Toplam yorum: 3.076.922
Bu ayki yorum: 3.800

E-Dergi

Berk Ulubeli

Merhaba! 1995 yılında İzmir'de dünyaya gözlerini açan ve bundan kısa bir süre sonra Homeros ile tanışan ve hala bu tanışıklığın izlerini taşıyan, meraklı bir okurum(!). Aslen "Sosyal Bilgiler" öğretmeni olmama ve "Genel Türk Tarihi" alanında Yüksek Lisans yapıyor olmama karşın okumalarım (az önce bahsettiğim gibi) Homeros ile başlayıp kesinlikle orada son bulmadı! Bugün mesleğim (hem de tükenmek bilmez merakımdan olacak) okumalarım tarih, sosyoloji, felsefe, biyoloji, kimya, fizik, ekonomi ve elbette klasik edebiyat gibi daha burada sayamadığım birçok alana yayılmış durumda. İlk bakışta (daha çok Kant'ın deyimiyle) bu bir disiplinsizlik olarak algılanabilecekse de kendi içerisinde son derece tutarlı ve anlamlı olduğunu hemen belirtmem gerek.

Berk Ulubeli Tarafından Yapılan Yorumlar

1978 doğumlu Madeline Miller; Brown Üniversitesi “Klasikler” bölümünde hem Lisans hem de Yüksek Lisans eğitimini tamamlamış, yazarlığı kadar uzmanlığıyla da dikkat çeken bir isimdir. Lise düzeyinde öğrenciler için “Yunanca, Latince ve Shakespeare” dersleri veren bir öğretmen olduğunu da hatırlatmakta fayda var. İlk eseri olan “The Song of Achilles / Akhilleus’un Şarkısı” 2011’de kaleme alınmış ve 2 sene sonra da dilimize kazandırılmıştır. Daha sonra, 2018’de, “Circe / Ben Kirke” romanını yazmış ve sanıyorum ki yıldızı da bu eser ile parlamıştır.

Kitabı Homeros ve Hesiodos’un (ya da belki erken Greek yazımının) bir yeniden okuması olarak görmek mümkün olabilir. Yukarıdaki isimleri okurken üzerinde çok fazla durmadığımız, daha çok yan karakterlere odaklanan bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. “Akhilleus’un Şarkısı” adlı kitabı okuyan arkadaşlar “Patroklos” ve “Briseis” odağını fark etmiş olacaktır. Dolayısıyla yazarın kıyıda köşede kalmış isimleri, kalemiyle sahneye çağırdığını ve bunu muhteşem bir kurgu ve arka plan bilgisi ile harmanladığını söylesek herhalde çokta yanılmış olmayız.

Özünde kıskançlığın, düşmanlığın, sevginin, büyünün ve mitolojinin harmanlandığı bu güzel eseri herkese şiddetle tavsiye ederim. Ancak okumadan önce, kanaatimce, yazarın ilk eseri olan “Akhilleus’un Şarkısı” ve Homeros ile Hesiodos’un eserlerini okursanız (ya da zaten okumuşsanız) alacağınız zevk ve lezzet son derece artacaktır. Elbette şart değil. Kitabın sonuna, kitapta geçen özel isimleri kapsayacak şekilde, küçük bir sözlük de eklenmiştir. Kitabın çevirisinin son derece akıcı ve temiz olduğunu, kapak tasarımları ve cildinin ise son derece güzel olduğunu söyleyebilirim.

Herkese bol kitaplı ve sağlıklı günler!
Kitap hakkında naçizane yorumlarımı yazmaya başlamadan önce; yalnızca konuya meraklı bir okurun satırlarını okuyacağınızı, dolayısıyla çeşitli hatalar barındırabileceğini hatırlatmam gerek. Kitaba geçmeden önce yazarlar hakkında bazı bilgiler vermek, kitabı okurken fayda sağlayabilir kanaatindeyim. Şimdiden iyi okumalar!

