Toplam yorum: 3.077.822
Bu ayki yorum: 4.700

E-Dergi

zafer saraç

1980 yılında Elazığ’da doğdu. İlk orta öğrenimimi aynı ilde tamamladı. Laboratuar, Biyoloji ve Tarih eğitimi aldı. Biyoloji bölümünü derece ile bitirdi. Tarih bölümünü bölüm ve fakülte birinci olarak tamamladı. 2019 yılında "Bazı Çin Seyahatnameleri Üzerine Bir Değerlendirme (MÖ 139- MS 984)" isimli tezi ile Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'de Yüksek Lisans öğrenimini tamamlayarak mezun oldu.2015 yılında arkadaşlarıyla beraber Elazığ'da Telmih Kültür Sanat Tarih ve Edebiyat dergisinin kuruluşunda görev aldı. www.kitapsuuru.com sitesinin genel yayın yönetmenliği, Telmih dergisinin editörlüğü görevini yürütmektedir. Yayımlanmış Seyahat Diyen Kitaplar isimli bir kitabı bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli yayın organlarında yayımlanmış makaleleri bulunmaktadır.

biozafer Tarafından Yapılan Yorumlar

Edebiyatın bir sihir olduğu tasavvurundan hareket edilirse her şeyin edebiyatının yapılmasının mümkün olduğu gerçeğiyle karşılaşılır. Fantastik âlemlerden gerçeğin en saf haline kadar, hemen hemen her şey, edebiyatın o efsunlu diliyle izah edilebilir. Ama bir duygu vardır ki onun edebiyatı hiç bitmez. Adına Aşk denen mezkûr kavram bu nedenle kalemi eline alanların eşsiz bir malzemesi olur. Sevginin yücelttiği aşk kavramına adı sanat olan her yerde rastlanmakla birlikte bir kitabın satırlarına sarmalanan aşk öykülerinin modası hiç geçmez. Hatta öyle ki bin yıl önce yazılmış destanlaşmış bir hikâye bile daha dün yazılmış gibi okuyan üzerinde etkisini gösterir.

Tarık Tufan’ın son kitabı ise klasik ifadeyle bir âşık maşuk ilişkisidir. İdealize edilmiş aşka biçilen hikâyenin öyle efsanevi olmayacağının ve sadelikle de gayet güzel bir şekilde izah edilebileceğinin, okurun gerçeklik algısıyla daha çok uyuşabileceğini hesap eden Tufan, aşkın soyut boyutunu güçlü ve yalın bir gerçekliğin üzerine inşa eder. Olaya duygu penceresinden bakan başkahraman ve aynı zamanda anlatıcı Orhan’ın platonik aşkının kendisine olan yıkımına dair o meşum hikâyesine takılan her bir öykü halkası anlatıyı daha rafine bir hale getirir.

Aslında sözün sözü açması gibi hikâyenin de başka hikâyelere eklemlenmesi, edebiyat dünyasında çok kullanılagelen bir tarzdır. Çünkü karakterler ana anlatıya yaşam öyküleriyle girerler. Tufan ise bu hikâyeleri okura ilk aşamada vermez. Önce karakterleri gizemin boyasına boyayarak onları şifreli bir kasaya dönüştürür. Duygudaşlığın anahtarını eline alan anlatıcı yaşamına misafir olan her bir karakteri meraklı bir şekilde ele alarak, onların öykülerini deşifre etmeye gönüllerinin gizli kısımlarını açmaya çalışır. Bu tarz anlatımın okur için cezbedici olduğunu söylemeye gerek yoktur. Çünkü okur ilk aşamada anlatının sürükleyici olmasını bekler. Çözülmesi beklenen her düğüm, okuyucuyu daha güçlü bir biçimde satırların arasına çeker. Daha çok polisiye eserlere yakışan gizem kavramı ise öykünün sonunun kolay tahmin edilebilirliğinin önüne geçer. Zira beklediğini basit bir şekilde bulan okur, takip ettiği satırların notunu kırabilir.

Bir aşk öyküsünde, tabii ki karakterler ön planda olmak zorundadır. Ama ziyadesiyle iyi döşenmiş bir mekân söz konusuysa, bazen kahramanlar o dekorun içinde kaybolurlar. Eserdeki Saklıkuyu bölgesi bu açıdan iyi seçilmiş ve iyi bezenmiş bir mekândır. Bir kere ortamın kasveti, eşsiz havası, anlatılan her bir karakteri geçmişiyle beraber çok iyi sarmalar. Mekânın birleştirici misyonu, zincirin halkaları gibi bir araya gelmiş kahramanları Orhan’ın birer uydusuna çevirir. Üstelik yaşanmışlıklardaki ortak nokta sadece mekânla da ilintili değildir. Eksikliği hissedilen kaybın yoksunluğunu yaşayan her kahramanı dibine çeken müşterek bir kader kuyusu da söz konusudur.

Direnen yaşamların öyküsü büyük bir acıyla başlar. Her acı ayağa bağlanan taş misali ummanı andıran dünyada insanı dibe çeker. Ya çırpınılır ya da kadere teslim olunur. Teslimiyetin de çırpınmanın da kendine has öyküsünden çıkarılacak dersler vardır. Tufan’ın satırlar arasında sakladığı dersleri ise iyinin, kötünün; zalimin mazlumun; aşığın maşuğun; söylediklerinin kulağa küpe olacak şekilde aforizmalar şeklinde ortaya çıkmasıyla kendisini gösterir. Hayatlarında acıyla sınananlar, sorgularının bedelini güçlü cümlelerle verirler. Bu cümlelerle anlatımını zenginleştiren Tufan, şiirsel diliyle okurunu her fırsatta kendi kıyısına çekecek mesajları satırlar arasına gizler.

