Toplam yorum: 3.077.321
Bu ayki yorum: 4.200

E-Dergi

Berk Ulubeli

Merhaba! 1995 yılında İzmir'de dünyaya gözlerini açan ve bundan kısa bir süre sonra Homeros ile tanışan ve hala bu tanışıklığın izlerini taşıyan, meraklı bir okurum(!). Aslen "Sosyal Bilgiler" öğretmeni olmama ve "Genel Türk Tarihi" alanında Yüksek Lisans yapıyor olmama karşın okumalarım (az önce bahsettiğim gibi) Homeros ile başlayıp kesinlikle orada son bulmadı! Bugün mesleğim (hem de tükenmek bilmez merakımdan olacak) okumalarım tarih, sosyoloji, felsefe, biyoloji, kimya, fizik, ekonomi ve elbette klasik edebiyat gibi daha burada sayamadığım birçok alana yayılmış durumda. İlk bakışta (daha çok Kant'ın deyimiyle) bu bir disiplinsizlik olarak algılanabilecekse de kendi içerisinde son derece tutarlı ve anlamlı olduğunu hemen belirtmem gerek.

Berk Ulubeli Tarafından Yapılan Yorumlar

Naçizane yorumlarımı siz kıymetli okuyuculara sunmadan önce iki hatırlatma, yazarın hayatı üzerine birkaç satır (eminim birçoğumuz biliyordur) ve bir de tavsiyede bulunma cesaretini göstereceğimi ifade etmeliyim. Tavsiyeyi hemen buraya iliştireyim ki; doğrudan kitabın içeriğinden bahsettiğim kısımları okumak isteyenler için (fazla vakit almamak adına) üçüncü ve dördüncü paragraflara geçebileceklerini hatırlatmış olayım. Keyifli okumalar!

Öncelikle; çok çok sıkı bir edebiyat okuru olmadığımı ve psikoloji disiplinine (birkaç sözlük maddesi, birkaç kitap bölümü ve sinema/dizi dışında) son derece uzak olduğumu söylemem gerekir. Böylece yapacağım yanlış yorumlar yahut çıkarımlar için affınızı rica edebilirim. (Ne dâhiyane fikir ama!) Yazarımıza gelecek olursak, kendisi 1931 yılında Birleşik Devletler’de doğmuş ve hâlâ orada yaşayan, psikoloji disiplininde (psikoterapi ve psikanaliz alanlarında da) çalışmalar yürütmüş; bilimsel çalışmalarının yanı sıra edebiyat alanında da başarılar kazanmış son derece önemli bir bilim insanıdır.

Kitabı henüz (17.12.2021, 15:00) bitirmiş bulunuyorum ancak üzerine düşünmek için epey zamana ihtiyacım olduğuna neredeyse eminim. Son zamanlarda okuduğum en ‘etkileyici’ roman olduğunu da itiraf etmeliyim. Kitabı okumayı birkaç yıldır erteliyor ve kendime: “Popülizme kurban gitmiş bir roman” olduğu yönünde telkinlerde bulunuyordum. (Ne büyük yanılgı!) Artık kitaba gösterilen ilginin az bile olduğu kanaatinde olduğumu açıkça ifade edebilirim. Herhangi bir mecrada okunan hiçbir yorum (şu an satırlarını okuma nezaketi gösterdiğiniz ben de dahil olmak üzere) kitabı ve muhtevasını (içeriğinde neler barındırdığını) anlatamayacaktır. Okumaya ilk başladığımdan bitirmeme kadar geçen süre zarfında kitabı elimden hiç bırakmak istemedim, bazen öyle anlar oldu ki pratik hayatta yapmam gereken bazı işleri dahi ertelemek durumunda kaldım.

