Toplam yorum: 3.077.822
Bu ayki yorum: 4.700

E-Dergi

Ali Riza Malkoç

Ali Rıza Malkoç 1965 yılında Samsun’da doğdu. Türküler Bizi Söyler 1 (2004), Türküler Bizi Söyler 2 (2005), Duygular Dillensin Diye (2006) adlı hece şiir kitabını yayınladı. Yaşam Merdiveni adlı Toplum ve Düşünce serisinden ilk kitabı Temmuz 2018 tarihinde, Yaşam Donanımları adlı Toplum ve düşünce serisinden ikinci kitabı Ağustos 2018 tarihinde, En Güzele Yürümek adlı Toplum ve Düşünce serisinden üçüncü kitabı Şubat 2019 tarihinde Hukuk Aşkı adlı dördüncü kitabı Haziran 2019 tarihinde, Güzergâh Arayışı adlı beşinci kitabı Şubat 2020 tarihinde yayınlandı. Kitap İnceleme Yazıları adlı altıncı kitabı Mart 2020 tarihinde, Nostalji Harmanı adlı yedinci kitabı, Nisan 2020 tarihinde yayınlandı. Organize Toplum adlı sekizinci kitabı, Mayıs 2020 tarihinde yayınlandı. Anadolu Ortak Aşk Medeniyeti adlı kitabı, Eylül 2020 tarihinde yayınlandı.

Ali Rıza MALKOÇ Tarafından Yapılan Yorumlar

Öncelikle 431 sayfalık bu eserde; sağlıklı yaşam ve koruyucu hekimlik alanında faydalı bilgi ve öneriler olduğunu belirteyim. Evrenin bir parçası, varoluşun ana aktörü olan insana yakışan, elbette ki doğayla barışık ve uyumlu bir yaşamdır. Mantık ve ekolojik gerçekler de bunu öngörür.

Tarihsel süreç içerisinde ihtiyaç ve bilgiye dayalı keşfedilen bilimsel gerçekler; hayatımızı kolaylaştırmakla birlikte, ek yükler ve sorumluluklar da getirmiştir.

2014 yılında, 71 yaşında vefat eden yazar; tıp fakültesinde eğitim almış, aktif hekimlik yapmış, ek olarak biyoloji bölümünde okumuş bir kişidir. Yazar olarak bir kitaptaki anlatımlarınızı temellendirirken, gerekçelendirirken, mantıksal bir kurgu oluştururken; bilimsel bir yol, teori ve yöntemi kabulleniyorsanız, öneri ve öngörülerinizi, bilimsel veri ve akademik tezler, deneysel sonuçlarla ilişkilendirmek zorundasınız. Tıp ve biyoloji dalını; bir bilimsel kategori olarak kabul etmişseniz, bilimsel literatür ve terminolojiyi yok sayamazsınız.

Kitabın giriş bölümü hariç, ilerleyen konularda; insan sağlığı, beslenme ve tedavi yöntemleri anlatılırken, bilimsel değil, teolojik inanç tabanlı anlatımlar ön plana çıkmıştır. Önce bilimsel verilerle açıklanan bir konunun, ek olarak inanç eksenli bir öneriyle pekiştirilmesinde elbette sorun yoktur. Fakat hiç değişmeyen, değişim ve gelişime kapalı inanç kalıpları, bilimi ikinci plana atabiliyorsa, insan sağlığını da riske atma ihtimalimiz vardır.

Kitabın adının “Gerçek Tıp” olması; başlı başına bir çelişki, bilim açısından da sorunludur. Gerçek tıp buysa; tıp fakülteleri ve fen fakültelerinde okutulan bilimler, laboratuvar çalışmaları sahte mi, gereksiz mi, aldatıcı mı öyleyse? Böyle çok iddialı bir başlıkla sunulmamalıydı kitap. “Gerçek tıp” ve “alternatif tıp” tanımlamalarını çok iddialı ve bilime aykırı buluyorum. Hukukun da tıbbın da alternatifi olamaz. Kitabın adı, “Tıp Gerçeği” olsa daha makul ve makbul olmaz mıydı? Tıp, tüm alt dallarıyla birlikte bir bilim alanı ise eğer; inanç merkezli bir tıp öğretisini “gerçek” veya “alternatif” olarak sunmak yanıltıcı olmaz mı? “Takviye edici, destekleyici tedavi yöntemleri” denebilirdi.

