Durup düşündüğümde kitabın kapağını tersinden kapatırken, ne
kadar şanslı olduğumu fark ettim. Hayata dair farkına varmam
gerekenlerden haberdar olmuştum. Bir ekmeğin, bir bardak
suyun ne denli öneme haiz olduğunu kavramış bulundum.
Dünyanın bizden ibaret olmayan başka bir yanı daha var.
Koşup, eğlendiğimiz; tatmin olmadığımız olay ve zamanlarımız
haricinde hayatın manasını gerçekten idrak ettirecek olaylar
var şu dünyada.
Bir zamanların muazzam gücü meğer evinde kendi yurttaşlarının
ayağında bir pelesenkmiş. Kitabı okurken, polisiye bir
romanın güçlü kurgusundan kesit edilmiş izlenimine
kapılacaksınız benim gibi bu yüzden. Birleşik Krallığın
aslında içinden çürümüş yanını keşfedeceksiniz.
"Uçurum İnsanları" esasında bir hikaye değil ya da herhangi
bir kurguya dayanmıyor. Olayların tümü Jack London'ın kendi
ağzıyla aktarılan gözlemlerinden ve okuduklarından oluşuyor.
Bu sebeple bu eseri, yazarın yazmış olduğu diğer kitaplardan
ayrı bir noktaya asmak gerekiyor. Jack London esasında
zamanesinde, yıldızlı ve tatminkar olmayan bir hayatı
sürdürenlerin bir top atımlık mesafede yaşanan dramların
farkına varması amacıyla kalemine sarılmış. Olaylar
İngiltere'den ve İngiltere'nin bu döneminden söz ediyor.
İngiliz asillerine yazılmış bir kitap ise, bu devirde bu
mekanda ne işimize yarayacaktır bu kitap diyebiliyorsanız;
kitabın yalnızca açıklama kısmını okumakla yetinmiş
olduğunuzu söyleyebilirim.
İnsanın layık olmaması gereken olayları okuyorsunuz çünkü.
Birleşik Krallığın bir imparatorluk olarak adlandırıldığı bir
vakitte Yarımadanın merkezinde milyonlarca insanın açlıkla
boğuştuğunu öğrendiğinizde nutkunuz tutuluyor. Şahsen benim
tutuldu. İnsanların yaşadıkları yerler, yedikleri yiyecekler,
fikirleri, zikirleri... çürümüş bir bedenin kokusu kadar
iğrendiriyor sizi.
Çağımızda, ojeli tırnakalarının prepekasyona uğramasından
dolayı bunalıma giren bayanları,ders notlarıyla cebelleşirken
-bir hatadır- yetiştirilemeyen bir sınav kağıdının ardından
dökülen gözyaşının sahibini, yaşamlarında parayı -içten içe-
önceliklerinin önceliği haline getirenleri, saçlarını jöleye
boğarken önünde akan musluk suyunu kapatmaya üşenenleri,
başkalarının yaşantılarına bakıp kendi yaşantısından muzdarip
olan kimseleri... ve daha aklınıza gelen bin türlüsünü bu
kitapla cezalandırmak olası sillelerin en olanaklısıdır ki;
yaptıklarından utanmalarını sebeplendirecek bir buluştur.
Teoride düşünüp de uygulayamayacaklarımızdan da bahsetmiş
London. Aynı isimli şehirde yaşananların "uygarlıktan"
kaynaklanan bir sorun olduğunu belirtmiş. Yorumlarını bırakıp
geri çekilirken "vahşi" bulduğu kabilelerdeki yaşamı Doğu
Londra'da yaşananlardan daha katlanılabilir bulmuş. Hak
vermemek çok zor.
İstanbul'un doğusunda parası olmadığı için, ölen çocuğunu
evinde üç hafta tutan bir bayan mevcut olsaydı, bu bize ait
"neleri" kanıtlardı?
Şu bilgisayar başında ilkin utanıp ardıdan unutacağımız bir
konu bu. Dünyanın bir çok yerinde insanlar halen daha aç,
halen daha mutsuz; sadece "yaşamayı sürdürmek" layık
görülüyor onlara. Türkiye'de yaşayanlar olarak sorunun
kökenini takip etmemiz ve ona ulaşmamız gerekmez mi?
Ne kadar basit gözüküyor değil mi? "Bir" insanlığın bunu
gerçekleştirmesi için öncelikle "insanlığı" öğrenmesi;
sonrasında insanlığı anımsamaya devam etmesi gerekir.
İnsalıktan öğreneceğimiz ahlak, bizleri tümden, mevcut durumu
sefaletlik olan insanların yaşamlarıyla ilgilenmeye
itecektir. Ahlaklı olmak durumundayız. Mutluluğumuzu
arttırmak içinse "kıyas noktamızı" "uçurumun insanları"na
konumlandırmalıyız. Böylece, inanın, hissettiğiniz mutluluk
ve hatta şükür duygusu misliyle nasiplenecektir.