin yazarın Komünist Parti geçmişi ile alakalı olduğu kanaatindeyim çünkü hemen her bölümde benzer ifadeler görmek mümkündür. Elbette Komünizmin fikir babalarından olan K. Marx ile F. Engels’in (belki diğerlerinin de) ortaya koymuş olduğu “artı değer” kavramı, tarihe bakışı ciddi anlamda etkilemiştir. Kuşkusuz ki “artı değer” kavramı geçmişi anlamada son derece önemli bir yer tutar. Özellikle insanlığın ilk dönemlerinde; büyük siyasi, askeri ve ekonomik organizasyonların temelinde “ihtiyaç fazlası buğday” yattığını söylemek çok da yanlış olmayabilir. Tüm bunların haricinde kitap paleolitik, mezolitik ve neolitik dönem insanları hakkında okuyucuyu ciddi anlamda düşünmeye itiyor. Bununla da yetinmeyip “göçebelik” ve “tarım devrimi” hakkında (s. 60-3) önemli sorgulamalar yapıyor ki bu bölümlerden çok istifade ettiğimi belirtmem gerek. Yazar “gerekli şartlar sağlandıktan sonra gelişim kaçınılmaz” fikrini (s. 64) ileri sürerek, zaman zaman çokça kutsadığımız ve şaşkına döndüğümüz bazı gelişmelerin aslında sanıldığı kadar da sürpriz olmadığını ifade ediyor. Bu ifadede (ve genel olarak kitabın diğer bölümlerinde karşımıza çıkan) “gelişmişlik” meselesi tartışmaya açık olsa da kitabın hedef kitlesi ve anlatmak istediği ile çelişmediği, eğer bu mesele illaki soruşturulacaksa yapılan ya da yapılacak olan her çalışma doğası gereği benzeri metodolojik problemler ile karşılaşmak zorunda kalacaktır.

Kitabı genel olarak değerlendirecek olursam; her bölümde ayrı ayrı “şaşkına” döndüğümü, bazı konuları “bir de böyle düşüneyim” dediğimi ve çokça not aldığımı ifade etmeliyim. Elbette bu şaşkınlık şahsi bilgi yetersizliğimden kaynaklanmış olabilir ki bu kendi açımdan son derece makul görünüyor. Harari’nin kitaplarını okuyan arkadaşların bu kitabı da seveceğini düşünmekle beraber kitabın bir miktar daha dikkatli okunması kanaatindeyim. Dili son derece anlaşılabilir ve akıcı buldum. Kitabın baskısı ise son derece iyi. Runik Kitap birkaç senedir çok büyük işler ortaya çıkardı ve bence bu kitap da onlardan biridir. Benzeri konuları merkeze alan kitapların güncelliği meselesi son derece önemlidir. Elimizdeki kitabın ilk kez yayınlanış tarihi 2015 olarak görülüyor, yayın dünyamızı düşünürsek, görece güncel bir kitap olduğunu belirtebiliriz. Son olarak kitapyurdu’na teşekkürlerimi sunarım.

Herkese sağlıklı, bol kitaplı günler!
C. P. Estes, İsviçre Zürih’teki “Uluslararası Analitik Psikoloji Kurumu” tarafından ‘Jungcu Psikanalist Diplomatı’ seçilen bir psikanalist olmasının yanı sıra hem bir “cantadora” (öyküleri toplayan kişi) hem de bir şairdir. Tüm bunların yan sıra iyi bir okuyucu, alanında doktoralı bir araştırmacı ve özel olarak hasta tedavisi yapan bir psikanalist olduğunu da ekleyelim. Dolayısıyla incelemeye tabi tuttuğumuz bu kitap sıradan yahut popülist bir kaygı ile yazılıp; feminist kitleyi hedef alan ucuz bir kitap olmaktan çok ama çok uzaktır. Kitap, teknik sınırlılıklar haricinde, son derece bilimsel (20 yıl süren) bir çalışmanın tezahürüdür. Naçizane yorumumu yalnızca meraklı bir okurun kişisel tecrübesi olarak değerlendirmenizi rica ederim.

Daha önce “Deli Dumrul” ile alakalı benzer (yalnızca metot olarak) bir çalışmanın varlığından haberdar olmama karşın kitabın ismi, konusu ve iddiası kitabı okumak istememe neden olan en büyük etken oldu. Yazın dünyamızda (telif yahut çeviri) benzer bir çalışmanın olmadığını ya da çok çok az olduğunu da düşünürsek kitabın önemini daha iyi idrak edebiliriz sanıyorum.