Romanımıza geçecek olursak (nihayet dediğinizi duyar gibiyim), kabaca; başta Josef Breuer ve Friedrich Nietzsche olmak üzere; Sigmund Freud, Lou Salomé, Anna O. (Bertha) ve Paul Rée arasında geçen bir olay örgüsüne sahip olduğunu söyleyebilirim. Kitap her ne kadar bir roman olsa da Irvin D. Yalom bu eserinde; yukarıda adı geçen isimlerin gerçek yaşamlarından ve bu isimlerin bazı çalışmalarından çokça beslenmiş kurguyu da bu minvalde inşa etmiştir. (Kitabın sonunda bu süreci anlatan bir bölüm okuyucuların dikkatine sunulmuştur.) 19. yüzyıl sonlarının Avrupası’ndan da harika kesitler sunan yazar; Yahudi düşmanlığı ve yaşanan gerilimlerden de bahsetmeyi ihmal etmemiştir. Kitabın -bana kalırsa- en etkileyici bölümleri; J. Breuer ile F. Nietzsche arasında geçen diyaloglardır. Bu diyaloglar sırasında kendinizi; kaskatı bir şekilde önünüzde durup, bıyıklarını tarayan Nietzsche’nin karşısında bulacak, sorduğu sorular ve düşün deneyleri ile rahatsız hissedeceksiniz. Hele bir de herhangi bir şeye karşı ‘ümit’ besliyorsanız, Nietzsche’nin: “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, işkenceyi uzatır,” fikri tarafından sarsılacaksanız. Kitabın özellikle ikinci kısmında sürekli artan bir gerilim deneyimlediğimi ve bu gerilimin, empati ile harmanlandığı bir anda, korkunç bir seviyeye ulaştığını ancak Irvin D. Yalom tarafından ustaca bir hamle ile yavaşça hafifletildiğine şahit olacak ve kısmen rahatlayacaksınız. Empati duygusu ve okuyucu ile kurulan ilişkinin bu denli yoğun hissedildiği bir başka roman daha okuduğumu zannetmiyorum (elbette bu eksiklik benden kaynaklı da olabilir). Bunun muhtemel sebebi, hemen hepimizin yaşadığı temel bir gerilim ile alakalı olmalıdır. Birileri (yahut aile, toplum) bize sürekli “şunu yap, bunu yap, buraya git, bu ol, onu yapma vb” gibi, çoğu zamanda kendilerinin yap(a)mamış olduğu, isteklerle bir şeyleri dayatıyor ve belki de bizde tüm bunlara kaçınılmaz olarak itaat ediyor, zamanla itaat ettiğimizin bile farkına varamaz hâle gelip 'kendi hayatımızı yaşayamaz' duruma geliyoruz. İşte bu kitap bize ‘özgür olabilmenin dehşetini’ ve belki de anahtarını sunuyor!

Sözlerimi sonlandırırken kitabın çevirmenine (Aysun Babacan’a), editörlere, Ayrıntı Yayınları’na ve kitapyurdu’na çok teşekkür ediyorum. Kitabı büyük bir zevkle okudum. Kitabın dili son derece akıcı ki bu noktada çevirmene bir kez daha teşekkür etmemiz gerekir. Orijinal dili ile karşılaştırma yapmadım; ancak kullanılan Türkçe o kadar lezzetli ki kitabın bir çeviri olduğunu unutmak dahi mümkündür.

Herkese sağlıklı, bol kitaplı günler!
Kitap hakkında bir şeyler karalamaya başlamadan hemen önce, çoğu kez yaptığım gibi, yazarı kısaca tanıtmanın önemli olduğu kanaatindeyim; böylece okuyucuyu kitabı almadan (ve okumadan) önce kısaca yazar ile tanıştırabileceğimi düşünüyorum. Agacanov 1928 yılında Türkistan’da dünyaya gelmiş, üniversite yıllarından itibaren “Oğuzlar” ve “Selçuklulara" karşı derin bir ilgi beslemiştir. 1954-76 yılları arasında “Aşkabat Tarih Enstitüsü” bölümünde çalışmış, 1976 yılında ise “Rusya Milletleri Tarihi” araştırma merkezini kurarak başına geçmiş, 1997 yılında vefat edene kadar da burada çalışmayı sürdürmüş, birçok önemli çalışmaya imza atmış mühim bir tarihçidir. Okuyucu kitabı edindikten sonra “Çevirmen Notu” adlı bölümde (s. 5-6) yazar hakkında daha farklı ve detaylı bilgilere de ulaşabilecektir.