Eserden ders çıkarmak bir yana bırakılırsa, anlatılan olayların kendisine has bir yaşanılabilirlik içerdiğini de belirtmek gerekir. Okurun anlatılan karakterlerle duygudaşlık kurmasının yolu da bir anlamda buradan geçer. Kahramanın kendi kendisiyle cebelleşmesi esnasındaki sayıklamaları, düşünsel bir muhasebenin anlamlı verileri olarak ortaya çıkarken, aslında “ben de bu durumda olsam böyle düşünürdüm” diyen okurun duygularına tercüman olur. Tabii her eserde bunu görmeye imkân yoktur. Duygulara şekil vermek isteyen yazarlar, bazen lastik misali çektikleri duygu yumaklarından çözümsüz düğümler oluşturup öylece bırakırlar. Oysaki hisleri fazla bulandırmaya gerek yoktur. Sadelik anlatım için her zaman geçer akçedir. Tufan, karakterlerinin duygu dökümünü ana tema (aşk, özlem, nefret vb.) etrafında olduğu gibi aktarır.

İnsan bilinci bazen hesapsız gelişigüzel akarak net kararlar alamaz. Eserdeki kahramanlarda bu doğallığı da bulabilmek mümkündür. Aslında bu tarz zihinsel aktivitelerin, cümlelerle anlatılması bazen zordur. Tufan, bu güçlüğün altından da layıkıyla kalkar. Misal Orhan karakterinin yaşadığı tereddütler, çıkmazlar ve iç çatışmalar zihne bir nevi ayna tutularak görünür kılınır. Tabii ruhsal buhranın ötesine geçen, kendi doğallığından sıyrılan, gerçekle hayalin birbirine karıştığı durumların anlatımı da aynada görülenin aksine daha karmaşık tarzda okuyana servis edilir. Bu muhayyel yükselişler de karakterin bilinç oyunları olarak kabul edilirse anlatımdaki doğallık yadsınmamış olur.

Eserin olay örgüsünün çok iyi planlandığı ve kurgu trafiğinin de çok iyi yönetildiğini söylemek lazım. Yirmi sekiz bölüm halinde tasarlanan eserde, geçmişle şimdiki zaman arasında gitgeller yapan ana anlatıda Orhan’ın aşkının geçmiş zamanın merkezine oturduğu görülür. Bu klasik aşk masalına anlam kazandıran ise Orhan’ın Saklıkuyu’da yaşadıklarıdır. Aslında geçmişe dair aşk hikâyesinin kurgusu Türk filmlerine adapte olanlara fazlasıyla sıradan gelebilir. Ama kahramanın Saklıkuyu günleri, geçmişe öylesine güzel kurgusal bir kimlik kazandırır ki aşka dair yazılanlar katmerlenir. Tabii kurguya dair bu kadar tespit yapılmasına karşın eserin sonundaki ekler kısmında verilen bazı resim ve evraklardan, eserin kurgu kısmının nerden başladığı gerçek kısmının nerde bittiğini kestirmek güç bir hale gelir.

Aşk, umut ve trajedi üçgeninin kenarları arasında mekik dokuyan kayıp bir ruhun kendini bulması ve kaderine boyun eğmesinin bu eşsiz kurgusunu bir film senaryosunda görmek güzel bir tecrübe olabilir. Ama anlatının mevcut zenginliğini yansıtacak görselliği bulmanın mümkün olmayacağını da hatırlatmakta fayda var. Son olarak; âşıklara yer var mı yok mu bilinmez ama aşkın sorgulanması ve anlamlandırması gereken bir yönü olduğunu Tufan’ın eseriyle idrak etmek mümkün.

Bilim, yeni şeyler söylediği zaman gerçek manada görevini yerine getirir, aksi takdirde kendinden önce söylenenleri nakletmekten başka işlevi kalmaz. Bilimin havuzuna atılan her yeni söz yeni tartışmaları beraberinde getirir. Öne sürülen tez ölçülür, biçilir, tartılır, onaylanır ya da reddedilir. Kimi zaman da ilmi mecralara yeni adım atan fikirler uzun uzun çözümlemeye tabi tutulur. Çünkü bazen iddia edilen şey yenilir ve yutulur olmayabilir. Ya da aşırı karışık olduğundan tartışmaların ardı arkası kesilmez. Çünkü her yeni fikir, savunucuları ve takipçileri tarafından farklı yorumlarla tahmin edilemeyecek şekilde dallanır budaklanır. Lev Nikolayeviç Gumilev tarafından ortaya atılan etnogenez tezi de tez olarak kalmayıp, bilim dünyasında adından çokça söz ettirir.

Etnogenez 20. yüzyılın büyük tarihçilerinden olan Gumilev’in hazırladığı ikinci doktora tezidir. Birinci doktora tezi Eski Türkler üzerinedir. Gumilev her ne kadar tarihçi olarak bilinse de ona biçilen bu sıfat onu tam manasıyla tanımlamamaktadır. Zira yaptığı çalışmalar kabataslak değerlendirilirse onun güçlü bir etnolog ve antropolog olduğu da görülecektir. Aslında tarih, etliye sütlüye karışmadan sadece geçmişte yaşayan insan topluluklarının yaşamlarını inceleyen bir bilim dalı olarak tebarüz eder. Yeni bilimsel yaklaşımlar felsefi tarih argümanları ise tarihin daha güçlü ve kolektif bir ilmi bütünlüğün parçası olduğunu kanıtlar.

Gumilev de tezini oluştururken ilk aşamada tarihin üzerindeki üstünkörü yorumları bertaraf eder. Her şeyden evvel tarih insanı hedef alır. İnsanların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan topluluklar ve etnik sistemler kronolojik olarak şematize edildiğinde inişli çıkışlı bir güzergâhın olduğu görülür. Tarih disiplini zaman içindeki bu hareketli sistemin davranışını deşifre etmek için yeterli veriyi araştırmacıya sunmaz. Ama Gumilev gibi bilim adamları tarihe yardımcı diğer bilim dallarını da efektif bir biçimde kullanarak, önce tarihe hakkını teslim eder, sonrasında tezine sağlam dayanaklar oluşturarak halkların yükseliş ve düşüşlerindeki sistemsel hareket benzerliklerini kanıtlar.

