Toplam yorum: 3.075.624
Bu ayki yorum: 2.500

E-Dergi

zafer saraç

1980 yılında Elazığ’da doğdu. İlk orta öğrenimimi aynı ilde tamamladı. Laboratuar, Biyoloji ve Tarih eğitimi aldı. Biyoloji bölümünü derece ile bitirdi. Tarih bölümünü bölüm ve fakülte birinci olarak tamamladı. 2019 yılında "Bazı Çin Seyahatnameleri Üzerine Bir Değerlendirme (MÖ 139- MS 984)" isimli tezi ile Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'de Yüksek Lisans öğrenimini tamamlayarak mezun oldu.2015 yılında arkadaşlarıyla beraber Elazığ'da Telmih Kültür Sanat Tarih ve Edebiyat dergisinin kuruluşunda görev aldı. www.kitapsuuru.com sitesinin genel yayın yönetmenliği, Telmih dergisinin editörlüğü görevini yürütmektedir. Yayımlanmış Seyahat Diyen Kitaplar isimli bir kitabı bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli yayın organlarında yayımlanmış makaleleri bulunmaktadır.

biozafer Tarafından Yapılan Yorumlar

Tarih, bazen kavimler arasındaki kadim düşmanlıkları ve uzun husumetleri hikaye eder. Birbirlerine olan tutumlarıyla anlam kazanan ezeli mücadelelerin temsilcileri, taraf olmanın hırsı ve nefretin dinamiğiyle öylesine sarmalanmıştır ki sathi değerlendirmelerle olayların hakiki yönü anlaşılmaz. Aslında kalem ahlakının bilincinde olan yazar hakikat arayışındaki okurun derdine derman olur. Bazen yazanın fikrine, ırkına, dinine bakılmaz; çünkü gerçeğin hanesine yazılanlar pazar sergisindeki taze ürünler gibi parlar. Bu aşamadan sonra okur elediği bilgilerden açığa çıkan gerçeğin tarafına geçer.

Araplar ve Yahudiler de yukarda izah ettiğimiz şekilde günümüzde ezeli ebedi düşmanlar olarak bilinir. Aslında olayların kökenlerine inildikçe ele alınan vakıanın zamandan geriye doğru kademe kademe boyut değiştirdiği fark edilir. Zaten tarihe dar bir açıdan bakılırsa günümüzdeki olayların algılanması güçleşir. Bu nedenle yaşanan mücadeleler, çatışmalar ve dostluklar geniş bir bakış açısıyla zamana derinlemesine nüfuz eden yaklaşımla ele alınmalıdır. Ele alacağımız “Tarihte Araplar ve Yahudiler- İki İbrahim, İki Musa, İki Tevrat” ilk aşamada okurda bu hissi uyandırır.

Kitabı yazarın biyografisinden okumaya başlayanların eserin objektif bir bakış açısıyla yazılmadığını düşünmeleri olasıdır. Zira Dr. Ahmet Susa Iraklıdır ve Müslümandır. Yetişilen kültür ortamı ve dini yönelim gibi faktörler yazarın düşüncelerinin içine sindiğinden müellif tarafından savunulan düşünce çoğu zaman okur nazarında sathi değerlendirilerek itibarsızlaştırılır. Ahmet Susa da bunu tahmin etmiş olacak ki Arap-Yahudi ilişkilerinde kendi tezlerini güçlü dayanaklarla sunmaya çalışır. Hatta bazen tamamen Iraklı ve Müslüman değilmişçesine yorumlarına objektiflik katar.

Tabii Susa sadece tezlerini kanıtlamak amacını gütmez. Onun öncelikli amacı 17. yüzyıldan sonra hız kazanan oryantalist bakış açısıyla kaleme alınan Arap tarihlerinin karşısına yerli tarihçiler tarafından yazılan alternatif tarihleri koymaktır. Yani Batılıların sıklıkla taraflı emperyal bir duruşla kalem oynattıkları bir zeminde milletlerin kendi tarihlerini kendilerinin yazması gerekliğini vurgulayan Susa, Arap tarihinin gizli maksatların tahakkuk edilmesi uğruna kişisel siyasi yorumlarla dünyaya servis edilmesini istemez.

Aslında Susa eserinin girişinde mücadele etmek zorunda olduğu yapının gücünü kabul eder. Günümüzdeki Yahudi tezlerinin sahibi olan Siyonistlerin güçlü enformasyon ve bilgi çarpıtma aracılığıyla hakikati görünmez kıldığını vurgular. Bu yüzden hakikati bulmayı kendine amaç edinen Susa, eserinin, uzun yıllar boyunca yaptığı çalışmaların ürünü olduğunu da vurgulamaktan geri kalmaz. Zaten ele alınan olayın tarihi açından derin köklerinin olması, yapılan çalışmanın uzun süreli ve yorucu olduğunu kanıtlamaktadır.

İlk aşamada eserde birçok açıdan hakim tarihi argümanların çürütülmeye çalışıldığı görülür. Bu amaçla ilişkilerin en derin köklerine inilir. Fakat bundan yaklaşık en az 4000 yıl önceki dünyayı; esatir, mitoloji, hurafe ve yozlaşmış bilgilerin bıraktığı tortulardan tam manasıyla anlamak mümkün değildir. Bu şekilde boz bulanık suda balık avlamak ise ilkçağ uygarlıklarının izlerini iyi sürmekle mümkündür. Yazar da bu fark etmiş olacak ki Arabistan havzasında meydana gelen göçler ve göçler sonucunda oluşan siyasi otoritelere dair bilgileri sunarak eserine başlar. Bunun önemi metnin ilerleyen kısımlarından anlaşılır. Şöyle ki elbise biçer gibi toprakları kendi ana yurtları ve kadim vatanları diye nitelendirenlerin aslında sahip olduklarını düşündükleri toprakta misafir oldukları ortaya çıkar. Üstelik tam tersinin de vuku bulduğu da görülür.