Rene Thevenin, 1877’de doğmuş ve 1967’de hayata veda etmiş; daha çok romanları ve popüler bilim yazıları ile tanınan bir isim olmasına karşın aynı zamanda bir ressam ve senaristtir. Şu halde yazarımızın çok yönlü bir isim olduğunu söylemek herhalde yerinde olacaktır. Çalışmalarının odak noktası uzun bir süre boyunca “doğa tarihi” ve “popüler bilim” olmuşsa da, bir süre sonra Amerikan yerlilerine olan merakı elimizdeki kitabın (ve birçok makalenin) yazılmasına giden yolda kilit bir rol oynamıştır.

Paul Coze ise, 1903’de doğmuş ve 1977’de hayata gözlerini yummuş; ressam, illüstratör, etnolog ve bir yazardır. Zaman içerisinde Rene Thevenin ile yolları kesişmiş ve ikilinin ortak çalışması olan “Kızılderili Tarihi ve Gelenekleri” adlı kitap ortaya çıkmıştır.

Asıl meselemiz olan kitap hakkındaki fikirlerimize gelecek olursak; kitap kabaca iki ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm; “Gelenekler” başlığı ile sunulurken, toplam beş adet alt başlık bulunmaktadır. Bu bölümde yazarlarımız Kızılderililerin “maddi, manevi ve kültürel” yaşamına dair belli başlı konularda bilgi verirken aynı zamanda, “Kızılderili” kavramı üzerinde durarak bu kullanımın “yanlışlığına” ve hatta “absürtlüğüne” de değinmektedirler. Bilindiği üzere kıtaya ilk ulaşan isimler, karşılaştıkları insanlara (Hindistan’a ulaşma gayesinden olacak) “Indian” demiş bu epistemolojik hata günümüze kadar süre gelmiştir.

İkinci bölüm ise; “Tarih” başlığı ile sunulurken, burada da toplamda beş adet alt başlık bulunmaktadır. Genel olarak bu bölümün içeriği; arkeoloji, etnoloji, edebiyat vb. birçok bilim ve disiplinin iş birliği ile yazılmış diyebiliriz. Yazarlarımızın kitabın en başında söylemiş olduğu; “Her mutsuz halkın tarihi kayıt altına alınmamıştır” ifadesi burada çarpıcı bir şekilde kendini göstermektedir. Ne yazık ki, bildiğimiz anlamda, yazıyı kullanmamış olan Amerika’nın gerçek sahipleri (en azından birçoğu) arkalarında söylenceler ve maddi kalıntılar dışında fazlaca bir şey bırakmadan haksızca yok edilmişlerdir. Dolayısıyla bu bölümde az önce bahsettiğim disiplinlerin yardımı ile 16. yüzyılın öncesinden ancak ufak kesitler bulabiliyorken, Avrupalıların gelmesiyle, yani Kristof Kolomb ile birlikte, yazılı kayıtlara erişebiliyoruz. Şu haliyle bu anlatı, doğası gereği, bir miktar eksik ve karanlık bir yapı arz etmektedir. Ancak yazarlarımız bu karanlığın bertaraf edilmesi yolunda önemli sorgulamalar yapmış ve mantıklı bazı açıklamalar üretebilmiştir.