Tabii yukarıda kısaca bahsettiğimiz olayın izahı bile kendi içinde bazı zorlukları bünyesinde barındırır. Bir kere tarih gibi sosyal bir bilim fen bilimleri gibi deneysel bir yöne sahip değildir. Laboratuvarda analiz metotlarıyla kesin sonuca gidebileceğiniz verileri tarih biliminde elde etmek güçtür. En basitinden insanın ve toplumun üzerindeki psikososyal başkalaşımların izah edilmesi kolay değildir. Yani söylemler iyi desteklenmiş bilimsel argümanlarla sunulmaz ise; yüksek olasılıkla tezler havada kalır ve söylenenlerin bilim dünyasında esamisi bile okunmaz. Çünkü tarih kimi zaman afaki sözlerin milyonlarcasının yazıldığı devasa bir defteri andırır. Bu açıdan Gumilev, kimsenin kolay kolay göze alamayacağı bir işe girişir.

Öncelikle Gumilev’in bilim dünyasına sadece bir tez kazandırmaz. Adeta yeni bir bilim disiplinini armağan eder. Eserde bahsedilenler düşünüldüğünde birkaç bilim dalının bir araya gelerek ortaya çıkan sentezden yeni ilmi sahanın oluştuğunu düşünmek işten bile değildir. Aslında Gumilev’in etnogenez adını verdiği alanda hem Batılı hem de Rus bilim adamları kalem oynatmışlardır. Ama hiçbiri bunu etnogenez namıyla sunmayıp etnik şekillenişin ve milletlerin zamandaki hareketi üzerine farklı tespitlerini izah etmişlerdir. Gumilev ise, kendinden önce söylenen ilmi açıklamaları eleştirerek tashih eder ve özgün tezini sağlam dayanaklarla oluşturur.

İlk aşamada eserin kolay kolay hiçbir ilmi eserde rastlanmayacak bir bilgi yoğunluğuna sahip olduğunu belirtmek gerekir. Gumilev, tezini oluştururken tarihi bilgiyi basit bir kanıt serencamıyla sunar. Tabii sunduğu tarihi referanslar sadece bilgi kırıntılarından ibaret değildir. Öyle ki Amerika kavimlerinden, Afrika kabilelerine, Ulus devletlerden, tarihi kırılma noktalarına, mikro tarihi olaylardan makro devinimlere kadar neredeyse her şeyden geniş bir zaman yelpazesinden bahseder. Bazen satırlar arasında tarih disiplin olarak kaybolur ve yazılan metin başka bir ilmi makaleye dönüşür. İspat edilmeye çalışılan konunun sunumu yapılırken bazen birden çok fazla tezin öne sürüldüğü dikkatten kaçmaz. Hiçbir tarihçinin yararlanamayacağı kadar diğer bilim dallarından istifade edilir. Bu yüzden bazen yazılanların tarihe dair olduğu izlenimi okurun aklından silinir.

Tabii yeni bir bilimden söz açılınca yeni bir terminoloji de ardı sıra gelir. Bu yüzden eserin ağır ve özgün bir dilinin olduğunu belirtmek gerekir. Hatta satırlarda bazen farklı ilmi disiplinlere dair kelimelerle, yazarın ilim dünyasına kazandırdığı yeni kelimeler birbirine karışır. Yazar kendi özgün terimlerini o kadar çok kullanır ki eserin son sayfası kapandığında okur yeni kelimelerden oluşan bir terminolojik birikime sahip olur. Çevirmen de metindeki bu güçlükleri gidermek kastıyla eserin sonuna yerleştirdiği sözlükle okura yardımcı olur.

İlk aşamada anlaşılmaz gelebilecek kelimelerin, özel terimlerin ve izahların kendi içerisinde anlamlı bir bütün oluşturduğu ilerleyen sayfalarda anlaşılır. Yazarın üstün sentez kabiliyetine ve analiz yeteneğine hayran kalmamaya imkân yoktur. Aynı sayfalar içinde sosyal hadiselerin ve fen bilimlerinin koyun koyuna olduğu ve birbirlerini anlamlandırdıkları metinleri görmek fazlasıyla şaşırtıcıdır. Tabiatın yasalarıyla pozitif bilimlerin anlamlı bütünlükleri sosyal olguların merkezine motor misali yerleştirilir. Ortaya çıkan sosyal hareket tarzı, akla gelmeyecek tetikleyici unsurların rolüne yer verilerek dile getirilir.

Yazarın tarihi veriyi tezine uydurduğu düşünülebilir. Fakat öylesine iyi kanıtlarla metnini bezer ki; bu fikir anında kaybolur. Üstelik Gumilev “ben bilirim, böyle düşünürüm, başka diyecek bir şey yok” edasında değildir. Müellif daha evvel öne sürülen fikirler ve bilim adamlarıyla, yazdıkları vasıtasıyla hesaplaşır. Bazen karşıt tezi çürütmek için tez sahibinin silahını kendisine çevirir. Bu aşamada karşıt görüşlerin ne kadar dar bir kulvarda kaldıkları fark edilir. Çünkü Gumilev, sadece tarih disipliniyle değil; bağlantılı bütün ilmi disiplinlerle fikri hasmına hücum eder.

Gumilev’in anlattıklarından tarihin yaşam için ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkar. Tarih felsefesine dair metinlerin esas noktası tarihin lüzumunu ortaya koyarak ona yeni bir perspektif kazandırmaktır. Gumilev ise, oluşturduğu teorik sistemle tarihin savunusuyla özel olarak uğraşmaz. Çünkü yazdığı her satır tarihi, ilmi bir disiplin olarak ihya eder. Bilimin mekanik şeması içinde sosyal bir bilim olan tarih ilmini önemli bir yere oturtmak zordur. Tarih disiplininin dişlilerinin hangi mekanizmaları harekete geçirdiğini anlatmak kolay lakin ispatlamak güçtür. Ama Gumilev parçanın değil, bütünün peşinden giderek resmin tamamını gösterir.

Yeni ortaya çıkan resimde tarih referans noktasından ayrılır ve merkeze geçerek konumlanır. Artık açıklanmasına ve savunulmasına gerek yoktur. Tarih, ortaklık ettiği diğer bilim dallarıyla beraber hayatla ilgili birçok problemin çözülmesi için güçlü bir araçtır. Aslında etnogenez güçlü bir ölçüm sistemidir. Bu sistem kategorik olarak sınıflandırılabilecek bir zaman ve hareket düzenine sahiptir. Ele alınan tarihi olay etnogenezin ölçüm kalıplarına yerleştirildiğinde, geçmişten günümüze izlenen mekanizmanın benzer şekilde hareket etmiş olduğu anlaşılır. Bu tarz bir yapılanmayı geçmişe dair olayların bütününe uygulamanın güçlüğü düşünülecek olursa Gumilev’in anlamlı verilerinin kıymeti daha iyi anlaşılır.