Yazar, siyasi tarihe ilişkin görünümü ortaya koyduktan sonra, bütün dikkatini Tevrat’a yöneltir. Aslında yazarın bu seçimi karşıtlarının yaklaşımı ile ilgilidir. Yazarın çürütmeye gayret ettiği tezlerin ana kolonları Tevrat’ın üzerinde yükselir. Dini metinlerin eleştiri kabul etmez yapısı Susa’nın öne sürdüğü fikirler sayesinde yıkılır. Kabaca bir tenkitle bile içerdiği tezatlar sayesinde hükmü geçersiz kılınan Tevrat, yazarın güçlü argümanlarının karşısında duramaz. Yahudi cephesinin savunduğu tezlerin direkt Tevrat’la oluşturduğu çelişkiler ise oldukça şaşırtıcıdır.

Üstelik Tevrat kendi çağdaşı olan metinlerle ve arkeolojik bulgularla karşılaştırılır. Sonuç gerçekten ilginçtir. Zira Tevrat, yazıldığı dönemin izlerini taşıyan kaleme alındığı coğrafyanın edebi, mitolojik, dini, hukuki bir kompozisyonu gibi kendisini gösterir. Dönemin yazın ürünleriyle manidar benzerlikler ve farklılıklar ise Tevrat’ın güvenirliliğine halel getirecek derecededir. Bunları uzun uzun anlatan Susa; üç dönemin önemine dikkat çeker: MÖ 19. Yüzyılda İbrahim Peygamber dönemi, MÖ 13. yüzyılda Musa Peygamber dönemi ve Tevrat’ın yazıldığı Yahudilerin Babil’deki sürgün dönemi MÖ 6. yüzyıl. Bu üç dönem ayrı bölümlerde detaylı bir şekilde anlatılır. Bu şekilde Tevrat’ın kronolojik yanlışları da ortaya koyulur. Ayrıca üç dönem arasındaki kopukluklara dikkat çekilir.

Eser kronolojiyi netleştirirken etnoloji ve dilbilimsel verilerden üst düzeyde faydalanır. Çünkü metinlere bilimsel nitelik kazandıran bu kanıtların güçlü sunumu erbapları için çok şey ifade eder. Yukarda bahsedilen üç dönem eldeki veriler paralelinde karşılaştırıldığında üç dönemin birbirinden bağımsız olduğu, İbrahim Peygamber ve Musa Peygamber kavmi ile Yahudiler arasında bir rabıta bulunmadığı, Musa Peygambere indirilen Tevrat’la MÖ 6. Yüzyılda Yahudiler tarafından yazılan Tevrat’ın aynı olmadığı ortaya koyulur. Çelişkiler o kadar yoğundur ki yazarın eserinde bahsettiği gibi iki İbrahim, iki Musa, iki Tevrat ortaya çıkar.

Ezber bozan tespitleriyle birlikte Susa kullandığı kaynaklarda çeşitliliğe dikkat eder. Özellikle Yahudi olmasına karşın farklı düşünen yazarların fikirlerine önem verir. Bununla beraber tarih öncesi dönemde yazılmış tabletler ve hiyeroglifleri kullanmaktan imtina etmez. Bu tarz kaynakların izini sürmek ve bu kaynakları günümüzün tarih anlayışıyla bağdaştırmanın olası güçlüklerine rağmen Susa bu işin altından layıkıyla kalkar.

Eser her ne kadar köklerle ilgilenmiş olsa da günümüze yakın dönemi anlatmaktan geri kalmaz. Özellikle Yahudi tezlerinin hız kazanmaya başladığı İsrail devletinin kurulmasına varan dönem tüm yönleriyle anlatılır. Kitabın yedinci ve sekizinci bölümü bahsedilen konulara ayrılırken günümüzde yaşanan problemlere ilişkin önemli bilgiler satır arasında okura sunulur. Fakat bu nitelikli bilgi sunumuna karşın Osmanlı-Arap ilişkileri konusunda yazar suskundur. Bölgede yaşanan hadiseler ve Arap İsyanı gibi olgulara yer verilmez. Ortadoğu’da Osmanlı’nın el çekmesine neden olan durumun sebeplerine pek değinilmez. Sadece Abdülhamit’in toprak satışına karşı çıktığı bilgisi verilir. Oysaki bölgedeki istikrarsızlık Osmanlı sonrasında ortaya çıkar, yazarın Osmanlı öncesi ve sonrasını karşılaştırması olayların daha net anlaşılmasını sağlayabilirdi.

Sonuçta, tarihi olayları anlamak için çapraz okuma yaparak olayların taraflarını karşılıklı okumak gerekir. Fakat konu Doğu-Batı olunca Batı’nın sınırsız üretkenliğine karşın Doğu’nun kendini anlatmaktan geri kaldığı görülür. Arap Yahudi ilişkilerinde de bu durumun sıkıntıları söz konusudur. Fikir ahlakına sahip, hakikatin peşindeki Yahudiler olmasa karşıt görüşe dahi rastlanmayacak bir alanda bazen fikri kısırlığın olduğu tarafı dinlemek erdemdir. Arapların haklı serzenişlerini dinleyen sundukları kanıtları onaylayan yazarların varlığı bu nedenle şaşırtıcı değildir. Susa’nın verdiği bilgileri çürütmek de öyle kolay değildir. Sadece bilimsel manada sessiz kalmış Doğu’nun Batı karşısında sesini yükseltmesi bile gerçeğin ortaya çıkmasının önünü açar. Karşı çıkılmayan yalanın doğru kabul edilmesi olasıdır. En nihayetinde Yahudileri ya da Arapları haklı çıkarmaktan ziyade hakikati ortaya koymak ana hedef olmalıdır.
Dikkate alındığını görmek güzel... Teşekkürler
Türk tarihinin Asya’da tecelli eden kısmı geride çok fazla yazılı belge bırakmaz. Zira Asya’da yaşam çok zordur. Doğan her çocuk önce doğayla emsalsiz bir mücadeleye girer. Yaşam mücadelesiyle sivrilen Asya insanı, amansız mücadelesi yetmezmiş gibi asker olur ve hemcinsleriyle ölüm-kalım savaşlarına girişir. Bütün bu hengamenin içinde kalemi ele almak zorlaşır. Ama bazı insanlar ve seçkinler için durum biraz farklıdır. Onların eğitim olanakları vardır. Bu sayede hiç bilinmeyen devirler ve devletler için yazılı kaynaklara ulaşmak mümkün olur. Mirza Haydar Duğlat da seçkin olmanın avantajını kullanarak kaleme sarılır ve çevresindeki dünyada gelişen olayları gelecek nesillere aktarır. “Tarih-i Reşidî” namıyla yazdığı eseri Çağataylılar döneminde Türkistan’ın tarihine ve coğrafyasına dair önemli bilgileri günümüze ulaştırır.

