Toplam yorum: 3.076.062
Bu ayki yorum: 2.941

E-Dergi

Rusmir Tarafından Yapılan Yorumlar

12.11.2008

Taha Akyol, Türkiye Hizbullah'ı üzerinde hiç durmamış. Tüm kitap boyunca üzerinde düşünmeye çalıştığı Haricilerle, Hizbullah örgütü arasında tamamen bir boşluk bırakarak kitabı bitirmiş.

Hariciler hakkında bahsederken kullandığı pek çok ifade de okuyana itici gelebilir. Her ne kadar Haricilerin gerçekleştirdiği eylemler, okuyucuları sarsacak kadar şiddet içerse de, Haricilerin "bedevi olması, cahil olması, derin düşünememesi", Haricilerin "bir kusuru" olarak gösterilmiş:



"Ama bedevi Arap böylesine bir bilgi seviyesine nasıl ulaşacaktı?" diye sorup aynı sayfada "Bu psikolojileri yüzünden zavallıların düşünmeleri mümkün değildi." ve birtakım pek çok cümlede olduğu gibi, bu çalışma çoğu yerinde peşinen bir ayrımcılığa, bir garip etiketlemeye yer ayırmış.

Kitapta pek çok yerde Haricilerle muhataplarının konuşmalarına yer verilmiş.Fakat, bu konuşmaların kaynakları maalesef güvenilir ve sağlıklı bilgi kaynakları değil. Konuşmalar, bir Harici kaynağında bambaşka yazılmış olabilir. Taha Akyol, kullandığı kaynakların o döneme ya da ilişkilere ışık tutup tutmadığını iyi değerlendirmemiş. Konuşmalar ya sonradan yazılmış olabilir ya da şifahen de olsa aktarılmış fakat kuvvetle muhtemel tahrip edilerek yazılmış olabilir. Temsili olabilir. Ne yazık ki, bu da ayrı bir değerlendirme hatası. Konuşmalar temsili olsa bile yalnızca bir tarafı temsil etmekle yetiniyor.


Maalesef, Taha Akyol İslami terör örgütlerinin neden ortaya çıktığını neden bu kadar kanlı eylemler düzenlediğini açıklamamış. Üzerinde durmamış bile. Bir Harici örneği vererek, günümüzdeki örgütlerle çok zayıf olduğunu düşündüğüm bir bağlantı kurmuş: Fakir, ayrımcılık gören, gettolaşmış kesimin radikalleşerek terör hareketlerine meyletmesi; bunu da meşru olarak gerçekleştirmeleri.

İslam'ın ilk dönemi hakkında güzel bir okumayı bu kitapla gerçekleştirebilirsiniz; fakat, İslami terör örgütleri konusunda zayıf kalan bir kitap çalışması olduğu için muhtemelen benim gibi tatmin olmayacaksınız.
15.07.2008

Bu kitabın, insana huzur verdiğini söylemem gerekir. Bu huzur, kişisel gelişim kitaplarındaki o gereksiz coşku değil de samimi bir yaşam sevinci ve aile sevgisi üzerine yazılmış, söylenmiş gibidir. Bizim ülkemizde, çoğu kurguda bile eksik kaldığını gördüğümüz bir samimiyeti şahsen gördüğümü belirtmeliyim.

Kendisi kitabın arka kapağında belirtildiği gibi gerçek bir profesördür ve şu an itibariyle bile kanserle mücadelesini sürdürmektedir (nihai günü beklemektedir demek daha doğru olur.). Mayıs ayı itibariyle pankreasındaki kanser, göğsüne ve akciğerlerine de sıçramış durumda imiş.

Gerçekten kötü günler geçirdiğimi zannettiğim bir anda bu kitabı okudum. Kitap, içimde ve aklımda farkından olmadıklarımın uyanmasına vesile oldu. Gözümde büyüttüğüm ne varsa, aslından birer hiç olduğunu ve en önemli şeylerin zaten etrafımda olduğunu ve bu yüzden (aslında) çok zengin birisi olduğumu hatırlattı bana. Büyük bir ihtimalle de, öyle umuyorum ki, bu durumun etkisi kısa bir zaman da sürmeyecek.

Kendisini işinde, arkadaşlarında, sevgilisinde, yaşamında sıkıntıda görenlere ve çıkış yolu aramaktan kafaları çıkan herkese bir mola mahiyetinde bu kitabı tavsiye ediyorum.
21.01.2008

Kitabı okumayı bitirmemin ardından bu kadar mücedeleye değer mi diye gönlümde bir kırılganlık oluştu. Şu evrende bir piksellik bile mevcudiyetimiz yok iken insanlar, neden ve ne için uğraş vermekteler diye insan kendine sormadan edemiyor.

Kitap iki kısım halinde yazılmış. İlk kısmı Mahir Kaynak'a ait. Ardından gelen kısım da Ömer Lütfi Mete'ye. Sorulan sorular ve bunlara verilen yanıtlar şeklinde kitap biçimlendirilmiş.