Yazar, yüksek yorum gücüne karşın her tarihçinin karşılaşabileceği bazı mücbir sebeplerin etkisine maruz kalmıştır. Örneğin, eserde Marx ve Engels’ten referansların olduğu görülür. Eserini Sovyet Rusya döneminde yazmış yazarın iktidar aleyhine kolay kolay fikir beyan edemediği düşünülebilir. Ayrıca müellifin yazarken hissiyatıyla arasına mesafe koyduğu görülür. Bu yönü de illaki bazılarını memnun etmez.

Bu arada eserin kendi alanının ana kitabı olduğunu belirtmekte fayda var. Gumilev’in ana kaynak rolündeki bu kitabı bu yüzden birçok tarih araştırmasının başlıca referans kaynağı olabilecek potansiyele sahiptir. Ayrıca izlenen tarihi yaklaşım nedeniyle eserdeki her bir başlığının müellifi vefat etmesine rağmen yazarını tartışma meydanlarına çekeceği kolaylıkla tahmin edilebilir. Zaten savunulan birçok görüşün diğer araştırmacılar tarafından altının doldurulması elzemdir. Özellikle eserin daha iyi anlaşılabilmesini sağlayacak kitap ve makalelere ihtiyaç vardır. Bu yüzden eserin ardıllarının gelmesi şaşırtıcı olmaz.

Sonuçta, geçmişten günümüzde tarih hakkında çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Farklı üslupların oluşması ise bilimin felsefi mantığının çözümlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Klasik dönem yazarlarının nakilci üslubuyla birlikte, İbni Haldun tarzı parlamaların görülmesine karşın, tarihin neye yaradığı muallakta kalmıştır. Tarih felsefesi açısından Hegel, 'milat' kabul edilirse ondan sonraki dönemde ilmi ivme ve tarih tezlerinde farklılaşma dikkat çeker. Ama Batı merkezli felsefi yaklaşımların tümüne birden darbe vuracak güçlü ve özgün bir yorum vardır denilemez. Gumilev ise; yazdıklarıyla adeta çağının ötesine geçer. Bilimsel anlayışıyla çığır açar. Batı merkezli birçok yorumu revize eder. Onun güçlü metinleri sadece geçmiş ve şimdiki zaman için olmayıp geleceğe de çok şey söyler. Her şeyden öte ilmi anlayışı örnek teşkil edecek kadar güçlüdür. Bu nedenle etnogenezle sadece halkların yükselişini düşüşünü anlatmaz. Doğanın ve insanın kurallı yürüyüşünü manidar kılar.
İnsanlar klasik manada ilk gemiyi yaptıklarından bugüne kadar denizde kendilerine uzakları yakın eden bu vasıtaları geliştirmesini bildiler. Ama 19. yüzyıla gelindiğinde deniz vasıtalarındaki teknolojik gelişim, Sanayi İnkılabının da rüzgarını arkasına alarak, muazzam bir ivme kazandı. Harp sanayisindeki ilerlemeler sayesinde gemiler; adeta savaşının dehşetini karalara yakın eden, yeri geldiğinde bir ada cesametiyle düşmanın karasularını tahakküm altına alan, yüksek ateş gücüyle her orduyu zafere ulaştırabilecek bir güce erişti. Peki, insanlık tarihi düşünüldüğünde oldukça kısa denilebilecek bir zaman dilimindeki (1850’den günümüze kadar) bu hızlı değişim nasıl gerçekleşti? Ele alacağımız “Modern Harp Gemileri” isimli eser bu soruya cevap arar.

Eser, her ne kadar böylesine mütevazı bir soruya cevap arıyor gibi gözükse de ele alınan araştırmanın altyapısı incelendiğinde fazlasını içerdiği görülür. Bir kere eserle hedeflenen amaçlar çok katmanlı yapısıyla dikkat çeker. İlk aşamada eser araştırılan konu üzerinde akademik yönelimi olmayan denize tatil bölgesi mesabesinde bakan okura tarihi malumat kazandırır. Özellikle, objelerin tarihine dokümanter şekilde yaklaşarak ilgiyi merkeze çeken tarihi anlayışın hız kazandığı dönemimizde, geminin tarihini irdelemenin okurun ufkunu açacağını düşünmek gayet makuldür. Fakat gerek akademik gerekse de belgesel tarzı olarak nesnelerin tarihine yönelen eserlerin ülkemizde fazla olduğu söylenemez. Ayrıca üç tarafı denizlerle çevrili tarihi deniz zaferleriyle dolu bir milletin gemilere pek de öyle olmazsa olmaz gözüyle baktığı görülmez. Bu yüzden eserin gemiye ve denize olan ilgiyi arttırmak ve alandaki boşluğu doldurmak gayesiyle yazıldığını söylemek yanlış olmaz.

Teknolojik gelişimin hızlı bir biçimde yaşanması terminoloji bakımından yeninin artışına neden olur. Bununla birlikte eskinin kemikleşmiş terimleri yeni dünyada kendisine yer bulmak ister. Denizlerdeki hızlı değişimde de bu tarz terimsel karışımlar söz konusudur. Klasik gemilerden modern platformlara geçen süreçte bu tarz değişimler ilk kez kendisini sözlüklerde gösterir. Bu açıdan eserin gemicilik alanında eski-yeni-değişim üçgeninde önemli bir görevi ifa ederek bilgileri standardize ettiği savunulabilir.

Tabii denizler mevzu olduğunda modern harp gemilerine gelinceye kadarki sürecin netleştirilmesi gerekir. Denizin, geminin ve harbin kesişim tarihinin bilinmesinin konuya yeterli bir ısınma sağlayacağı gibi konunun ana hatlarını da ortaya koyacağı muhakkaktır. Ayrıca eski ve yeninin mukayesesinin fazlasıyla didaktik olduğu düşünüldüğünde konuya başlamadan önce malumat açısından zengin bir girişe gereksinim vardır. Bu sebeplerden hareketle yazar eserin birinci bölümüne “Gemicilik ve Deniz Harbi” başlığını vererek konuya giriş yapar.