Mirza Haydar Duğlat, devrinin önemli bir asker ve devlet adamıdır. Çağatayların Duğlatlar boyundan gelen Mirza Haydar, soyluluğuna bağlı olarak iyi bir eğitim alır. Hatta güzel sanatlara ilgi duyacak kadar bulunduğu ortamın aksine tutum geliştirerek, entelektüel birikimini arttırır. Sahip olduğu birikimi yansıtmak ve yaşadığı dönemdeki olayların unutulup gitmesinin önüne geçmek adına eserini yazar. Zira Moğol efsanesi geçmiş çağların ihtişamından hızla uzaklaşır. Yaşanan efsanenin esamesinin gelecekte okunmayacağını ve kolay unutulacağını tahmin eden Mirza Haydar; tarihe bir iz bırakarak Moğolların, özelde ise Çağatayların siyasi ve askeri yaşamını yazmayı kendisine hedef edinir.

Eser kabaca iki bölümden oluşur. Yalnız burada dikkat çeken husus ikinci bölümün birinci bölümden önce yazılmasıdır. Yazar yazdıklarını daha sonradan kronolojik bir tasnife tabi tutmasından dolayı böyle bir zaruret doğmuş olabilir. Zira eserin ilk bölümünde, 14. yüzyılda hüküm sürmüş Çağatay Tuğluk Timur döneminden, Mirza’nın yaşadığı devir olan 16. yüzyıla kadar olan olaylar ele alınır. Eserin ikinci bölümü ise, Mirza Haydar’ın başrolde olduğu ve Duğlatların etkin bir biçimde hüküm sürdüğü 16. yüzyılın ikinci çeyreğindeki olaylara yer verilir. Bu açıdan eserin ikinci kısmı Mirza Haydar’ın kişisel yaşamı ve mensubu olduğu boyun tarihi olarak nitelendirilebilir. (Eserin ikinci bölümü, 1540’lı yıllara yoğunlaşır, bu dönemde Çağatayların ve bölgenin yönetiminde Said Han oğlu Abdürreşid hanın olmasına binaen eser Tarih-i Reşidî olarak isimlendirilir)

Her eserin hikayesinin olmasıyla beraber, Tarih-i Reşidî’nin hikayesi biraz uzundur. Eser ilk kez Farsça olarak kaleme alınır. Sonra bizzat Mirza Haydar tarafından Türkçeye çevrilir. Bu yüzden elde Türkçe ve Farsça nüshalar bulunmaktadır. Bu nüshalar 19. yüzyılın sonunda İngiliz Oryantalist Edward Denison Ross tarafından İngilizceye çevrilir. Türkçeye çevirisi ise 2006 yılında Osman Karatay tarafından yapılır. Türk tarihi açısından bu kadar kıymetli bir eserin Türkçeye çevirisinde neden bu kadar geç kalındığı bir tarafa bırakılırsa, Ross’un yaptığı işi en nihayetinde takdir etmek gerekir.

Ross, eseri İngilizceye aktarırken yaklaşık 150 küsur sayfalık muazzam bir giriş yapar. Üstelik bu giriş Ross’un bölge tarihi ve coğrafyasına dair zengin bilgi birikimini de gözler önüne serer. Bu güçlü giriş vasıtasıyla Çağataylara, Moğollara, Türklere özelde Uygurlara ve diğer Asya milletlerine dair önemli bilgilere ulaşmak mümkündür. Ayrıca yazar ve eseri, Tarih-i Reşidî’nin yazılmasından sonraki durum giriş kısmında çok iyi anlatılır. Ama Ross, Oryantalist olmasına binaen bazen bakış açısını yansıtan bilimsellikten ve tarihi realitelerden uzak görüşlerini yorumlarına yansıtır. Bu kısımlara eseri Türkçeye çeviren Osman Karatay dipnotlarla şerh düşerek, Ross’a eleştirel yaklaşır. Karatay’ın alanın yetkin bir uzmanı olmasının artıları bu noktalarda kendisini gösterir. Zira eserin İngilizceden dilimize çevrilmesi kadar; dilimiz, tarihimiz ve kültürümüz odaklı yanlış görüşlerin tadil edilmesi de önemlidir.

Mirza’nın yazdıklarına gelinecek olursa, öncelikle eserin döneminin yazım özelliklerini yansıttığından dolayı okuyana bir farklılık hissi vereceğini düşünmek olasıdır. Tarihe ilginin günümüzdeki gibi olmadığı dönemlerde müelliflerin yazdıklarını etkili kılmak adına bazı girişimlerde bulundukları bilinir. Mirza Haydar da bundan bigane olmayıp telif ettiklerini güçlendirmek için sık sık söz sanatlarına, dizelere, farklı hikayelere ve menkıbevi olaylara başvurur. Çünkü, Orta Çağlarda hitabet ve belagatin önemine binaen Mirza Haydar yetenekleri göstermek ister. Hatta öyle ki anlatımın akışını bozan bu kısımlar Ross tarafından sık sık çıkarılarak ana metin kısaltılır.