Oğuzlar, haklarında en çok söz söylenen ancak belki de en az bilinen Türk boylarından biri olabilir. Üstelik bu bilinmezliği aşacak sayıda, ne batıda ne de doğuda, yeterince eser verilmiş de değildir (bildiğimiz kadarıyla). Sadece bu küçücük saptama bile elimizdeki kitabın önemi noktasında bize bazı ipuçları verebilir. Bugün ülkemizde, Oğuzlar hakkında okuma yapmak isteyen hemen herkes, yalnızca iki kitabın önerildiğini (belki de varlığını) duymuş olmalıdır. Bunlardan biri şu an naçizane bir çaba ile sunmaya çalışacağımız meşhur tarihçi Agacanov’un “Oğuzlar” adlı çalışması ile Faruk Sümer’in “Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilatı – Destanları” adlı çalışmalarından başkaları da değildir kuşkusuz. Ne yazık ki, Faruk Sümer’in kitabının halihazırda baskısının olmadığı düşünülürse hemen hemen tek seçeneğimizin Agacanov olduğunu söylemek üzücü olduğu kadar elimizdekiler arasındaki en iyi seçenektir de. Umuyoruz ki, gelecekte konu hakkında daha fazla çalışma yapılabilecek ve biz de bunları okuyabileceğiz.

Kitabın içeriğine geçecek olursak; kitap yaklaşık olarak (“Çevirmen Notu” adlı bölümden “Dizine” kadar) 10 bölümden teşekküldür. Bölümlerin listesine “kitapyurdu” üzerinden ulaşılabildiği için burada ayrıyeten zikretmeye gerek yoktur; dileyenler “İç Sayfalara Gözat” sekmesinden bölüm başlıklarını inceleyebilirler. Kitabın muhtevasına gelecek olursak, bölüm özelinde yapılacak tekil yorumlar yazıyı korkunç derecede uzatacağından, genel hatlarıyla kısaca değinmenin siz kıymetli okuyucular için daha faydalı olacağını sanıyorum. Agacanov’un elimizdeki bu kitabı, Oğuzlar hakkında yalnızca tarihi bir anlatı sunuyor gibi görünüyor olsa da aslında içerisinde yadsınamayacak ölçüde coğrafya ve bilhassa tarihi coğrafyaya da yer verilmiştir (s. 67-127). Bu anlamıyla okuduğumuz metnin kuru bir siyasi tarih anlatısı olmadığını (olmayacağını) hemen söyleyebiliriz. Ayrıca sosyal (s. 127-181), ekonomik ve siyasi faaliyetlerin de (s. 241-311) kitapta çokça yer alması, Oğuzlar hakkında merak edilebilecek hemen her konuya temas edilmiş olmasından ötürü, son derece kıymetli bir hâl almaktadır. Agacanov, “Oğuzlar” ve “Oğuz Yabgu Devleti” adlı bölümlerden hemen sonra ise “Selçuklular”dan (s. 241-381) bahsetmeyi ihmal etmemiştir. Dolayısıyla, elimizdeki kitap yalnızca Oğuzların kökeni yahut tarihi olmaktan öte, vücut bulmasına önemli katkılar sundukları ve ülkemizde son derece popüler olarak çalışılan Selçuklular hakkında da mühim bir başvuru kaynağıdır demek herhalde yanlış olmayacaktır. Ayrıca kitabın sonunda bulunan geniş “Bibliyografya” (s. 381- 437) ve “Dizin” (s. 437-454) alana ilgi duyan araştırmacılar ve meraklı okurlar için iyi bir rehber niteliği taşımaktadır.