Girişle (Birinci bölüm: Gemicilik ve Deniz Harbi) birlikte yazarın harp gemilerindeki gelişimi dört basamağa (İkinci Bölüm: Suüstü Gemileri, Üçüncü Bölüm: Sualtındaki Sinsi Güç, Dördüncü Bölüm: Uçak Gemileri ve Amfibi Gemiler) böldüğü fark edilir. Basitten karmaşığa evrilen bu sürecin yazar tarafından bu şekilde ele alınmasının önemi, eser okundukça fark edilir. Zira gemilerin teknik gelişimleri düşünüldüğünde son aşamaya gelinceye kadarki süreç göründüğünden daha karmaşıktır. Denizde silahlarıyla donanmış her geminin sırf benzer işlevi görüyor diye aynı etiketi aldığı malumdur. Oysaki her deniz platformu farklı amaçların tahakkukunu sağlayacak şekilde gelişerek donanmanın ayrı bir işlevini yerine getirmek kastıyla değişir. Harp gemisi; kruvazör, firkateyn, torpidobot, korvet, hücumbot vb. şekillerde farklılaşır. Bu bağlamda donanmanın her bir bileşeni tarihi rolü, harp tecrübesi paralelinde anlatılır.

Gemicilik veya denizciliğin kendisine has bir dili, terminolojisi vardır. Üstelik bu dile alışmak öyle kolay değildir. Geminin bütün bölümleri ve gemide yapılan işlemler farklı şekilde isimlendirilir. En basitinden denizi konu eden tarihi romanda bile bu terminoloji insanı yorar. Ele aldığımız eserin akademik yapısı olduğu düşünüldüğünde dilin daha ağır olacağı tahmin edilebilir. Fakat bahsettiğimiz eserde bu sert dil ustaca yumuşatılır. Dipnotlarla verilen bilgilendirmeler ilk aşamada kolaylık sağlar. Alanın terminolojisine ait terimlerden bazılarının sık tekrar edilmesi, anlaşılmazlığının tekrarla ortadan kaldırılmasına neden olur ve beraberinde öğrenmeyi getirir. Yani kısaca eserin son sayfası kapatıldığında okura güzel bir denizcilik terminolojisi miras kalır.

Geminin tarihine vakıf olmak bir yerde denizin tarihini anlamaktır. Yazarın bu konuda da üzerine düşeni layıkıyla yaptığını belirtmek gerekir. Tarihi referans noktaları, gemilere etkisi bakımından, konuyla eşgüdümlü olarak gayet bilgilendirici bir formatta sunulur. Denizin savaşlarda başlı başına ayrı, hatta yeri geldiğinde en güçlü cephe oluşu vurgulanır. Yıllar süren denizlerdeki hakimiyet mücadelesinin köşe başlarında hangi stratejik hamlelerin olduğunu görmek okur için yeni tecrübedir. Devletlerin Mahan’ın deniz hakimiyeti teorisini gerçekleştirmek uğruna ortaya koydukları performans ise uzayın fethiyle eş tutulacak bir yapıdadır. Uzayla denizin fethindeki benzerlikler uçsuz bucaksız okyanuslara hükmetmeye çalışan insanoğlunun hikayesinden anlaşılabilir.

Denizlere hâkim olanın insan olmasına rağmen, gemilerdeki yaşama haklı olarak eserde yer verilmemiştir. İlk aşamada eseri eline alan okurun böyle bir beklentisi olabilir. Zira deniz harp tarihiyle ilgili belgesel özelliği gösteren görsel malzemelerde ya da yazılı metinlerde gemideki yaşama yer verilir ve böylelikle konuya ayrı bir albeni ya da çeşni katma yolu izlenir. Oysaki buna gerek yoktur. İnsan tarihe dair akademik eserler için bile fazlasıyla ele avuca sığmaz bir kavramdır. İşin içine anıların ve öykülerin girdiği bir anlatımda nesnenin rolü bazen sıfıra iner ve bu da bağlamdan uzaklaşmaya neden olur. Bu yüzden yazarın insan konusundaki sükutuna hak vermek lazımdır.

Eserin alanının fazlasıyla bakir olduğu ilk aşamada gözden kaçmaz. Zira ele aldığımız eserin benzerini elimizdeki literatürde bulmak güçtür. Konuyla ilgili savunma sanayisini ve askeri tarihi ilgilendiren akademik makalelerin bulunduğunu söylemek mümkündür. Ama geniş kapsamlı okur kitlesi için eserin benzerinin olduğunu savunmak zordur. Nesnel bilgi aktarımıyla Batı’daki benzerlerinden geri kalmayan eserin askeri tarih açısından kıymetli bir kaynak olduğunu söylemek abartı değildir. Hatta deniz harp okullarında okuyan öğrenciler için nitelikli bir ön okuma olacağı kolaylıkla tahmin edilebilir.

Bununla beraber eserin günümüze yakın bir dönemi de anlatması yazarın güncel literatüre hakimiyetini zorunlu kılmaktadır. Fakat güncel kaynakların günümüzdeki yoğunluğu iş yükünü arttırmasına rağmen yazar rafine bir kaynak dökümü ile eserini zenginleştirmektedir. Bu açıdan eserin yeterince doyurucu olduğu savunulabilir. Zira eserde kullanılan resimler ve internet kaynaklarının bolluğu yazarın titiz ve nitelikli çalışmasını doğrulamaktadır.