Her ne kadar Ross, Mirza’nın üslubunu yadırgayıp metne kendince şekil verse de yaklaşık beş yüz yıl önce yaşamış birinden akademik tavır beklemek yanlıştır. Üstelik sunulan siyasi tarih anlatısının dışına çıkan bilgilerin de muhatapları için çok şey ifade ettiğini belirtmek gerekir. Misal, yazılan dizeler edebiyat araştırmaları için önemlidir. Ayrıca verilen menkıbevi olaylar ve hikayelerin de akılda kalıcı, okumaya ısındırıcı yönünün olduğunu belirtmekte fayda var. Zira aradan geçen yüzyıllara rağmen anlatılanlar ilgi çekiyorsa, Mirza’ya uzun yıllar sonrasında hak vermek ve onun basiretini takdir etmek olasıdır. Ayrıca eserde bu tarz tarih verisi dışında kalan yerler azdır.

Mirza Haydar, her şeyden önce tarihi olaylara ve durumlara yoğunlaşır. Olaya önce genel bir anlatımla yaklaşır yer yer özele inerek tarihi vakaya teferruat kazandırır. Tarihi karakterler detaylı bir biyografik tahlile tabi tutulur. Sonra karakterin tarihi rolü üzerine değinilir. Olayın bütüncül anlatımı karşıdakine anlatımı kavratmayı önceleyen bir üslubun ortaya çıkmasına neden olur. Ayrı ayrı başlıklarla ele alınan eserde her bir başlık yoğunlaşılan tarihi konunun önceden tasnif edildiğini ve metnin yazıldıktan sonra dikkatlice düzenlendiğini akla getirir. Zira tarihi bir karakterin önce hayatı, sonra yaptığı faaliyetler ve en son tarihten çekilişi birbirini izleyen başlıklarla sunulur. Bu başlıklardan mürekkep konu dışı değinilerin tasarımı her ne kadar günümüzün akademik anlayışına uymasa da tarihi anlatıya destek olarak giren günümüzdeki dipnotlara benzer.

Dipnotlara söz gelmişken, Ross’un Mirza’nın ana metnine yaklaşırken bol notlandırma kullandığını belirtmek gerekir. Özellikle tarihi coğrafya ve kavim isimlendirmelerine ilişkin veriler etimolojik ve etnolojik olarak mercek altına alınır. Bölge ile ilgili verilen isimler onomastik ve toponomik usullerle analiz edilir. Tabii bölgenin tarihine detay kazandıran bu çevirmen tarzını her eserde görmek okurun beklentisi paralelindedir. Çünkü, metnin bazen deşifre edilmesi zaruridir. Keza bazı kavramlarla neyin kastedildiği ve terimin gerçek anlamının ne olduğu muamma olarak kalabilir. Bu da okurun metinden soğumasına neden olur. Ross’un okurun; işini kolaylaştırarak, sözlüğe daha fazla el uzatmasına mani olduğu söylenebilir. Ek olarak, Ross, Tarih-i Reşidî’nin bütün nüshalarını karşılıklı olarak kritik ederek anlatısını dipnotlarda sürdürür. Şayet nüshalardan birisinde kelime farklı kaleme alınmış ise bunun olası sebeplerini belirtir.

Mirza Haydar’ın eserinde çağdaşlarında pek rastlanmayan bir özellik de mevcuttur. Eser bir yönüyle de hatırattır. Bu da yaşanılan olaylarda tasvir gücünün beklenilenden fazla olmasının önünü açar. Hatta öyle ki bazen olaya ilişkin betimlemeler bir macera filmindeki aksiyon sahnelerini aratmaz. Savaş anlatımlarındaki detayların harp tarihine yeni bir boyut kazandırdığı bile düşünülebilir. Özellikle okuru ve araştırmacıyı Orta Çağ’a götüren tasvirin mikro tarih ve sosyal tarih araştırmaları yönünden önemi barizdir.

Ayrıca yazımızın başında Orta Çağ’da kaleme kağıda pek dokunulmadığını düşünürsek, yazarın bazen yazdıklarının eşi ve benzerinin olmadığı savunulabilir. Çünkü bazı konularda yazarı kaynaklar vasıtasıyla teyit etmek mümkün değildir. Anlatılanlar sadece Tarih-i Reşidî’nin sayfalarında vardır. Bu da eserin kıymetini arttırır. Misal müellif: “Tibet diğer ülkeler gibi anlatılmaz, bunlar sadece böyle bir ülke olduğundan bahsederler ve burayla ilgili kısa bir malumat verilir. Bu yüzden, Tibet’le ilgili hiçbir kitapta bulunmayacak bazı ayrıntıları sağlamaya cesaretlendim (s.575)” diyerek, Tibet’le hiçbir kaynakta olmayan değerli bilgileri verir. Misal Tibetlilerin çiğ et yedikleri, seneden 40 günden fazla çalışmadıkları, atlarının et yediği, yük hayvanı olarak koyunu kullandıkları, 124 bin peygambere ve kurtarıcının geleceğine inandıkları, tünellerden altın çıkarıp bazen bu tünellere saklandıkları, tenasühe inandıkları vb. ilginç sosyal, kültürel, dini anlatılar Mirza Haydar tarafından okura ulaştırılır.