Kitabı genel olarak kullanışlı ve etkili bulduğumu belirtebilirim, ancak tam da bu noktada Oğuzlar hakkında okuduğum bu kitabın ilk derli toplu ve kapsamlı akademik kitap olduğunu da itiraf etmem gerekir. Dolayısıyla, yaptığım yorumları bu minvalde değerlendirmenizi rica ederim. Çalışmada birçok ana (birincil) kaynağın kullanımının yanı sıra birçok farklı dilde (Türkçe, İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça vs.) ikincil araştırmanın ve halk hikâyelerinin (destanların vb.) kullanıldığını da belirtelim ki, bu bile başlı başına muazzam bir emek ürünüdür. Elbette kitabın ilk kez basıldığı tarihten (1969) günümüze kadar tam tamına 52 yıl geçmiştir. Aradan geçen bu süre bilim camiası içerisinde çok uzun bir zaman dilimi olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla, bazı iddiaların yenilenmesi gerektiği söylenebilir ki bu durum eserin değerine gölge düşürmediği gibi bilimin doğası da bunu zorunlu kılmaktadır. Kitap, bilhassa konu hakkında araştırma yapanlar için elzem olduğu kadar çeviri dili genel/meraklı okur için de kitabı okunabilir kılmış ki bu da son derece kıymetlidir. Çeviri orijinal dili olan Rusçadan yapılmış olduğundan kıyaslama şansım bulunmuyor, fakat dediğim gibi çeviride kullanılan Türkçenin son derece iyi ve akıcı olduğunu ifade edebilirim. Son olarak ise, gönül rahatlığı ile herkese tavsiye edebileceğim bu eser için başta Selenge Yayınları’na daha sonra ise kitapyurdu’na teşekkür ediyorum.

Herkese sağlıklı, bol kitaplı günler!
Naçizane yorumumu yapmadan hemen önce, her zaman yapmış olduğum gibi, yazacağım yorum hakkında bir ön bilgilendirmeyi siz kıymetli okuyuculara borç biliyorum. Öncelikle çok sıkı bir bilimkurgu (ve fantastik kitap) okuyucusu olmadığımı süratle söylemem gerek; böylece yapmış olduğum yorumun yalnızca meraklı bir okurun klavyesinden çıkmış olduğunu da hatırlatmış olurum. Ayrıca elimden geldiğince “spoiler” vermeden bir anlatı sunmaya çalışacağımı da hemen belirtmeliyim ki, bu durum yazının bir miktar sığ olmasına sebebiyet verecektir. Elbette bunu gelebilecek eleştirilere karşı bir ön “apologia” olarak da değerlendirebilirsiniz ki pek de yanılmış olmazsınız.

Gelelim Dune’a!