Toparlayacak olursam; bu kitabın dilimize kazandırılmış olması son derece önemli bir iştir. Genellikle medya aracılığıyla bildiğimiz ya da duyduğumuz bu insanlar hakkında Türkçede okunabilecek en temel eser olduğunu söyleyebilirim. -Sanıyorum fazla seçeneğimiz de yok, bu konu hakkında son derece kısıtlı bir tercih yelpazesine sahibiz.- Elbette tarihçilikte objektiflik ve nesnellik bir ideal olarak karşımızda dursa da, yazarlarımız eserin bazı kısımlarında (bilhassa ikinci bölümde) Fransızların sonuçta bir “işgal” olan girişimlerini yumuşatma gayesinde oldukları görülüyor. İddia edildiği üzere İngilizlere ya da İspanyollara nazaran daha kansız ve şiddetsiz bir şekilde gerçekleştirilmiş olan “işgallerin” neticeyi pek de değiştirmediği aşikârdır. Ayrıca kitabın 1928’den bu yana yayınladığını görüyoruz. Dolayısıyla akademik anlamda yapılan son değerlendirmelerin kitap ile çatışması son derece mümkündür. Okurken bunları göz önünde bulundurmak gerekir. Kitabın çevirisi son derece keyifli ve akıcıydı, çevirmen Aysen Altınel’e teşekkür ederim. Kitabın fiziki özelliklerine gelecek olursam, kapak tasarımının “popüler” olduğunu ve cildin standart – iyi olduğunu söyleyebilirim. Runik Kitap’a son zamanlarda ortaya koyduğu performans için de ayrıca teşekkür etmem gerekir.
Jose Saramago ile ilk kez “Körlük” adlı yapıtı ile tanışmış olmama karşın, sanırım bu tanışıklık burada noktalanmayacaktır.

Bu kitabı okumayı, yaklaşık olarak, 2 yıl tasarlamış ancak bir türlü fırsat bulamamıştım. Kitabın son sayfasını da okuyup kapağı yavaşça kapattıktan sonra aklıma gelen ilk şeyin; “neden bu kadar geç kaldığım” sorusu olması hasebiyle, bu itirafı naçizane karalamamın en başına alıyorum ki; eğer okumayı düşünüp erteleyen varsa benim yaşadığım pişmanlığı yaşamasın.

Saramago gerçekten çok büyük bir yazar, buna hemen hemen her sayfada, tekrar tekrar şahit olmak mümkün. Üstelik bu farkındalığa Türkçe (yani çeviri) yoluyla ulaşabiliyor olmamız hem çevirinin hem de kurgunun başarısı ile alakalı olmalıdır. Ayrıca şunu da itiraf etmeliyim (gerçekten üzerine bir miktar düşündüm) bu kitaba “güzel” demenin beyhude olacağı kanaatindeyim. Hayır! Bu kitap güzel olsun diye ya da bazı estetik duygular ile yazılmış olamaz. Hemen her sayfasında “insana” olan güvensizliğin ve insanın içerisinde, özünde taşıdığı “vahşiliğin” dışavurumunu görmek hatta hissetmek mümkün. Ancak bazen öyle anlar geliyor ki, zifiri karanlığın içerisinde yakılmış bir küçük kibrit misali, o ufacık an sanki bir umut taşıyor. Bunların haricinde okuyucunun ciddi bir “empatiye” zorlanıyor oluşu, bence, kitabın bir diğer başarısıdır. Sanırım zamanında hemen hepimiz “acaba kör olsak nasıl olurdu” sorusunu kendimize yöneltmişizdir. Hazır olun, çünkü kendinizi birçok kez (belki istemsizce) bu soruyu sorarken bulacaksınız.

Tabii, yukarıda bahsetmiş olduğum güvensizlik ve vahşilik vurgusunun hedefi ve kapsamı yalnızca insanlık ile sınırlı kalmıyor; sistem (devlet, iktidar, özgürlük vb.) dediğimiz hayali kurguya da erişip onun ne kadar kırılgan olabileceğini gösterirken aynı zamanda bu yapının yalnızca “ortak kabullerimizden” ve “teslimiyetlerimizden” kaynaklandığını çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor.

“...sistemin tamamı iskambilden yapılma bir şato gibi bir anda yıkılıverdi.”

Ayrıca yazarın, kitabın önemli bir bölümünde, sosyal psikoloji disiplininin uygulamış olduğu bazı deneylerden (Standford Hapishane Deneyi, Otoriteye İtaat vb.) ve onların sonuçlarından yararlanmış olabileceğini düşünüyorum. Sanırım okuyacak (ya da okumuş) olan arkadaşlar kitabı okudukça bana hak verecektir.