Bu arada yazarın müverrih (tarihçi) ismini dolduran tavırları dikkat çekicidir. Bir kere her ne kadar yer yer taraf olan bir üslubu benimsese de objektifliğini öne sürer. Bunu “amcam hakkında dahi kötü yorum yapabiliyorum” diyerek vurgular. Misal tarihi yaklaşımını yansıtırken kullandığı bu cümleler dikkat çekicidir: “Bu muhtasarı yazarken kendime yüklediğim mecburiyetlerden birisi, diğer insanlardan ve iyi kaynaklardan duyduklarımı, önem taşıyorsa kısaca hikaye etmek, bizzat şahit olduğum olaylarda ise, abartıya kaçmak korkusuyla bir konu üzerinde detaylara girmemektir. Ama bizzat şahit olduğum veya fiilen içinde bulunduğum olaylar şahsi tecrübelerle yazılmış şeylerdir (s.428)” der. Bu satırlardan devrimizin modern tarih yaklaşımına örnek olacak kaidelere ulaşmak mümkündür. Bu arada Mirza Haydar, birinci el kaynak etiketine sahip eserini oluştururken devrin önemli eserlerinden de (Zafername- Camiu’t Tevarih vb.) istifade etmeyi ve yeri geldiğinde onları kullanmayı layıkıyla bilir. Müellif tarihçiden ziyade herkesin taşıması gereken hakikat borcunu da şöyle ifade eder: “Bu satırları okuyan kişilerin beni mübalağa etmek ve iftira atmakla suçlamasından Tanrı esirgesin (s.428)”. Yine Mirza Haydar’ın metodolojik yaklaşımını göstermesi açısından bu satırlar önemlidir: “Bahsetmeye layık olsun veya olmasın, buldukları her şeyi anlatmak tarihçilerin şanındandır. Çünkü beylerin iyi vasıflarını yazıya geçirmek ve bütün kötü eylemlerini görmezden gelmek değil, geride bu dünya halkının bir kaydını bırakabilmeleri için, daha ziyade ayrım gözetmeksizin tüm gerçekleri ifade etmek onların amacıdır (s.295)”. Gerçeğe objektif doğruya yönelen bu satırlar yazarın tarihi yaklaşımının doğruluğuna vurgu yapar.

Mirza Haydar, eserinde hakikat konusunda bu kadar hassas olmasına karşın eserin sunumundaki güçlüklerden dolayı bazen fazlasıyla zorlanır. Misal kendisine sözlü olarak gelmiş verilerin bazılarının üzerinden uzun zaman geçer. Bu da bilgilerde başkalaşımın önünü açar. Kimi zaman bu bilgi değişimi Mirza Haydar tarafından pek dikkate alınmaz. Bununla beraber olayların sunumunda kronolojik bir sıra takip edilmediği için yer yer karışıklıklar ortaya çıkar. Bazen ilmi tutarsızlıklara bağlı olarak mesafeler ve coğrafi yerler üzerindeki bilgiler karışır. Kabileler ve yerleşim yerlerinin bulundukları coğrafya üzerine verilen tutarsız malumat, haritalarda yer bulma sorunlarını beraberinde getirir (Eserde harita kullanılması okurun işini kolaylaştırabilirdi). Son olarak sık sık yapılan gereksiz tekrarlar konuyu bağlamından uzaklaştırır.

Sonuçta, Mirza Haydar, milletine, devletine, ailesine olan sorumluluğunu layıkıyla yerine getirir. Milletinin adı sanı unutulmasın diye yazdıkları günümüze kadar gelir. En nadide bilgiler satırları arasında tecessüm eder. Meşhur Babür Devleti’nin kurucusu Zahireddin Babür Mirza Haydar’ın teyze çocuğudur ve eserinde onun için yazdıkları Mirza Haydar’ın devri için ne kadar kıymetli bir insan olduğunu kanıtlamaktadır: “Elinden yazı yazmak, resim yapmak, ok, mızrak ve yay kullanmak gibi her iş gelirmiş. Şairlik kabiliyeti de vardır…” Devrinde böylesine bir etki bırakmış, çok yönlü bir şahsiyetin yazdıklarını dikkate almak bir İngiliz’den çok Türk okuruna ve araştırmacısına borçtur.


Tarihi olayları anlamlandırmak için belirli sistematik analizler yapılır. Yapılan bu analizlerin minvalinde yeni fikir akımları tarihe kendi cephesinden şekil vermeye başlar. Esasında yapılan fikir jimnastikleri tarihin felsefesini ortaya çıkarır. Tarihi olaylara bir terzi edasıyla elbise biçen bu yaklaşımların sayesinde farklı görüşlerin ekseninde aslında birbirine çok benzeyen tarihi vakalar birbirlerinden çok farklı şekilde değerlendirilirler. Oysaki geçmişte yaşananları kavramak için bazen tersinden düşünmek gerekir. Yani olayı fikre uyarlamak yerine, fikri olaya göre kurgulamak bazen çıkar yol olabilir.

Tabii tarihi yeniden kurgularken bütün tarihi olayların aynı kalıba sokulması zarureti ortaya çıkar. Bu pek mümkün görünmemektedir. Yani yukardaki örnek üzerinden gidecek olursak herkesin vücuduna uyabilecek bir giysiyi dikmek gerekir. İşte büyük Rus tarihçisi Gumilev, terziliğin (tarihçiliğin) imkansızı denilebilecek bir tasavvurun peşinden koşarak, muhayyileye sığmayan tarihi olayları kendi fikri kalıplarına uydurur.

Tarih neden-sonuç ilişkilerinin bir bütünüdür. Yani bütün tarihi olaylar illiyet bağlarıyla birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Her “son” bir “yeniden başlangıcı” izler. Devam edegelen bu olaylar silsilesinin belirli bir sistemin dahilinde gerçekleştiğini tespit etmek Gumilev’in yegane hedefini oluşturur. Usta tarihçi ele alacağımız “Son ve Yeniden Başlangıç” eserinde olduğu gibi bütün çalışmalarında mezkur hedefinin tahakkuku için çaba sarf eder.