Sonuç olarak, eserde anlatılan her bir deniz harp platformu hakkında detaylı bilgi edinmek mümkündür. Çünkü ele alınan her bir platform tüm yönleriyle masaya yatırılmıştır. Adeta bir insan gibi tasvir edilen gemilerin boyları, enleri, ağırlıkları, süratleri, mürettebat sayıları, savaş güçleri, tarihi operasyonel faaliyetleri, savunma özellikleri vb. belirtilmiştir. Bu çok yönlü ve zengin anlatım sayesinde okurun “amiral battı” oyunu seviyesindeki bilgi düzeyinden merhalelerce yukarı bir konuma erişeceğini tahmin etmek güç değildir.
İnsanlar belli coğrafyalarda nüfus kesafetini sağladıktan sonra birbirleriyle temas kurmaya başlarlar. Her coğrafya kendisine biçilen kaderi yaşarken bölgesindeki nimetlerden istifade eder. Fakat dünyanın misafirlerine verdiği lütuflar her yerde aynı değildir. Bu yüzden insanlar birbirleriyle ilk etkileşimlerinden sonra mutualist bir faydalanımı öncelerler. İlk olarak takas usulünü geliştirirler. Karşılıklı alışveriş, zamanla, ticaret denilen üst yapıya evrilir. Artık, insanın olduğu her yerde ticaretin az ya da çok hükmü vardır.

Tarih, geçmişteki insan ilişkilerini incelerken ticari münasebetlerin zengin malumatlarına ulaşır. Ama bazıları için ticaret basit bir değiş tokuş meselesidir, ticari yollar üzerinden yürütülen ve paranın hükmüyle şekillenen ekonomik bir parametredir. Fakat insanlar arasındaki iktisadi temas noktaları derinlemesine tahlil edilirse, ticaretin düşünülenden daha fazlasını içerdiği fark edilir. Ahmet N. Özdal, bahsedilen potansiyeli yüzeye çıkarmak amacıyla hareket ederek, Orta Çağ ekonomisini, altın devirlerini yaşayan Müslümanların üzerinden izah eder.

Aslında, ticaretin yüksek gizil gücü etki mekanizmasında yatmaktadır. Bundan dolayı ticaret kapsamlı olarak değerlendirilmeden önce, olgu sunumu yapılmalıdır. Özdal, buradan yola çıkarak giriş bölümünde ticaretin sosyal akislerine Müslüman ve gayrimüslim toplumların gözünden ses vermeye çalışır. Esasında yazarın aktarmaya çalıştığı, bir toplumsal yapının lokomotif gücünün kaynağını göstermektir. Bu kısımda okur, ticaretten ziyade ticaretin önemine kani olduktan sonra esas meselelere geçilir.

Eser kabaca dört bölümden oluşmakla birlikte, ilk bölümde Orta Çağ Müslüman coğrafyasının ticarete yatkınlığı incelenir. Bir tarihi olay ele alındığında, en önemli bileşen mekandır. Zira iktisadi yapıyı besleyen ortamın tahlil edilmesi; konuyu daha iyi netleştirir. Coğrafyadan yola çıkılarak toplumsal birimlerin üretim potansiyelleri, piyasa hacmine etki eden durumlar, iktisadi kırılma noktaları ve para ilişkileri bu bölümde detaylandırılır. Her ne kadar birinci bölümle ekonomik yapıya ışık tutulmak istense de fazlasının okura verildiği görülür. Coğrafya, insan ve tarih ilişkisinin kapsamlı tahlilinin ufuk açıcı olduğunu belirtmek gerekir.

Eserin ikinci bölümünde ise; yazar olgunun merkezine yoğunlaşarak ticareti ele alır. Bu bölüm vasıtasıyla yazarın konusuna ne kadar iyi odaklandığı ortaya çıkar. Zira ticari emtianın pazardaki hareketliliğinin tüm macerası satırlara yansıtılır. Ekonomik sistemin mikro işleyişine dair verilen örnekler konunun daha iyi anlaşılmasına sebep olur. Keza, üretilen bir malın son alıcıya kadar ulaşmasındaki bütün bileşenler kalem kalem masaya yatırılır. Hatta günümüzdekine benzer bir ticari yapının geçmişte de olduğu ortaya çıkar. Zamanımızda kapitalist sistemin dayattığı bazı ekonomik manevraların benzerlerinin geçmişte de yaşandığı ortaya çıkar ki bu bazılarına anakronik gelebilir. Fakat yazarın yaklaşımı ve kanıtları bu algıyı kırmaya yetecek kadar güçlüdür.

Üçüncü bölümde ise; ticari işlemlere değinilmiştir. Bu bölümde ticari mekanizma, bir motor serencamıyla ele alınmıştır. Geçmişte, böylesine disiplinel prosedürlerden oluşan ekonomik işleyişin olduğunu görmek şaşırtıcıdır. Hatta günümüz için yabancı gelmeyen banka, borsa, muhasebe vb. tabirlerin geçmişteki izdüşümü fazlasıyla dikkat çekicidir. Yine konuyu sağlam dayanaklarla sunmak için verilen ticari işletmelerin faaliyetleri bu bölümde ele alınmıştır. Örnek verilen işletmelerin devrimizi gölgede bırakan etkinliklerinin öyle her ekonomi ve tarihi buluşturan kitapta görülmesi mümkün değildir.

Son bölüm ise; ekonominin esas unsuru olan tüccarlara ayrılmıştır. Aslında bu bölüm ekonominin sosyal tarihle buluşması olarak değerlendirilecek olup, tüccarların sosyal yaşantılarının en girift noktalarına dair örnekler verilmiştir. Orta Çağ’da bir tüccarın ne yiyip içtiği, yaşamını nasıl sürdürdüğü, ilişkileri ele alınmıştır. Üstelik bu kısımda tüccar örgütlenmelerine dair kıymetli bilgiler verilmiştir.

Ticaret denildiği zaman akla kafa karıştırıcı birçok bilginin geldiği malumdur. Üstelik bazen ağır jargon ve terminoloji kullanımı ile neredeyse anlaşılmaz bir üslup zuhur eder. Ama Özdal’ın ifadeleri gayet açık ve nettir. İlgiyi canlı tutan örnekler sayesinde ekonominin anlaşılmaz bütün dalları yazar tarafından budanır. Hatta müellif bol örnekli anlatım yöntemi ile konuyu daha ilgi çekici bir hale getirir. Ayrıca yazar bilgi ve yorum görevini yerine getirdikten sonra da boş durmayarak okurun tahayyülünü canlandıracak çıkışlar yapar. Zira eserin kanıksanması, bazen tahayyülü aktif okurun girişimleriyle olur. Misal Özdal “Özenle şekil verilmiş bembeyaz sakallı bir tüccarı, elindeki bastonuyla iş yerine doğru yürürken tasavvur edebilirsiniz (s.397)” diyerek okurun muhayyilesini uyararak, Orta Çağ ticaretinin içine okuru çeker.