“Kendini had safhada yavan, yorgun, kırılgan, çökkün, kafası karışık, suskun, dizginlenmiş, heyecansız hissetmek. Kendini korkmuş, aksak ya da zayıf, esinsiz, cansız, ruhsuz, anlamsız, utangaç, sürekli kızgın, hafif meşrep, sıkışıp kalmış, yaratıcılıktan uzak, bastırılmış, aklını yitirmiş, güçsüz, çekingen, uyuşuk, döngülere hapsolmuş hissetmek…” (s. 24-5). Yazarın, kadının içerisinde bulunduğu durumu anlatırken kullandığı ifadeler, gerçekten, çok sarsıcı. Satırları okurken hayatın içerisinde karşılaştığımız birçok olay netlik kazanmaya başlıyor ve ister istemez empati kurmaya başlayıp; gördüğünüz ancak üzerine çok fazla düşünmediğiniz şeyleri düşünmeye başlıyorsunuz. Her insan ayrı yaratılışta olsa dahi ortak nokta ruhtur (s. 28). Kadın, aslında vahşidir (bu ifade olumsuz anlamıyla düşünülmemeli, yukarıdaki anlatıya karşı geliştirildiği unutulmamalıdır) fakat zaman içerisinde tahakküm altına alınmış, baskılanmıştır. İşte kitabın bize özellikle değinmeye çalıştığı ve belki de ortaya çıkartıp farkındalık sağlamaya hevesli olduğu şey tam olarak budur. Bu farkındalık giriş metninden sonra hikayeler aracılığı ile sağlanmaya çalışılmıştır. Kitabın içerisinde onlarca farklı öykü olmakla beraber öykülerin sonunda öyküye dair çözümlemeler sunulmuştur. Yazar bu çözümlemeleri yaparken; “Olayları gereğinden fazla entelektüel bir zemine oturtmak, kadınların içgüdüsel doğasına ait örüntüleri gizleyebilir” (s. 39) fikrinden hareketle son derece rahat okunabilir bir metin ortaya çıkarmayı başarmıştır. Burada her öyküyü ayrı ayrı yorumlamak, ne yazık ki, teknik olarak mümkün değildir.

Kitabı, herkese şiddetle tavsiye ediyorum ancak özellikle “erkeklerin” okuması gerektiğini söyleyebilirim. Kadınlar, kitabı okurken -muhtemelen- içinde yaşadıkları hayatın (belki de esaretin) kağıda dökülmüş haliyle karşılaşacak fakat erkekler neredeyse tamamen habersiz oldukları (ve belki de nedeni oldukları) bir dünyaya giriş yapacak, empati kuracak ve yine belki de (eğer gerekliyse ve yapabiliyorsa) kendine çeki düzen verecektir. Kitabın çevirisini orijinal dili ile karşılaştırmadığım için değerlendirme şansım bulunmuyor ancak yine de kullanılan Türkçenin anlaşılabilir ve rahat bir okuma sunduğunu söyleyebilirim. Kitabı bir roman gibi hızlıca okumaya çalışmanızı tavsiye etmem. Yavaş yavaş, bölüm bölüm okumak çok daha mantıklı bir tercih olacaktır. Teknik boyuta gelecek olursak (ki bu bölüm aslında uzmanlık gerektireceğinden yapacağım yorumları, yukarıda da belirtmiş olduğum üzere, meraklı bir okurun söylemleri olarak değerlendirmenizi rica ederim) öykülerin ilk kez bu kadar anlamlı bir şekilde kullanıldığını, hatta halk biliminin ve yapılan çalışmaların (Türkiye’de bu çalışmalar daha çok -zaman zaman sadece- yöresel öykü toplama gibi bilim dışı bir şekilde cereyan ettiğinden) bekası için önemli olduğu kanaatindeyim. C. P Estes’in yaptığı gibi diğer bilimler yahut disiplinler de toplanan bu öyküleri bu şekilde işleyebilir, kullanabilir yahut değerlendirebilirse halk bilimcilerin yukarıda belirtmiş olduğum toplayıcılığı anlaşılabilir ve meşru olacaktır. Elbette konu eğer bilim ise bu öykülerin, doğası gereği, birçok problemi (ne kadarı günümüze kadar ulaştı, ne kadar değişime uğradı vb) beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Dolayısıyla yapılan değerlendirmelerin doğruluğu “elimize ulaştığı” kadar ile sınırlı kalmak durumundadır. Neticede bilim “veri” ile ilerlediğinden ve elimizde de veri olduğundan yalnızca sınırlılıklara değinmek yeterli olmuştur sanıyorum. Tüm bunların haricinde, yaptığım tüm yorumların -ister istemez- bir erkeğin bakış açısı ile yazılmış olduğunu da itiraf etmek lazım gelir. Dolayısıyla bir hanımefendinin de kitap hakkındaki, görece hacimli, yorumlarını yine bu mecrada okumak isteriz. Son olarak kitabın çevirmeni Hakan Atalay’a, Ayrıntı Yayınları’na ve kitapyurdu’na teşekkürlerimi iletmek isterim.

Herkese sağlıklı, bol kitaplı günler!
11.01.2022

Merhaba. Dune hakkında sorduğunuz soruya istinaden; bana kalırsa Dune evrenine giriş yapmak için (yorumda bahsetmiş olduğum) ilk üç kitabı okumak gerekmiyor. Zaten o kitapların yazarı Frank Herbert (yani serinin yaratıcısı) değil, oğlu Brian Herbert'tir. Benzer bir durum Yüzüklerin Efendisi içinde geçerlidir. Yine de şunu ifade etmeliyim, okuma son derece kişisel bir deneyim olduğundan belki de doğru yol sizin için daha farklıdır. Bol kitaplı günler! :)