Sözlerimi sonlandırırken, çevirmen “Işık Ergüden” ve “Kırmızı Kedi Yayınevi”ne teşekkür ediyorum, kitabın çevirisini gerçekten çok beğendim. Unutmadan, kitabın içerisinde noktalama işareti olarak yalnızca "nokta" ve "virgül" kullanılmış olduğunu belirtmek isterim. Elbette bu kullanım Saramago'ya aittir ve çevirmen yapının aslını tam anlamıyla yansıtabilmek adına bu biçimi korumuştur. Ayrıca kitabın kapağında bulunan görsel de gerçekten çok başarılı. Okumak isteyen herkese bir an önce okumasını şiddetle tavsiye eder, okuduktan sonra size farklı bir bakış kazandırabilecek nadir kitaplardan biri olduğunu söyleyebilirim.

Bol kitaplı günler!
Kitap hakkında naçizane yorumlarımı kaleme almadan önce yazarı tanıtmak gibi genel bir planım vardı (aslında hâlâ daha var). Ancak, şu an yorum yapmaya çalışacağım eser ve yazarı o kadar büyük ki açıkçası ne yazacağımı bilemedim. Yine de bazı yorumlar yapmadan da duramayacağım; öncelikle son zamanlarda güncel bir tartışma konusu haline gelmiş olan “Türk Edebiyatı” mı yoksa “Türkiye Edebiyatı” mı çekişmesinin bir kenara bırakılması gerektiği kanaatindeyim. Bunu şu nedenle belirtiyorum; Ahmet Hamdi Tanpınar “Türk Edebiyatı”nın ve “Türkçe”nin en güzel örneklerinden bazılarını kaleme almış, edebiyatımızın temel taşlarından biri olarak (tamamen şahsi bir cüret ile) Peyami Safa ve Refik Halid Karay ile birlikte enler arasında yer almaktadır. Herhalde eserleri ve kendi şahsı üzerine yazılan tez ve makale çalışmalarına ve bu çalışmaların sayısına bakılarak dahi Türk Edebiyatı’nın enleri arasındaki yeri ile alakalı bazı çıkarımlar yapmak mümkün olabilir (merak edenler ilgili platformlardan bu çalışmalara ücretsiz bir şekilde göz atabilir).

Kitabın içeriğine gelecek olursak, aslında kitabın başlığından da anlaşılacağı üzere, “zamanı” konu edindiğini ilk bakışta söyleyebiliriz. Şu ana kadar okumuş olduğum hiçbir kitap “zaman” mefhumunun bu denli insana özgü olduğunu ve bu denli izafi olabileceğini, bu kadar çarpıcı bir şekilde ele al(a)mamıştı. Üstelik bunu yaparken sizi muhteşem ve soluk soluğa takip edilebilecek bir maceranın içerisine atmıyor, daha ziyade usul usul işlenmiş bir kurguya sahip. Dolayısıyla okumayı düşünenlerin kendisini buna hazırlaması gerekiyor. Ayrıca, eserin yazılmaya başlama (1954) ve yayınlanış yılını (1961) göz önüne almanız ve dönemin (belki de şimdikinden daha zengin olan) Türkçesi ile karşılaşacağınızı unutmamanız gerekir.

Kitabın genel olarak fiziki yapısının, cildinin ve kullanılan kağıt türünün son derece kaliteli olduğunu söyleyebilirim. Elbette kişisel bir tercih olarak bu kitabın sert kapaklı, prestij baskısını da kütüphaneme kazandırmayı çok isterdim. Son olarak kitabı merak eden ve henüz okumamış olan (ve hatta kitap okumaya, kitaplara gönül veren) herkese şiddetle tavsiye ediyorum.

Herkese bol kitaplı “saatler”!
27.02.2021

Robert Graves alanında önemli bir isim. Bu iki ciltlik seride kurgu ve tarihi bir araya getirmesi bakımından sonra derece önemli. Şiddetle tavsiye ediyorum.