Her iki yazar da, bahsettikleri ve iddiada bulundukları düşüncelerinin ve varsayımlarının belgelerden ve ilgili verilerden eksik olduğunu en başta kabul ederek kendilerine ayrılan kısımda konuşmalarına başlıyor.

Kitabı okurken düşüncelere dalacağınızı belirtemeyeceğim. İnsanı düşünmeye sevk eden ve kendi çıkarımlarınızı temin etmenizi sağlayan bir kitap değil. Şayet, ülke gündemine yön verecek nitelikte bir insan olmayı arzu etmiyorsanız veya bu nitelikte bir insan değilseniz bu kitabı okumak size zaman kaybı ve size vereceği üzüntüler olarak geri dönecektir.

Çünkü, ülkenizin, sizin gibi olan insanların oluşturduğu en büyük teşkilatın kabiliyetsiz oluşunu hatırlatıp duruyorlar.

Kitabın bir yerinde, beni etkileyen şu cümle geçiyordu:

"Türkiye öncelikle kendisini iyi ve doğru bir şekilde tanımlamalıdır:

Ben neyim, neredeyim, ne için varım, yarın ne için var olacağım?"

Kitabı işte bu cümleyi anımsayarak bitirdim. İlham veren bir cümle. Aynı soruyu öncelikle ülkemiz adına değil de, kendimiz adına sormamızın ülkemiz yararına daha fazla katkı sağlayacağını düşünerek kitabı kapattım.

Bu kitap yerine "Derin Ahlak" veyahut "Derin Kimlik" minvalinde bir kitap okumanızı tavsiye ederim.

Zira, kitabı bitirdiğinizde, birtakım kabiliyetlerinizin gelişmediğini, düşünmediğinizi; bilakis kendinizi yok yere üzerek, hırpalayarak bir sonuca varamadığınızı göreceksiniz.

İnsanın, "birçok derin" unsurun sizin ve sizin gibiler hakkında tonlarca planı ve kötücül uygulaması olduğunu okuyunca ve bunu düşündükçe pes edesi veya çekip gidesi geliyor.
31.10.2006

Ali Köse'yi bir "dinler tarihi" okuyucusu olarak ilk önce internetten keşfetmiştim. Bu süreçte, yeni arayışlar içerisinde olan bir okuyucu için güven verici fikirleri olduğunu fark ettim. Yurtdışında tamamladığı doktora eğitimine bağladığım bu durumunu Türk bilimi adına bir şans olarak saymıştım. Bu kitabıyla da, okuyucuyu sıkmadan gündelik yaşantımızda "din" adına ve "din" hakkında yaşadıklarımızı yazmış. Üslubu, akademik değil; bunun yanında "köşe yazarı" edasıyla da değil. İnsanların hazmedebilmelerini kolaylaştıran köşeleri yontulmuş düşüncelere sahip. Şükür ki, bunlara da hakim.

Buna rağmen, kitabında "içsel" çelişkiler bulmadım değil. Gündelik hayatımızda olsun, dini yaşantımızda olsun kendisinden sıyrılamadığımız Batı hayranlığına değinirken, bu konu hakkında eleştirilerde bulunurken, kitabın kimi yerlerinde Ali Köse'nin de aslında bu durumun içinde olduğunu hissediyorsunuz. En azından ben böyle gördüm. Belki de yurtdışında yaşadıkları bu ülkede tecrübe ettiklerinden daha çok olduğu içindir. Zaten, kitabın çoğu başlığı yabancı mühtedilere ayrılmış.

Esasında yazdıkları başlıklardaki insanları eleştirirken, bir iç muhasebe yapıyor olmanın yerine yalnızca olaylara işaret ediyor gibiydi. Muhasebede bulunmayı çoğunlukla okuyucuya bırakmış. Bu sebeple "Üç Yusuf Bir İslam" bir deneme çalışması olmuş diyebiliriz. Zaten, kitabın sonuna bir sıkımlıkla ulaşılabilmesi, kitabın okunmasındaki kolaylığı gösteriyor; denemelerin güzel bir özelliğini barındırmış.

Konuyu dağıtmamış. Başka kitaplarda gördüğüm üzere fikirlerinin soyut kalmasına da izin vermemiş. Verdiği örneklerle ya da hatırlatmak için koyduğu anılarla çoğunlukla Ali Köse'nin anlatmak istedikleri kafanızda canlanıvermiş. Nihayetinde çok güzel bir çalışma olmuş. (Aslında, kitaptakiler, Ali Köse'nin farklı zaman ve yayınlarda yazdıklarından oluşuyor.)