Nereden başlayacağım hakkında emin olmasam da, okuduğum en sıkı bilimkurgu romanı olduğunu söylerken herhangi bir tereddüt yaşamıyorum. Kurguya hayat verilirken çok ciddi bir ön hazırlık yapıldığı son derece açık bir şekilde görülüyor. Yaratılan evren, yaşanabilir gezegenler, uzay-zaman arasında yapılan yolculuklar, kudretli hanedanlar, imparatorluk ve muhteşem bir ekolojiye sahip, baharatı ile meşhur, Arrakis (namı diyar Dune gezegeni)! Tüm bu mekânlar ciddi bir siyasi, dini, felsefi, ekonomik ve askeri kurgu ile birbirine bağlanmış. Aynı zamanda yazarın tüm bunları yaparken klasik Yunan, Roma ve biraz da Arap mirasından etkilendiğini söyleyebiliriz ki bu yapıtı çok daha etkileyici bir hâle getirmiş durumdadır. Özellikle Latince ve Arapça tabirler ile anlatı çok güçlendirilmiştir. Kurgu her ne kadar 10.191 yılında başlıyor olsa da, henüz ilk kitapta tam olarak anlatılmayan bazı gelişmelerden ötürü (Hanedan ve Cihat üçlemesini okumadım ancak anladığım kadarıyla Dune’da anlatılardan öncesini konu ediniyorlar), makineler (yapay zekâ) ve insanlar arasında yaşanan savaşın sonunda insanlık makineleri kalıcı olarak yenilgiye uğratmıştır. Bu zafer sonrasında ise insanlık, görece ilkel denebilecek bir biçimde (imparatorluklar, hanedanlıklar, batıl inançlar, kılıçlar ve uzay gemileri!) yaşamaya başlamış fakat zihinsel bazı yeteneklerini de geliştirmeyi ihmal etmemiştir.

Kitabı genel olarak çok sürükleyici bulduğumu belirtebilirim. Ancak kitabın ilk yarısı, son kısmına nazaran bir miktar daha durağan gelebilir bu durağanlığa çok aldanmayın; fırtına öncesi sessizlik! Yazar birçok kavram yahut terim ürettiğinden ilk bakışta bu yeniden üretimler zorlayıcı olabilir fakat bu zorluk kitabın sonuna eklenmiş olan terminoloji sözlüğü sayesinde kolayca aşılabiliyor. Elbette yazarın, yukarıda da bahsetmiş olduğumuz üzere, Arapçadan da etkilendiğini ve Fremen adlı topluluğun isimlendirilmesinde özellikle bu etkiyi göreceğinizi de belirtelim. Dune serisinin dilimizde birkaç farklı çevirisi daha bulunmakta ve bu çevirilerde bazı kavramlar yahut terimler elimizdeki kitaptan bir miktar farklı çevrilmiş olabilir. Benim bu noktada dikkatimi çeken ilk fark; “Prophet” kelimesinin bir çeviride “Kâhin”, İthaki çevirisinde ise “Peygamber” olarak tercih edilmiş olmasıdır. Açıkçası bana “Kâhin” daha doğru bir çeviri gibi geldi, ancak bu konuyu işin uzmanlarına bırakmakta fayda vardır. Dolayısıyla elinizde farklı yayınevlerinden çıkan çeviriler varsa aynı yayınevinden devam etmenizi tavsiye ederim. Kitabın, elimizdeki çevirisi son derece iyi, mizanpaj kusursuz ve cilt harika. 700 sayfalık bir kitap olmasına karşın hiçbir sıkıntı olmadan kolayca ve hasarsız bir şekilde okunması mümkün. İthaki’ye bizi yeniden Dune ile buluşturduğundan, kitapyurduna ise bu buluşmayı ayarlamasındaki incelik için teşekkür ederiz.

Son olarak yakın zamanda gösterime girmiş olan: “Dune: Çöl Gezegeni” adlı filmi de hatırlatmalıyım. Okumaya başlamam ile filmin gösterime girdiği tarihin birbirine çok yakın olması benim için harika bir tesadüf oldu. Okuduktan hemen sonra (yaklaşık 1.5 yıldır gitmediğim) sinemaya giderek bu muhteşem filmi izleme ayrıcalığına da sahip oldum. Filmin kesinlikle saçma sapan bir romantizme kurban gitmemiş olduğunu ve kitabı (elbette bazı eksiklerle) çok iyi bir şekilde yansıtmış olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca Hans Zimmer tarafından hazırlanan müzikler tek kelime ile muhteşemdi! Bence hâlâ daha vakit varken önce kitabı okuyup (ilk 400-420 sayfa) sonra da filmi izlemek harika bir tercih olacaktır. Bence acele edin!