Gumilev’in sistemleştirdiği etnogenez tezi diğer eserlerinde olduğu gibi bu çalışmasında da sağlam delillerle temellendirilir. Tabii bu fikri parlamalara hakim olabilmek için Gumilev’in diğer eserleri de iyice sindirilmelidir. Zira bu Gumilev’in kendine has terminolojisini içeren izah dili bu eserinde de anlatıya hakimdir. Farklılaşan tek şey tarihi örneklerdeki artıştır.

Etnogenez, zaman içinde belirli safhalar şekilde tasavvur edilen bir tezdir. Halklar tıpkı insan organizması gibi doğar, yaşar ve ölürler. Nasıl ki insanın yaşamı bebeklik, çocukluk, gençlik vs. gibi aşamalardan geçtikten sonra nihayete eriyorsa, etnogenez de benzer aşamaları içerir. Etnogenez’in; yükseliş, akmatik, kırılma, atalet, obskürasyon, rejenerasyon olarak sınıflandırabileceğimiz bu aşamalarını geçen etnoslar (halklar) yaşam döngülerini sona erdirirler. Tabii bu şekilde kabaca taslağı sunulabilecek yapının oldukça karmaşık bir işleyişi vardır.

Etnogenezin kendine has kompleks yapısını çözümlemek için Gumilev, ele alacağımız eserinde direkt konuya girmeden evvel etnosun kendine has özellikleri ve özgülüğünü masaya yatırır. Aslında bu giriş kabilinden açıklamaların etnos kavramının anlaşılmasının önünü açtığı ve okuru konuya ısındırdığı savunulabilir. İlerleyen satırlarda etnosun ele avuca sığmaz ve anlamlandırılması güç yapısı açığa çıkınca evvelden yapılan bu açıklamaların önemi daha iyi anlaşılır. Ayrıca bu kısım soru cevap şekilde tasarlanmış olup, okuru konunun merkezine çeken bir üslupla tasarlanır. Aslında soru ve cevaplarla konunun terminolojisi okura kanıksatılır.

İzleyen bölümde Gumilev’in etnogenez tezinin ikinci büyük kavramı olan “passionerlik” açıklanır. İnsan doğasına has olup, bir ideal uğruna fedakar bir biçimde hareket etme güdüsü passionerlik kavramı çerçevesinde birey ve toplum ölçeğinde mercek altına alınır. Aslında deyim yerindeyse kitabın ortasından konuşulan bu bölümde passionerlik, ana hatları dışına fazla çıkılmaksızın anlatılır. Tabii yine de konunun bağlam bakımından derinleştiği, kavramların çatallaştığı, basit örneklerle kompleks tanımlamaların yapıldığı bu bölümde dikkatli okumanın şart olduğu görülür. Çünkü Gumilev fikirlerini kristalize hale getirirken anlaşılma kaygısından çok tezi kanıtlama niyetiyle hareket eder. Okurun konuya uyum sağlaması bu yüzden zaruridir. Tez temelinde şablonunu oluşturan Gumilev, tarihi olayı şablonun üstüne oturtarak meramını anlatmayı hedefler. Bu yüzden şablon iyi anlaşılmalı tarihi olayın örnek olarak uyumluluğu tekrar düşünülmelidir.

Etnos ve passionerliğe ayrılan ilk iki kısımdan sonra etnogenezin safhalarına geçilir. Dokuz kısım dahilinde etnogenezin aşamaları açıklanır. Gumilev’in diğer kitaplarının aksine bu safhalar karışık tarihi olaylardan ziyade belirli bir etnos (Bizans, Arabo-Soğdian, Franklar), coğrafya (Hindistan, Avrupa, Çekya), grup (maniheistler, İsmaililer, markiyonistler) paralelinde anlatılır. Bu anlatım; tarihin yer, zaman, insan grupları gibi bileşenlerinin önemini kavratacak şekilde güçlü bir izahla tezahür eder.

Tabii kitap devam ederken giriş bölümlerindeki kadar yoğun olmasa da terminolojik bilgi aktarımı aralıklarla devam eder. Her bir etnogenez safhasında görülen süper etnos, subetnos, passioner ısınma ve kırılma vb. gibi kavramların anlatıldığı fark edilir. Etnogenezin safhalarında yoğun bir tarihi anlatım söz konusudur. Aslında bazen konunun etnogenez olduğunun bile unutulduğu tarihi bilgi sunumu fazlasıyla etkileyicidir. Zira Bizans, Roma, Hindistan, Avrupa, Asya tarihine ilişkin her kitapta rastlanmayacak bilgiler akılda kalıcı örneklerle okura verilir.

Gumilev, anlatısının etnogenez tezine ait kısımları ne kadar anlaşılmaz ise tarihi örneklerle şekillendirdiği anlatısı da o kadar anlaşılırdır. Çünkü ağır izahlarının farkındaymış gibi anlatısını renklendirir. Bazen bir efsane, bir edebi örnek ve şaşırtıcı bir anekdot da satırlar arasında kendisine yer bulur. Aslında bu tarz anlatılar başka bir tarihçi tarafından ele alınacak olsa akademik yetersizlik yakıştırmasının söz konusu olduğu yorumlar öne çıkabilir. Ama Gumilev için bu durum söz konusu olmadığı gibi bu tarz anlatılar Rus tarihçiye yakışır.

Yine diğer kitaplarının aksine Gumilev bu eserinde etkin bir biçimde kullandığı tarihe yardımcı diğer bilim dallarının (coğrafya, biyoloji vb.) etkisini azaltarak kültürel anlatımlara yönelir. Misal kültürogenez isimli kavramı vasıtasıyla etnogenezin folklorik ayağını gayet güzel bir şekilde ortaya koyar. Kültürel anlatılar geçmişte yaşayan insan gruplarının özelliklerine yöneldiği zaman doğal olarak etkileyici bir görünüme kavuşur. Gumilev; Çin, Hindistan, Tibet vb. kadim kültürleri karşılaştırmalı olarak ziyadesiyle güzel bir şekilde dile getirir. Hem kültür hem tarihi bilgi yönünden bu yoğun anlatılar, etnogenez dışında yazarın okuruna didaktik davrandığının kanıtı gibidir.