"Ego İslam'ı" denemesi ve "2M" formülü bu kitaptan bana "harbici" katılanlardan.
28.02.2006

Durup düşündüğümde kitabın kapağını tersinden kapatırken, ne

kadar şanslı olduğumu fark ettim. Hayata dair farkına varmam

gerekenlerden haberdar olmuştum. Bir ekmeğin, bir bardak

suyun ne denli öneme haiz olduğunu kavramış bulundum.

Dünyanın bizden ibaret olmayan başka bir yanı daha var.

Koşup, eğlendiğimiz; tatmin olmadığımız olay ve zamanlarımız

haricinde hayatın manasını gerçekten idrak ettirecek olaylar

var şu dünyada.

Bir zamanların muazzam gücü meğer evinde kendi yurttaşlarının

ayağında bir pelesenkmiş. Kitabı okurken, polisiye bir

romanın güçlü kurgusundan kesit edilmiş izlenimine

kapılacaksınız benim gibi bu yüzden. Birleşik Krallığın

aslında içinden çürümüş yanını keşfedeceksiniz.

"Uçurum İnsanları" esasında bir hikaye değil ya da herhangi

bir kurguya dayanmıyor. Olayların tümü Jack London'ın kendi

ağzıyla aktarılan gözlemlerinden ve okuduklarından oluşuyor.

Bu sebeple bu eseri, yazarın yazmış olduğu diğer kitaplardan

ayrı bir noktaya asmak gerekiyor. Jack London esasında

zamanesinde, yıldızlı ve tatminkar olmayan bir hayatı

sürdürenlerin bir top atımlık mesafede yaşanan dramların

farkına varması amacıyla kalemine sarılmış. Olaylar

İngiltere'den ve İngiltere'nin bu döneminden söz ediyor.

İngiliz asillerine yazılmış bir kitap ise, bu devirde bu

mekanda ne işimize yarayacaktır bu kitap diyebiliyorsanız;

kitabın yalnızca açıklama kısmını okumakla yetinmiş

olduğunuzu söyleyebilirim.

İnsanın layık olmaması gereken olayları okuyorsunuz çünkü.

Birleşik Krallığın bir imparatorluk olarak adlandırıldığı bir

vakitte Yarımadanın merkezinde milyonlarca insanın açlıkla

boğuştuğunu öğrendiğinizde nutkunuz tutuluyor. Şahsen benim

tutuldu. İnsanların yaşadıkları yerler, yedikleri yiyecekler,

fikirleri, zikirleri... çürümüş bir bedenin kokusu kadar

iğrendiriyor sizi.

Çağımızda, ojeli tırnakalarının prepekasyona uğramasından

dolayı bunalıma giren bayanları,ders notlarıyla cebelleşirken

-bir hatadır- yetiştirilemeyen bir sınav kağıdının ardından

dökülen gözyaşının sahibini, yaşamlarında parayı -içten içe-

önceliklerinin önceliği haline getirenleri, saçlarını jöleye

boğarken önünde akan musluk suyunu kapatmaya üşenenleri,

başkalarının yaşantılarına bakıp kendi yaşantısından muzdarip

olan kimseleri... ve daha aklınıza gelen bin türlüsünü bu

kitapla cezalandırmak olası sillelerin en olanaklısıdır ki;

yaptıklarından utanmalarını sebeplendirecek bir buluştur.

Teoride düşünüp de uygulayamayacaklarımızdan da bahsetmiş

London. Aynı isimli şehirde yaşananların "uygarlıktan"

kaynaklanan bir sorun olduğunu belirtmiş. Yorumlarını bırakıp

geri çekilirken "vahşi" bulduğu kabilelerdeki yaşamı Doğu

Londra'da yaşananlardan daha katlanılabilir bulmuş. Hak

vermemek çok zor.

İstanbul'un doğusunda parası olmadığı için, ölen çocuğunu

evinde üç hafta tutan bir bayan mevcut olsaydı, bu bize ait

"neleri" kanıtlardı?

Şu bilgisayar başında ilkin utanıp ardıdan unutacağımız bir

konu bu. Dünyanın bir çok yerinde insanlar halen daha aç,

halen daha mutsuz; sadece "yaşamayı sürdürmek" layık

görülüyor onlara. Türkiye'de yaşayanlar olarak sorunun

kökenini takip etmemiz ve ona ulaşmamız gerekmez mi?

Ne kadar basit gözüküyor değil mi? "Bir" insanlığın bunu

gerçekleştirmesi için öncelikle "insanlığı" öğrenmesi;

sonrasında insanlığı anımsamaya devam etmesi gerekir.

İnsalıktan öğreneceğimiz ahlak, bizleri tümden, mevcut durumu

sefaletlik olan insanların yaşamlarıyla ilgilenmeye

itecektir. Ahlaklı olmak durumundayız. Mutluluğumuzu

arttırmak içinse "kıyas noktamızı" "uçurumun insanları"na

konumlandırmalıyız. Böylece, inanın, hissettiğiniz mutluluk

ve hatta şükür duygusu misliyle nasiplenecektir.