Herkese bol kitaplı, sağlıklı günler!
Ali Ahmetbeyoğlu hocamız “Hun Tarihi Çalışmaları” konusunda ülkemizin önemli ve sayılı isimlerinden biridir. Zira bu alan, tarihçilik anlamında; bilhassa da Türk akademisi nezdinde, henüz emekleme aşamasında olduğundan ne yazık ki çalışma zenginliğine sahip olmadığımızı belirtmeliyiz. Gerçi bu durum yalnızca ülkemize özgü bir problem de değildir. Avrupa’da yüzlerce yıldır “Geç Roma Tarihi” ya da “Erken Orta Çağ” çalışmaları (yüzlerce yıl olmadıysa da “Geç Antik Çağ” çalışmalarını da bu gruba dâhil edebiliriz) yürütülüyor olsa da, genellikle bu çalışmalarda “Hun” konusu ekseriyetle ya teğet geçilmiştir ya da birkaç paragraftan öteye geçememiştir. Sadece bu ve benzeri bazı problemler dahi elimizdeki, görece kısa bir giriş olarak değerlendirilebilecek, kitabın önemini kavramak için yeterlidir.

Kitabın içerik kısmına gelecek olursak; Önsöz, Giriş, Kaynakça ve Dizin hariç toplamda üç bölümden oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu bölümler: Avrupa Hunlarının Kökeni ve İlk Faaliyetleri (s.11-34), Hunların Başbuğu, Romalıların Efendisi, Tanrının Kırbacı: Attila (s.35-68), Avrupa Hunlarının Sonu ve Mirası (s.69-120) şeklinde devam etmektedir.

Birinci bölümde (s.11-34); Hunların kökenine dair, Latince ve Yunanca yazılmış genel tarihlerin/kronografyaların tanıklığında, Türk ve Avrasya akademilerinin perspektifini yansıtan, iyi bir anlatı sunulmuştur. Kitap her ne kadar kısa bir giriş olarak tasarlanmışsa da klasik metinlere bolca yer verilmiş olması son derece önemlidir. Ancak bu noktada kesinliği belli olmayan ve bir hayli tartışmalı olan bazı konuların (Strabon ve Plinius’da geçen “Phuni” isimli halkın Hunlar ile bağdaştırılması yahut Ptolemaios’da “Hunlara” dair kayıtların varlığı meselesi gibi, s.13) olduğunu da söylememiz gerekir. Ayrıca bir başka mesele olarak “Asya Hunları” ve “Avrupa Hunları” konusuna değinmemiz gerekir. Tarihte “Avrupa Hunları” adlı siyasi bir teşekkül hiçbir zaman var olmamıştır. Bu isimlendirme mevzuu, kanaatimce, aslında ismi “Roma” olan devletin “Aydınlanma dönemi” düşünürleri tarafından “Bizans” olarak adlandırılmasına benzemektedir (bu benzetme sadece adlandırma konusuna ithafen yapılmıştır elbette gerekçeler farklıdır) ve daha çok epistemolojik bir tercih gibi gözükmektedir. J. D. Guignes’dan beri süregelen bu tartışmaya burada değinmeye gerek yok ancak “Hiung-nular” ile “Hunların” aynılığı meselesinin de tartışmalı olduğunu ve çözümün kurulan taraflı paradigmalardan öteye geçemediğini belirtelim. Konumuza tekrar dönecek olursak, köken konusundan hemen sonra ise Hunların tarih sahnesine çıkışları, göçleri ve faaliyetlerine değinilmiştir. Bu noktada referans kaynaklarının Ammianus Marcellinius, Olympiodoros, Priskos, Zosimos ve Iordanes olması anlatının güçlü noktalarındandır. Bölüm Rua’nın ölümüyle (s.30) sona ermiştir.