“Doğal sağlık, koruyucu hekimlik, sade yaşam öğretisi, faydalı bilgiler, tıp gerçeği” vb. tanımlamalar bizi bilimle buluşturur ve barıştırır. Asıl olan doğal yaşamdır, bu doğru. Fakat doğallık bozulunca, bazen doğal olmayan önlem, koruyucu ve tedavi edici yöntemler de gerekiyor. Ameliyat ve ilaçla tedavi gibi. Bilimsel, tarihsel ve teknolojik süreç ve gelişmeler bunu gerektiriyor. Sayın yazar ise kısmen tam tersini öneriyor ve öngörüyor.

Doğal ve inanç merkezli öneri ve öğretileri, birinci plana alıp; “gerçek tıp budur” iddiası ve tanımıyla sunarsak, bilimsel gelişmeleri devre dışı bırakıp, ilerlemesinin de önünü kapatmış oluruz. “Söylediklerim, bıraktıklarım, öğreti ve önerilerim; bilimsel gerçeklerle çeliştiğinde, beni değil, bilimin ulaştığını dikkate alın” diyebiliyorsak, çağlar boyu tüm insanlığa hizmet etmiş oluruz. Bilim, inanç, felsefe; birbirlerinin alanına müdahale etmeyip, köstek olmuyorsa, yaşam daha anlamlı, kalıcı, sağlıklı ve mutluluk sunan kıvama gelir.

Kitaptan gerçek anlamda istifade etmek istiyorsanız, bu yazımı dikkate almanızı öneririm.

Sağlık, mutluluk, başarı ve esenlik dileğiyle, verimli okumalar dilerim.
Tarih bilinci, hukuk bilinci oturmadan, demokrasi, çoğulculuk, hak ve özgürlükler birikimi oluşmadan, mantık ve mukayese donanımı gelişmeden; atacağımız her bireysel ve toplumsal adım, yarım/yanlış/noksan ve aldatıcı olacaktır.

Şimdiye dek yakın tarih, İstiklal savaşı, kurtuluş mücadelesi, Kuvâ-yı Millîye ruhu temalı birçok kitap ve makale okudum. Hepsinde ayrı bir üslup, ayrı bir detay yakalayarak yararlandım. Fakat “Son Cüret” adlı kitabı okumasaydım bilgim ve heyecanım eksik kalırdı.

Bu kitap bir roman veya öykü anlatımı içermiyor. Kronolojik tarih bilgileri içeren ders kitabı formunda da yazılmamış. Yalın, etkili, mantıklı, tutarlı bilgi ve yorumlarla pekiştirilmiş bir anlatım tercihiyle kitaba dönüşmüş. Yedi bölgesinden kuşatılmış, içeriden de işbirlikçiler, teslimiyetçilerle desteklenmiş çok yönlü bir savaştan; kararlılık, cesaret, azim ve sabırla nasıl mucizeler yaratarak çıktığımızı coşkuyla okudum. Bu son cüret aşkı hiç eksilmesin, yükselen bir ivme ile devam etsin.

Yazar, kitabın sonunda listelediği gibi 153 seçkin eserden yararlanmış. Yararlanılan 153 esere, liste şeklinde numara verilmesi, sayfalardaki anlatımların altına, hangi eserden alıntı yapıldığının en azından kaynak numarası verilerek belirtilmesi; kitaba daha verimli, güvenilir ve akademik bir nitelik kazandıracaktır. Böylece hangi anlatımın tarihi bir bilgi, nakil, hangi anlatımın sosyolojik ve felsefi bir yorum olduğu anlaşılacaktır.

452 Sayfalık bu kitap; cumhuriyetimizin kuruluş ve kurtuluş değerlerine saygılı olanların, özgüven, cesaret ve heyecanını artıracak, çarpıtmalarla yanılgıya düşmüş, vefa anlayışından uzak, dogmatik bilgilerle değersizleştirenleri de belki ikna edecek, zihinlerinde bir sorgulama, bir şüphe kapısı aralayacaktır.