Gumilev’in diğer eserlerinin aksine bahsettiğimiz kitabında “biz” kavramına daha çok yer verdiği dikkat çeker. Her ne kadar vurgulamasa da taşıdığı Hristiyan, Ortodoks ve Rus kimliklerini eserlerinde hissettirir. Ama bunu objektifliğine halel getirmemek adına fazla belli etmeyen Gumilev, yorumlarının bazı yerlerinde Ruslar demek yerine “biz” der. Tabii bazen tarafsızlığına halel geldiğine de şahit olunur. Misal Girit’te soykırıma uğrayan Türkleri vurgulamaksızın Patriğin 2. Mahmut tarafından idam edilmesini eleştirir. Bu anlatılar dikkate alınmaz ise Gumilev’in genelde objektif olduğu dikkatten kaçmaz.

Sonuçta, tarihe Gumilev gibi geniş bir açıdan bakan tarihçi çok azdır. Onun bakış açısına ulaşabilmek için onun kadar okumanın zorunluluğu düşünülebilir. Kullandığı sınırsız varyasyondaki tarihi olay anlatılarıyla her fırsatta tezine daha rahat dayanaklar bulur. Tezini kanıtlarken tarihi öğretir, öğretirken düşündürür. Her tarihi anlatı insanı düşünceye sevk etmez. Özellikle tarihin felsefesini direkt olarak hedeflemeyen eserlerin tali olarak düşünceye boyut kazandırma rolleri tartışılır. Ama Gumilev’in anlatısı düşünmeyi önceleyen için çok şey anlatır.


Tarih, bazen hayalle gerçeğin arasındaki ayrımın ortadan kalktığı bir duruma ses verme amacı güdebilir. Zamanın katlanarak altında bıraktıklarını keşfe çıkan tarihçi, eldeki verilerin anlattıklarıyla ikna olmak ister. Ama insanoğlu kimi zaman inanma istediğine öylesine meftun olur ki hayal, mit, efsane gibi olguları gerçeğin yerine ikame ederek, bilinçli ya da bilinçsiz yalanların müptelası olur. Misal karşılaşılan olumsuz durumlarda kurtarıcı bir süper güce inanmak, kurtulmak için çaba sarf etmekten daha kolaydır. Günümüzde haber kaynağının bin bir teyide ihtiyacı olduğu düşünülürse, geçmişin söylediklerini daha kaotik hale getiren bilgilerin iyi bir biçimde elenmesi zaruridir.

Gumilev de tarihçi olmanın verdiği vicdani sorumlulukla, gerçeği sorgulamaktan çok gerçeği aramak şiarıyla muhayyel bir hükümdarlığın izini layıkıyla sürer. İlk aşamada Gumilev’in basit bir yol izleyerek muhayyel hükümdarlık var mı, yok mu sorusuna yanıt aradığı düşünülebilir. Oysaki hedeflenen amaç pragmatik olmaktan çok didaktiktir. Her akademik kitap kendi tezini ispata yönelirken, Gumilev tezinin ispatıyla kalmayıp metodun ispat üzerindeki işlerliliğini de kanıtlar.

Okurun hem teze hem de izlenilen yönteme aşina olarak ikna olduğu bu anlayışla Gumilev’in farklı bir metodoloji denediği savunulabilir. Aslında anlatılan olaylarla belli bir dönem ve yer tarihçinin hedefinde yer alır. Aşama aşama verilen bilgilerle Moğol intişarının öncesine ve sonrasına İç Asya cephesinden mercek tutulur. Bu dönemde ortaya çıkan, adından sıkça söz edilen, klasik kaynaklarda geçen Rahip Yohannes ve krallığı hakkındaki bilgiler sorgu sandalyesine oturtulur. Çıkan sonuçların ilginçliği kadar izlenilen yol da okura çok farklı bir dünyaların kapılarını açar.

Öncelikle Gumilev, kısıtlı bir bakış açısıyla sadece olayın tarihte kapladığı alanın izdüşümünü yansıtmayı hedef edinmez. O, adeta çok yüksek bir noktaya çıkar; hedef olayların geçtiği bütün bir sahayı ve zamanı içine alacak şekilde kuşbakışı gözlemleyerek tespitlerini genelden özele doğru sıralar. Zira olayların çapı beklenildiği kadar küçük değildir. Dedikodunun ve sınırları tanımayan sözlü şayiaların yarattığı hayali alanın çapı devletleri ve büyük insan kitlelerini içine alır.

Bilgi kirliliği ve söylentilerin yarattığı puslu havaya, nakilci tarihçilerin sathi değerlendirmelerinden kaynaklanan olumsuz tablo eklenince hem okurun hem de tarihçinin işi zorlaşır. Gumilev, bu çıkmazdan yoğun bilgi aktarımıyla eski ve yeni kaynakları layıkıyla sentezleyerek yol bulmaya çalışır. Her ne kadar bu metot okura ağır gibi gelse de aslında bilgi, büyük lokmalar şeklinde değil de daha hazmedilebilecek şekilde okura sunulur. Üstelik tarih disiplininin masalsı yönü Gumilev’in el yordamıyla okurun metne daha rahat uyum sağlamasının önünü açar.