İkinci bölüm (s.35-68); Attila’nın tarih sahnesine çıkışı ve ismi hakkındaki tartışmalar ile başlamaktadır. Özellikle isim konusunda birçok önemli bilim insanının görüşlerine yer verilmiş olması (s.35), okuyucu için, son derece kıymetlidir. Rua döneminde başlayan “Margus” görüşmelerinin (s.36) Attila tarafından neticelendirilmesinden sonra “Aetius” hakkında da bilgiler sunulmuştur. Bölümün devamında; Attila’nın Doğu Roma üzerine kurduğu siyaset (s.41), Balkan seferleri (s.43-7), imparator ve hadım Chrysaphius’un Attila’ya suikast girişimi ve Priskos’un dahil olduğu elçi heyetinin Attila’ya doğru yola çıkması (s.47-9), Batı Roma ile münasebetler (s. 49-53), Campus Mauriacus (Catalaunum olarak da bilinir) Savaşı (s.53-63) ve Attila’nın ölümü (s. 63-8) ile bölüm sonlandırılmıştır. Birinci bölümde olduğu gibi bu bölümde de Latin ve Yunan kaynaklarından beslenilmiş ve hatta Campus Mauriacus Savaşı hakkında bazı arkeolojik verilerin (s. 57) kullanılmasıyla son derece güçlendirilmiştir.

Üçüncü bölüm (s.69-120); bölüme giriş yapmadan hemen önce Hunlara dair arkeolojik materyalin bulunduğu mekânlar ile Hunların muhtemel sınırlarını gösteren bir haritanın sunulduğunu söyleyelim. Bu bölümde; Attila’nın ölümünden sonra oğulları arasındaki kavgalar ile oğullarının Roma (ve diğerleri) ile mücadeleleri yahut faaliyetlerinin konu edilmesi (s. 71-6), Bulgarların oluşumu konusunda İrnek ve dolayısıyla Hunların rolü (s. 76-8), Avrupa destanlarında Attila simgesi (s.78-88) ve Hun teşekkülünün siyasi, idari, askeri ve sosyal yapıları (s. 88-120) hakkında bilgiler bulunabileceğini söyleyebiliriz. Ayrıca bölümün sonunda Hun arkeolojisi ve buluntular hakkında da küçük bir giriş yapılmış, bazı buluntular görseller eşliğinde istifademize sunulmuştur.

Sonuç olarak kitabı faydalı bulduğumu, derinlemesine okuma yapmak isteyenler ya da meraklı kimseler için iyi bir başlangıç olarak değerlendirilebileceğini söyleyebilirim. Kitabın sonuna eklenen “Kaynakça” ile sonraki okumalara yönlendirilmesi ile “Dizin” bölümünün eklenmesi kitabı son derece efektif bir hâle getirmiş. Elbette kitapta dipnotların olmaması okuyucu için bir zorluk olabilir fakat kitabın “bilgi serisinden” çıktığını ve muhtevası gereği bunun doğal olduğu unutulmamalıdır. Birinci bölümde işaret ettiğim bazı tartışmalı meseleler için farklı isimler ile (Otto J. Maenchen-Helfen, E. A. Thompson, C. Kelly, Gumilöv, Hyun Jin Kim, G. Nemeth, O. Pritsak, L. Rasonyi vb) karşılaştırmalı okunursa okuyucu bu soru işaretleri hakkında daha fazla bilgiye sahip olabilir. Bunlar haricinde baskı ve kağıt kalitesi son derece iyi anlatım ise akıcıdır. Selenge Yayınları’nı, son dönemlerde ortaya koyduğu tüm işler için, kutlamak gerekir. Gerçekten harika bir ekip oluşturdular, çok önemli kitapları bizlerle buluşturuyorlar ve anlaşılan buluşturmaya da devam edecekler. Teşekkür ediyoruz!