Özdal’ın kaynak kullanımına ayrıca değinmek gerekir. Çünkü her akademik çalışmada görülmeyen, örnek teşkil edecek bir metot söz konusudur. Kitabın girişinde sayfalarca kullanılan kaynaklara dair rafine bilgiler verilir. Üstelik, eserde neredeyse eksiksiz Orta Çağ’ın (X ve XIV. yüzyıllar arası) tüm kaynaklarında ticaretle ilgili bilgiler süzülüp, sunulur. Ayrıca kaynakların ilgi çekici alıntılarla sunulması; okurun bahsedilen eserlere olan ilgisini kamçılar. Hatta eserden yola çıkan bir okurun onlarca ilgi çekici başka esere ulaşacağını söylemek mümkündür.

Ayrıca Türkiye’de ticaret tarihiyle ilgili literatürün çok güçlü olduğu söylenemez. Eserlerde ticaret ayrı başlıklar altında sunulur ve diğer olaylarla doğrudan ya da dolaylı etkisinden bahsedilmez. Oysaki ticaretin kelebek etkisi sert sonuçlarla başka olaylarda kendisini gösterir. Bu yüzden ticarete dair basit değini boyutunda kalan yaklaşımlar anlaşılması zaruri tarihi vakaların birçoğunu muallakta bırakır. Fakat ele aldığımız eser, ticaretin tarihi olaylardaki etkisini net kanıtlarla ortaya koyar.

Eserde Batılı bazı tarihçilerin katılmakta güçlük çektiği yorumlar tez şeklinde sunulur. Örneğin, Avrupa’nın Orta Çağ’daki ticari silikliği dile getirilir (s.211). Ayrıca ticaretle en çok Yahudilerin uğraştığı fikrine ilişkin yanlışlar öne sürülür. Yine Orta Çağ’da Akdeniz’deki Venedik (ya da İtalyan) tahakkümünün abartıldığı beyan edilir (s.477). Bu tarz fikri çıkışların eser için artı değer olduğunu belirtmek gerekir. Zira tarihçinin ödevi etliye sütlüye karışmadan salt bilgiyi nakletmek değildir.

Tabii, her ilmi eserde destek unsurları; resim, şekil, tablo ve harita gibi yardımcılardan faydalanarak okura sunulur. Eserin bu konuda fazlasıyla zengin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bazen karmaşık bir ilişkiler yumağına dönen ticari faaliyetler, grafiklerle açık seçik okura sunulur. Resimler ve haritalar sayesinde akılda soru işaretleri kalmaz. Hele bazen 25 sayfayı bulabilen bilgi yüklü tablolara her eserde rastlamak zordur. Yine eserin sonuna Orta Çağ’ın klasik eserlerinden derlenen tüccara tavsiye ve öneriler kısmı, esere ayrı bir çeşni katmaktadır.

Sonuçta; bu hacimli eserin akademimiz için büyük bir kazanım olduğu bir gerçektir. Binlerce sayfa kaynağın içinden süzülerek yazılmış bu çalışmaya benzer eserlerin kaleme alınması her tarih okurunun beklentisi dahilindedir. Şayet bir üniversitede tez yazılacaksa bu kriterlere sahip olmalıdır. Akademik bir kitap kaleme alınacaksa minimum bu tarz bir donanımla sunulmalıdır. İlmi gelişme ancak ve ancak bol çalışma ile kemale erebilir. Eserin nasıl güçlü bir çalışmanın ürünü olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır.
Her millet tarihini yazarken kimi zaman kasıtlı kimi zaman ise bilinçsizce gerçeğin sınırlarının dışına çıkar. Bu yüzden tarihi bilginin sorgulanması zaruret arz eder. Üstelik sunulan malumat hakkında ortaya serilen materyaller çoğu zaman diğer kaynaklar vasıtasıyla denetlendiği zaman gerçekten uzak mesnetsiz oldukları görülür. Tarihin havuzuna konuyla uzman olsun olmasın herkes bir şeyler ekleyebilir. Ama gerçekler alanın mütehassıslarının tahlil ve tenkitleri sonrası zuhur eder. Tabii yanlış bilgiyi çürütmek öne sürülen tezi sağlam dayanaklarla kanıtlamak maharet ister.

İspata giden yolun zorluklarından en büyüğü şartlanmış okurun ön yargılarını parçalamaktan ve tabularını yıkmaktan geçer. Bunu yaparken de ön yargılardan sıyrılmış ve tabuların gölgesinde kalmamış olmak şarttır. Ancak genellikle çapraz okumanın yapılmadığı tek kutuplu bilgilerin aleminde oluşan fikirler zamanla kemikleşir, kökü olmayan kanıtlanamayan yalanlara ve yanlışlara rağbet edilir. Bilim dünyamızda gerçeği arayan ilim adamı çok olmakla beraber yalanı çürütmeye namzet olanların sayısı azdır.

Rahmetli Ahsen Batur 30 yılını tarih ilmine vakfetmiş, binlerce sayfa eseri Türkçeye kazandırmış, tek başına bir enstitü cesametiyle çalışmış bir alimdir. Onu büyük kılan özelliklerinden birisi ise tarihi yalanlara karşı yapmış olduğu mücadeledir. Orta Çağ’da kaleme alınmış ve günümüzdeki tarih anlatısının bel kemiğini oluşturan birçok eserin Batur tarafından dilimize çevrilmesi, onun otorite pozisyonuna yükselmesine neden olmuştur. Bu yüzden Batur’un engin bilgi birikimi dayanaksız ve gerçekten uzak söylemlere karşı deyim yerindeyse bir turnusol kâğıdı işlevi görmüştür.