Yıkılmaya başlamış, rüzgârın yönüne göre kaderine terk edilmiş bir imparatorluğun küllerinden, yeni bir devlet inşa eden iradenin başarısını anlayamayan veya hazmedemeyenler, “Lozan’da ne aldık, ne verdik” gibi basit sorularla oyalanmış fakat bu ülke neden küresel sırtlanlara yem olacak duruma düştüğünü sorgulama cesareti, iradesi ve zekasını gösterememişlerdir. Bugün, “ancak” kurtarılmış bir vatanı sevebilenlerin, yeni kurulan ve yakında 100. Kuruluş yılını kutlayacağımız Cumhuriyet’i itibarsızlaştırmak için her yolu mubah görenlerin kendilerini de “vatan ve milletsever” olarak takdim etmeleri; ne kadar gerçekçi ve kabul edilebilir ki?

119-122. sayfalarda anlatılan Kara Fatma lakaplı, Fatma Seher Erden adlı unvansız milli kahramanımızın cesareti, azmi, sabrı, kararlılık ve mütevazı yaşam tercihi, okurken beni çok etkiledi. 167. sayfada Antep bölgesinde mücadele veren teğmen Şahin Bey’in azim ve cesareti yeniden varoluşumuzun temellerini oluşturmaktadır. Dile kolay, İzmir’den Maraş’a, Samsun’dan Mersin’e memleketin 70 farklı noktasında çatışmalar vardı. Kitapta, daha önce adını şanını hiç duymadığımız, ünsüz/isimsiz milli kahramanlarla karşılaşacaksınız.
İngiliz, Yunan, Fransız, İtalyan, Rus ve Amerikan askerlerinin, Rum ve Ermeni çetelerinin; kara, hava ve deniz birlikleriyle, dört yandan sarılmış, kuşatılmış yurtta, kurtuluş mücadelesi vermek, gerçekten de
cesur yüreklilerin, “Son Cüret” ve son şansıydı.

Bu mücadeleye karşı çıkmak, itibarsızlaştırmak, kurulan yeni cumhuriyete alternatif olarak Yunan, İngiliz, Fransız veya Amerikan sömürgeliğine razı olmak; ahmaklığın zirve noktası, vatan hainliğinin en niteliklisi, tarihe/meşruiyete/adalete/ bilimsel gerçekliğe düşmanlığın tepe noktası, milletin azim ve kararlılığına vefasızlığın hayal edilemez bir nitelikteki örneği değil de nedir ki?

Lozan Anlaşması’nı bir kazanım veya zafer olarak göremeyenlerin amacı, önerisi, alternatifi ve beklentisi nedir ki acaba? “Keşke Yunan galip gelseydi” “İngilizlerle anlaşsaydık” gibi İstanbul saray hükümeti merkezli anlayışlara mı özlem duyuyorlar yoksa? Tamamen teslimiyeti temsil eden Sevr Anlaşması’na mı razı gelmek istiyorlar veya İstanbul Hükümetinin, İngiliz, Fransız, Amerikan orijinli manda sömürge yönetimini mi destekliyorlardı?

Kitabın sonuna; tarih bilincinin tanımı ve ilkelerini, gereğini/mantığını ve yöntemini anlatan bir “sonuç yazısı” eklenmesini öneriyorum. Ayrıca dikkatli ve deneyimli bir editör tarafından anlatım ve imla hataları düzeltilmelidir. Bu eser, Kurtuluş savaşı ve milletçe verdiğimiz kurtuluş mücadelesinin daha iyi anlaşılması ve hatırda kalması için öncelikle okunması gereken kitaplardandır. Radyo tiyatrosu formunda seslendirilmesi de faydalı olacaktır.

Dıştan gelen işgalciler ve dahilde oluşan sinsi işbirlikçi hainlerle mücadele edip, bilim, siyaset, eğitim, tarım, sanayi, sanat ve diğer alanlarda yenilik ve üretimleri başarmanın adı: “Anadolu Mucizesi” olmalıydı. Şu notu da eklemeden geçemeyeceğim. Tarihi olaylar; nedenleri, gerçekleri, sonuçları, kazanımları, ziyanlarıyla birlikte değerlendirilmesi gereken bir süreçtir. “Keşke…” , “Ben olsaydım…” ile başlayan suçlama veya tavsiye cümleleri kurabilmemiz için, o zaman ve mekanın şartlarını iyi düşünmek, tartmak ve değerlendirmek gerekir. Millî Mücadele, Kuvâ-yı Milliye, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet, devrimler ve aydınlanma hareketi, dönemin cesur ve özverili kahramanları için; haksız, yersiz, ölçüsü gereksiz, densiz hakaret ve suçlamalardan uzaklaşılmadığı sürece, millet ve ülke bütünlüğü yönünden zarar eden hep bizler olacağız.