Herkese bol kitaplı, sağlıklı günler!
Naçizane yorumumu siz değerli okuyuculara sunmadan önce, aynı Vernadsky’in “Rusya Tarihi” adlı çalışmasında yapmış olduğum gibi, kitabı bir bölüm özelinde yorumlamaya çalışacağımı (yaklaşık 23 makale bulunmakta) belirtmeliyim. Böylece yapmış olduğum yorum uzun olmayacağı gibi sıkıcı olmaktan da görece uzaklaşabilecektir. Yine de hatalar, eksiklikler ve sürçü lisan için şimdiden affola!

László Rásonyi (1899-1984) Türkiye’de “Hungaroloji” kürsüsünün kurucusu ve çok önemli bir Türkolog ve de Hungarolog’dur. Özellikle eski Türk ve Macar tarihi hakkında birçok eser kaleme almış olan yazarımız “Onomaloji” (özel ad bilimi) alanında da önemli çalışmalara imza atmıştır. Konu ile alakalı daha geniş bilgiyi kitabın “önsöz” bölümünde de (s. 7-11) bulabilirsiniz.

Kitaba ve muhtevasına gelecek olursak; içeriğin tamamen derleme olduğunu belirtmemiz gerek. Kitap “Önsöz” ve “Dizin” de dahil olmak üzere toplamda 26 bölümden oluşmaktadır. Ayrıca hemen hemen tamamı daha önce dergilerde yahut çok yazarlı kitaplarda bir bölüm yahut müstakil bir makale olarak yayınlamış çalışmalardan oluşmaktadır. Kanaatimce bu derleme, Türkçe olarak ulaşabileceğimiz birçok makaleyi bir araya getirmesi noktasında, son derece pratik bir işlevi yerine getirmektedir. Çünkü daha önce yayınlanmış çalışmalar olsa da yayın yılları düşünüldüğünde (1937’ye kadar giden makaleler bulunmaktadır) bazılarına ulaşmanın son derece güç olduğunu söyleyebiliriz.

Benim burada üzerinde özellikle durmak istediğim bölüm; “Macar Arkeolojisinde Hunlar, Avarlar, Macarlar (s. 31-68)”dır. Her ne kadar çalışmanın başlığı “Hunlar” ile başlatılmışsa da “Nomad (göçer) kültürü” (s.31-41), “İskitler” ve “Sarmatlar” (s. 41-44) hakkında da bilgi verilmiştir. Bu sayede bölge ve tarihi kronolojik olarak takip edilebilmektedir. Devamında ise “Hunlar” (s. 45-8) ve “Avarlar” (s. 48-56) hakkında arkeolojik malzemeler, tarihsel veriler ile karşılaştırmalı olarak verilmiştir. Yer yer Eunapios yahut Priskos’dan da alıntılar (s. 39) yapıldığını belirtelim.

Bu metnin (daha doğrusu konferansın) ilk kez 1937’de yayınlandığını düşünürsek ihtiva ettiği yorumların bir miktar eskimiş ve belki de yanlışlanmış olabileceğini, yorumların Macar Akademisi’nin genel paradigmasına uygun olduğunu unutmamamız gerekir. Mevzu bahis “Hunlar” olunca Macar Akademisi yahut Avrasyacı perspektif (ve dolayısıyla Türk Akademisi) üç aşağı beş yukarı aynı yorumları yaparken; E. A. Thompson, Maenchen Helfen yahut C. Kelly gibi batılı yazarların çıkarımları daha farklıdır. Kanaatimce bu isimler karşılaştırmalı okunursa elimizde bulunan metin çok daha anlamlı bir hâle gelecektir. Kitabın baskısı son derece kusursuz, boyutu ve puntosu okumak için son derece kullanışlıdır. Kullanılan Türkçe, yayım yıllarından olacak, eski ancak parantez içerisinde daha güncel kullanımları verildiğinden okuyucuyu yormayacak cinstendir. Genel olarak çeviri ve derleme başarılıdır. Konuya merakı olan herkese tavsiye ediyorum.

Herkese bol kitaplı, sağlıklı günler!