Günümüzde tarihi bilgideki bozulmaların büyük kısmı, siyasi hesaplarla meydana getirilen tarih yazımının realiteden uzaklaşmasıdır. Hamasetin seline kapılan bazı tarihçiler veya konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan meraklılar geçmişi yeniden tasarlayarak kitleleri yanlış yönlendirebilmektedirler. Batur, burada devreye girerek otuz bir bölüm halinde terkip ettiği eserinde sunulan mesnetsiz iddiaları bir bir çökertir.

Batur, fikirlerini serdederken yıllarca dirsek çürüttüğü kaynaklardaki bilgileri sunmaktan çekinmez. Yalan olarak nitelendirdiği malumatı çürütene kadar kaleminin mürekkebini akıtmaktan geri durmaz. Burada dikkat çeken husus, müellif sadece yalanı silmekle kalmaz okuruna resmin tamamını gösterir. Bu yüzden eserin tahmin edilenden daha da öğretici olduğu savunulabilir. Zira polemiği önceleyen bazı yazarlar sadece muarızlarının dediklerine odaklanıp “yalandır” deyip çekip giderlerken, Batur eserinde birden fazla kaynakla yalanın altını defalarca çizer.

Eserde, özellikle Kürdoloji ilminin köklerinden, bu konuda uğraşan bilim adamlarının faaliyetlerinden, onların vagonuna eklemlenerek ülkemizde yeni bir tarih oluşturmaya çalışanlardan bahsedilir. Tarihi bilgiyi çarpıtarak gerçeği bulmaktan ziyade yalanla gizli amaçlarını tahakkuk etmeye çalışanların saklı emelleri su yüzüne çıkarılır. Bu sayede eserin gerçek amacının cehaletin kara tonlarının oluşturduğu puslu havanın dağıtılması sayesinde görüş açısını netleştirmek olduğu düşünülebilir.

Her ne kadar her bir bölüm kendi içerisinde bağımsız bir biçimde tasarlanmış ise, metodolojik olarak Batur aynı ilmi yöntemle ele alınan yanlış bilgiyi tahlil eder. Kimi zaman Kürt olarak söylenen bir tarihi şahsiyet hakkındaki bilgiler sunulur. Eldeki materyal karşı tarafın yaptığı gibi yalanı beslemek için değil gerçeğin havuzuna su taşımak için kullanılır. Misal Selahattin Eyyubi’nin Kürt olduğu fikrini savunanlara karşı aynı metotla Eyyubi’nin Türk olduğu düşüncesi öne sürülmez. Döneminde yazılmış birinci elden kaynakların ışığında bir tarih anlatısı oluşturulur, son söz okura bırakılır. Bu nedenle yazarın eserde ismi geçen bazı Kürdoloji müellifleri gibi peşin hükümlü olduğunu söylemek mümkün değildir.

Yine yazarın hissiyatının suyuna kapılıp sel gibi önüne gelen her gerçeği yıktığını savunmak güçtür. Çünkü tarih duygu gömleği çıkarılarak yazıldığı zaman gerçekleri okuruna verir. Kendi içinde tutarlı ve mantık dairesine giren yorumların yapılması için bu şarttır. Misal mantık dairesinin dışına çıkan, sırf aksine dair bilgi bulunmadığı için akla hayale sığmaz bilgiler bu yüzden Batur tarafından satirik bir üslupla taşlanır. Tabii bu üslubun belirli bir seviyeyi içerdiğini de belirtmek gerekir.

Eserde çürütülen tezlerin ve mesnetsiz iddiaların ortak noktasına dikkat edilecek olursa yeni bilgiyle oluşan tablonun daha bulanık bir hale geldiği görülür. Batur, sadece görüntüyü netleştirir. Ortaya çıkan yeni duruma karşıt görüşteki yazarın yeni bir söylemle karşı çıkması ise neredeyse mümkün değildir. Çünkü; bazen karşıt görüşlü yazarların sunduğu düşünceler o kadar gevşek zemine oturur ki Batur’un sunduğu yorumsuz saf bilgi bile karşıt fikrin yıkılmasına neden olur.

Yine eserde benzer eserlerde görülmeyecek bazı kısımların varlığı söz konusudur. Misal Kürtlerdeki kafa karışıklığını yansıtmak için günümüzdeki bazı Kürt İnternet sitelerindeki yazışmalar kullanılmaktadır. Bu tartışmalarda ortaya çıkan durum Batur’un öne sürdüğü bazı fikirlerin ne denli doğru olduğunu kanıtlar niteliktedir. Ayrıca Batur tarafından savunulan fikirleri desteklemek için bazı resimlerin kuşe kâğıda renkleri canlı bir şekilde sunulduğu dikkat çekmektedir. Özellikle koç başlı mezar taşları ve kilim motiflerinin olduğu sayfalar adeta gerçeğin renkli resimli halidir.

Tarih, bir yerden anlaşılmaz olandan, anlaşılır olanın çıkarılması işidir. Kürdoloji bulanık suda balık avlamayı meslek haline getirdiğinden içinden çıkılmaz problemlerin sayısı artmaktadır. Batur, üslubuyla anlaşılmaz çetrefilli konuların avamın anlayabileceği seviyeye indirmektedir. Özellikle etnik sorunların günümüzden geçmişe gidildikçe daha da çetrefilleştiği bilinen bir gerçektir. Ama ehil bir elle olay bağlamından fazla çıkarılmadan konunun özü verilirse geçmişin karmaşasının yerine gerçeğin berrak duruşu gelebilir. Esasında Batur tüm eser boyunca bunu yapmaktadır.

Sonuçta, Batur’un deyimiyle “belgesiz tarihçilik kendi kendini aldatmanın en kestirme yoludur”. Herkesin kendi gerçeğini bina ederek kendi doğrularının yordamıyla kitleleri peşinden sürüklemeye çalıştığı bir dönemde yalanlarla mücadele etmek her ilim adamının problemi değildir. Batur, kalemini siyasi bir silah olarak kullanmaya niyetlenmiş ilimden uzak eşhasa cevabını layıkıyla vermiştir. Yazdığı eserini bilinçsiz Kürtlerin ve Türklerin gerçeği görmesi için kaleme almıştır. Gerçek arayan için uzakta değildir. Yazarın ruhu şad olsun.