Bu kitap; gelecek adına yanlış adım ve temel atmamak adına, geçmişi gözlem açısından kısa ve öz bilgiler sunmaktadır. En az 20 farklı dünya diline çevrilerek; kâğıt ve e-kitap formatında satışa sunulmalıdır.

İyi okumalar...


İfade sanatlarımız ve edebiyatımızın içinde; hikâye, anı ve gezi yazılarının yeri ayrıdır. Bizlere kalbi bir lezzet, zihinsel bir gıda, toplumsal bir huzur sunarlar. Yaşanmış bir olay veya kurgusal bir anlatım olsa da okurlarını zamandan zamana, mekândan mekâna taşırlar.

İşte bu sanatın büyük ustalarından Mustafa Kutlu’nun eseri de böylesi bir güzergâh üzerinde yürüyen anlatımlar içeriyor. Daha önce okumuş olduğum: Tirende Bir Keman, Uzun Hikâye, Hayat Güzeldir, Rüzgarlı Pazar, Dem Bu Demdir, Nur adlı eserleri gibi, 124 sayfalık esere, 13 hikaye sığdırılmış. Hikayeleri okurken adeta bir kahramanı, gözlemcisi de siz oluyorsunuz. “Keşke” ile başlayan, “Bu kadar da olmaz” la biten cümleler kuruyorsunuz gıyaplarında. Belli bir noktadan sonra bilim, felsefe, hukuk, düşünce, deneme, makale ağırlıklı eserlere de yönelmek gerekiyor. Fakat hayatta masal da, öykü de, roman da, fıkra da gerekli elbette. Neyle neyi besleyip, nereye ulaştırdığı önemli. Şekil, imge, sembol ve metaforlara takılmadığımız sürece, tüm anlatımlar bizi maddi ve manevi geçekliğe, yaşamın özüne, hakikate ulaştıracaktır.

Kitapsız, yazısız, anısız, öyküsüz bir yaşam olmaz. Olsa da bir şey doldurmaz ve geride bir şey bırakmaz.

İyi okumalar.

Thomas Mann’ın büyük oğlu olarak tanıdığımız Alman yazar Klaus Mann; (1906- 1949) yılları arasında 43 yıl yaşamış, maddi sorunlar ve depresyona dayanamayıp, intihar ederek yaşama veda etmiştir. Bir yazarın farklı alanlarda eserleri varsa; tek ve ilk yazdığı eseri okuyarak tamamı hakkında fikir yürütmek, büyük bir yanılgı olur. Ben yalnızca ilk yazdığı eseri okudum.

Çocukluğundan olgunluk yaşına kadar farklı eserler üreten yazar, bu eserinde anı ve öykülerini toplamış. “Çağının Çocuğu” olarak yaşadığı Nazi Almanya’sı dönemindeki sorunlu ve mutlu anılarını bizlere aktaran yazarın, babasının gölgesinde kalmamak için özel ve yoğun bir çaba sarf ettiğini gözlemliyoruz.

Geçmiş döneme ait bilgi, bulgu, yorum ve gözlemleri hakkında bir kanaat edinmek, nereden nereye geldiğimizi mukayese edebilmek için okumakta yarar görüyorum. Duygusal ve yalın bir anlatımı olmasa da içerikten edinebileceğimiz bilgiler var.

İki de öneri sunup sözümüzü bağlayalım: Kanun gereği sinema ve dizi filmlerde; gençlere olumsuz örnek olmasın diye, kadeh ve tütün ürünlerine buzlama/karartma yapıldığı gibi, bu kuralın kitap kapaklarında da uygulanmasını öneriyorum. Ayrıca yazı karakteri büyüklüğü bir numara artırılabilir.