Aslında ilk bakışta eserin sayfaları karıştırıldığında konu bütünlüğünün bölük pörçük olduğu izlenimi edinilebilir. Ama yazarın üslubu öylesine iyidir ki satırlar ilerledikçe anlatılan konuların her seferinde bağlamına daha iyi oturduğu fark edilir. Yine Gumilev’in diğer eserlerinde olduğu gibi farklı disiplinler etkin bir şekilde kullanılır. Bu eserin muadili olan başka eserlerdeki yoğun siyasi anlatının yerini dengeli bir biçimde tarihe yardımcı bilimlerden elde edilen bilgiler alır. Bunun en iyi örneği yazarın coğrafya malumatıdır. Hatta öyle ki yüzyıllar süren zaman dilimindeki coğrafik ve atmosferik değişimler hava durumu bülteni gibi sunulur. Bir tarihçi için coğrafya her ne kadar yeryüzünün şekilleri gibi algılansa da Gumilev’in verdiği bilgilerle bu fikir yıkılır. Zira Gumilev kendine has terminolojisiyle atmosferi (kendi deyimleriyle biyosfer, teknosfer) tarihi coğrafyanın kalbine oturtur.

Satırlar ilerledikçe zikredilen kavim ve yer adlarının yoğunluğu dikkat çeker. Aslında bu yoğun bilgi akışı yazarın uzmanlık alanı İç Asya tarihine vukufiyetini kanıtlar. Asya’da kavim ve yer adlarındaki çeşitlilik düşünülünce bazı konuları vazıh bir biçimde sunmanın zorluğu anlaşılır. Ama Gumilev burada da devreye girerek isimlendirmelerin filolojik ve kültürel kodlarını ortaya koyar. Milletlerin genetik kodlarını sıfırlayan bu kültürel ve sosyolojik isimlendirmelere dair tespitler ise yazarın güçlü bakış açısını kanıtlar niteliktedir. Özellikle diğer kavim ve gruplar tarafından hızlı bir biçimde benimsenen Tatar etnoniminin sürülen izleri Asya haritasındaki etnik şekillenişteki karanlık alanlara ışık tutacak şekildedir.

Eserin ana ağırlığının Moğolların kuruluş ve yayılışlarına ayrıldığı dikkatten kaçmaz. Moğolların ilk yılları ise oldukça karışık bazı soruların birbirine eklendiği bir bulmacayı andırır. Aslında yazar, muhayyel bir hükümdarlığın izini sürerek, bu tarz bilinmezlerin yarattığı merakın saikiyle nasıl hareket edilmesi gerektiğine dair tüyoları okurlarına verir. Misal Moğol tarihiyle ilgili kaynaklar sınırlıdır. İlk aşama da müellifi belli olmayan Moğolların Gizli Tarihi ve Reşidüddin’in Câmiu't-Tevârîh’i Moğol tarihine ışık tutmak amacıyla kullanılırlar. Bahsedilen eserlerde geçen bilgiler çoğu zaman kati hükümmüş gibi sorgulanmaksızın kaynaklardaki yerini alır. Ama Gumilev klasik kaynağa sadece nakli hedefleyerek yaklaşmaz.

Gumilev, bir Orta Çağ kaynağının nasıl tahlil ve tenkit süzgecinden geçirileceği hususunu ders verir tarzda anlatır. Elde edilen veriler ise çarpıcıdır. Aynı kaynak içinde birbirlerine zıt bilgiler, farklı kaynakların karşılaştırılmasıyla ortaya çıkan tezatlar eserde sunulur. Yine İgor Alayı Destanı gibi Rus tarihi açısından önemli bir destan eldeki doğruluğu kanıtlanmış malzeme ile gerçeklik testine tabi tutulur. Bu açıdan eserin metodolojik yönünün güçlü olduğunu ve yazarın tecrübelerini yansıttığı söylenebilir. Özellikle yazarın mezkûr eserinde yer verdiği bilimsel araştırmalarında kullandığı alan-zaman cetveli, kronolojik tablo ve haritaların tarih bilimiyle uğraşanlara metodolojik olarak yeni yaklaşımları kazandırması mümkündür.

Her yazar metodolojik yaklaşımıyla beraber edebi üslubunu da okurlarına yansıtır. Gumilev, bir olayı neden-sonuç ilişkisini önceleyerek anlatırken; olayların az bilinen, enteresan, gizli ve anlaşılmaz yönlerini de ortaya koyar. Misal Asya’da kullanılan zehirli okların nasıl yapıldığı, düşmana nasıl etki ettiği, oklara maruz kalanların zehrin etkisini nasıl ortadan kaldırdığı gibi bilgilerden bahsedilir.

Üstelik satır aralarında enteresan bilgileri vermekle beraber eserin üst düzey kaynak statüsüne ulaştığı kısımları da mevcuttur. Misal Asya’nın dini tarihi hususunda sunulan bilgiler din tarihini merkeze alan birçok kitapta yoktur. Zira birçok dinin merkezinin Asya olduğu düşünülürse eserin önemi daha iyi anlaşılır. Ayrıca büyük semavi dinlerden ziyade dinlerin alt fraksiyonları, mezhepsel farklılıkları, yayılım alanları, çatışmaları ve Asyalı liderlerin dini tutumları satırlar arasında ayrıntılı sunulur.

Sonuçta, şayet tarih okuyorsanız yeni bilgilerle karşılaşmak sizi şaşırtabilir ama yeni bir bakış açısı kazandıran bir yöntemin pratik sunumuna şahit oluyorsanız şaşkınlığınız daha da artar. Üstelik sadece şaşkınlık da söz konusu değildir. Tarihe bakış açınızı temelden değiştiren bazı bilgiler yeni bir anlayışla eserlerin değerlendirilmesinin önünü açar. Gumilev tarihe karşı olan perspektifinizi değiştirecek güçte bir yazardır. Misal klasik kaynaklara ve destanlara Gumilev gibi yaklaşırsanız sorgularınızın bilimsel sonuçlarına istinaden şüphelerinizin yerini kendi tarih teziniz alır. Zaten tarih yapmak da bir anlamda Gumilev’in metodolojik yolunu izlemekle amacına ulaşır.