Yazarın diğer kitaplarından ilgiyle okumuştum. Çok da tür tercihlerim arasında olmasa da “nasıl bir aşk serüveniymiş ki bu?” merakıyla bu kitabı da okuma listeme aldım.
Romanın bitimindeki “aşk ve müze” başlıklı sonsöz yazısında; kitaba yapılan eleştiriler üzerine, sayın yazar şu önemli hatırlatma notunu düşmüştür: “Aşkı hepimiz kendi sınıfımız, cinsimiz, kültürümüz, ülkemiz, hatta dinimize göre yaşarız. Romandaki aşk, yirminci yüzyılın ikinci yarısında, İstanbullu yukarı sınıf bir beyefendinin aşkıdır. Okurun aşk hakkındaki düşüncesinin de Kemal'inkinden daha zengin ve derin olacağını da romanı yazarken tahmin ediyordum. Roman yayımlandıktan sonra bazı okurlar Kemal'in bencilliğinden şikâyet ettiler, onun hiç de “romantik” ya da “duygusal” olmadığını dile getirdiler. Başka okurlar ise hikâye ilerledikçe çektiği acılar sayesinde Kemal'i affettiler, hatta onu "romantik" buldular. Ben bu iki duyguyu da yerinde buluyorum.”
Sayın yazarın bu açık sözlü, tutarlı ve dürüst yaklaşımı övgüye değer. Okurların da tüm önyargılardan sıyrılabilmesi için, kitabı okumadan önce, bu hatırlatma notunu dikkate almalarını öneririm.
Bu noktadan sonraki yapacağımız eleştiri, öneri ve gözlemlerin muhatabı yazar değil, çoğunlukla romanın kahramanları olacaktır. Çünkü yaşam tarzlarıyla rol model olarak, tercihlerimizi etkilemek isteyen özne onlardır. Romancı ise gördüğünü, gözlemlediğini, yaşadığını edebi dille bize aktaran, yorumlayan kalem ehlidir. Belki de bu tespitlerimiz, başka bir roman kurgusuna ilham kaynağı olacaktır.
Öncelikle kitap okurunun birikimi, beklentisi, donanımı, profili, toplumsal aidiyeti, coğrafi konumu; her alanda olduğu gibi, kitap tercihlerine de etki etmekte ve yansımaktadır. Okurluk ve yazarlık süreci boyunca; yalnızca roman, öykü, anı ve masallara odaklananlar olduğu gibi, sosyal ve fen bilimleri ile bu çeşitliliği çoğaltanlar da vardır.
Benim medeniyet anlayışım, anlam arayışım ve kültürel tercihime göre; özellikle aşk romanlarıyla ömür tüketmek, hem bireyi hem de toplumu, mutluluk ve huzur açısından yanılgıya/hüsrana sevk edecektir. Maksat yalnızca kurgu/roman okumak ise; Toprak Uyanırsa, İnsan Neyle Yaşar?, Beyaz Zambaklar Ülkesi, Don Kişot, Sofie’nin Dünyası, Simyacı, Körlük, Mutluköy, Adalet Sevdam Benim vb. eserlere mesafeli durmak da; bir yanımızı kör/topal/sağır yapabiliyor. Buradan hareketle, romanın başkahramanı Kemal Bey’in yaşam tarzı, anlam arayışı, beklenti ve tercihlerini, davranışlarını ben de itici bulanlar arasındayım. Fakat yaşadığımız yerkürede “bu tür insanlar da varmış” gözlemini yapabilmek için okumak zorundaydım. 2014 yılında aramızdan ayrılan bir fizik profesörü olan Uğur Büget’in “Rum Kızı Aliki” adlı 120 sayfalık aşk romanını daha içten, duygusal ve iz bırakıcı buldum açıkçası.
Roman kurgusu içerisinde; Kemal’in tercih ve davranışlarına karşı çıkan, onu eleştiren bir karakterin olmaması; tüm olumsuz yaşam tarzının rol modele dönüşme riskini taşımakta, her karar ve uygulamasını makul, etik ve meşru kabul edilme algısı oluşturmaktadır. Sonuçta kitabın okurları arasında bu ayrımı yapamayacak ergen bir kitlenin olduğu da göz ardı edilmemeliydi. Daha realist, objektif ve toplumcu bir kaygıyla, böyle bir sorgulayan/denetleyen bir roman karakterinin olmamasını eksiklik olarak görüyorum. Bu eksikliği bir okur gözlemiyle ne kadar tanımlayabilirim/tamamlayabilirim bilemiyorum fakat kurguyu bir psikolog, bir sosyolog, davranış bilimci tahlil etseydi, umarım daha akademik düzeyde çıkarımlar keşfederdi.
Elbette her bireyin yaşadığı, tattığı, özlediği, gözlediği aşk türleri çeşitlilik arz eder. Gözlem ve bilgi olmadan; bilinç, yorum ve bilgeliğin kapısı aralanmaz. Aşk deyince ilk etapta zihnimizde; ilahi, insani, cismani, nefsani, platonik, romantik, tutkusal, mantıksal, idealist vb. türleri canlanacaktır.
Mademki konumuz, karşı cinsten birine olan sevgimizin aşka dönmüş halidir. Kültür, sanat, bilim ve müzikten beslenen bir okur/yazar olarak, türkü ve şarkılardan yaptığım alıntılarla, aşkı zihnimde ve gönlümde canlandırmak istiyorum:
“Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban”; “Sana olan duyguları bir bilebilsen Anlatabilsem, belki severdin. Ah le yar yar”; “Nasıl metheyleyim sevdiğim seni, İstanbul Bursa’yı değer gözlerin”; “Tanrı’dan diledim bu kadar dilek. O yârin yüzünü bir daha görek”;
“Sanki billûr bir pınar, kahverengi gözlerin”; “Haticem saçlarını dalga dalga taratmış. Tanrı bizi topraktan, onu nurdan yaratmış”; “Güzel ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi”; “Muhabbet bağına girdim bu gece”; “Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım”; “Ada sahillerinde bekliyorum”;
“Gülünce gözlerinin içi gülüyor, kendimi senden alamıyorum”; “Silemezler gönlümden, ne aşkımı, ne seni”; “Dargın ayrılmayalım, diye koştum sana dün”; “Sevmekten kim usanır, tadına doyum olmaz”; “Gitmesin gözlerinden, pırıl pırıl arzular”; “Kara gözlüm efkârlanma gül gayrı, ibibikler öter ötmez ordayım”; “Mehtaplı gecelerde, hep seni andım”; “Seninle cehennem ödüldür bana, sensiz cennet bile sürgün sayılır”; “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde”; “Bir ilkbahar sabahı, güneşle uyandın mı hiç”; “Aşkımı bir sır gibi senelerdir sakladım. Geceleri rüyamda ismini sayıkladım”;
“Gizli aşk bu söyleyemem, derdimi hiç kimseye”; “Duydum ki unutmuşsun, sözlerimin rengini”; “Gözlerin bir içim su, içim yandı doğrusu”; “Seni görmem imkânsız, rüyalarım olmasa”...
Evet, bu ve buna benzer müzik eserlerinde işlenen temalar da aşkı betimliyor, roman kurgusundaki de. Elbette buralardan beslenenlere, romandaki aşk serüveni; yavan ve yetersiz gelecektir. Mademki sıradan bir aşk hikayesi kurgulanmış; yazarın kendi tercihidir, fakat kitabın adı keşke ‘Mahcubiyet Müzesi’ olsaydı. Belki o zaman daha yüce bir aşk, kutsal bir atmosfer olduğunu keşfeder ve okurlar bu durakta takılıp kalmazdı.
“Dudak, döşek, kadeh” üçgeninde dolaşan cinsel haz eksenli, cismani, yüzeysel aşk betimlemeleri; hiçbir kutsal duyguyu tutuşturmuyor, saman alevi gibi sönüp gidiyor. Kemal’in nişanlandıktan sonra, ayrıca yeni reşit olmuş bir sevgili edinmesi; her uğradığı limanda, yeni bir metres edinen doyumsuz/hovarda bir kaptan izlenimi uyandırıyor. Elbette ahlak zabıtası gibi bir görev, yetki ve fonksiyonumuz yoktur. Fakat zihinsel, bireysel ve ekonomik bağımsızlığını kazanamamış şahsiyetlerin, geçici aşk maceraları ile oyalanması, kendileri için hüsran, toplum için tahripkâr sonuçları olacaktır.
Elbette insanın monoton yaşamdan sıyrılıp, sıra dışı, aykırı eylem/tercih ve yönelimleri olmalıdır. Tutarlılık, kabul edilebilirlikle buluşabilen; kültür, sanat, estetik, etik, doğal yaşam kriterleriyle tartılabilen bir tercih olması arzu edilir. “Vur patlasın, çal oynasın” formunda, hiçbir sınır tanımayan bir yaşam tarzı, Lale Devri’ne bile rahmet okutan bir yaşam tarzı, aile bağlarını zayıflatacak ve toplumda çok farklı alanlarda olumsuz etkiler/tepkiler oluşacaktır.
Okuduğum bir eser bana; ruh coşkusu, sevgi atmosferi, aşk ahlakı, bilgi birikimi, bilinç enerjisi, özgüven, moral-motivasyon, yaşam sevinci, yaşatma arzusu, toplumsal dayanışma, umut, cesaret aşılıyor mu, hangi yarama nasıl bir merhem sunuyor? Bu soru ve sorgularıma cevap veremeyen bir eser; içeriği ve üreticisi kim olursa olsun, eleştiri ve önerilerimi, etik, estetik ve yasal kurallara uymak kaydı ile iletmek zorundaydım. Okurlardan dileğim, bu çekincelerimi dikkate alarak kitaptan istifade etmeleridir. Yazardan beklentimiz ise; elbette sûfi bir Kemal’in aşk maceralarını beklemiyoruz. Fakat mantık, ahlak, felsefe, bilim, dayanışma, birlikte yaşam, adalet arayışı ekseninde bir aşk romanı da kurgulayabilirse iki roman birbirini dengeler/ tamamlar diye düşünüyorum.
İyi okumalar.