Toplam yorum: 3.076.922
Bu ayki yorum: 3.800

E-Dergi

zafer saraç

1980 yılında Elazığ’da doğdu. İlk orta öğrenimimi aynı ilde tamamladı. Laboratuar, Biyoloji ve Tarih eğitimi aldı. Biyoloji bölümünü derece ile bitirdi. Tarih bölümünü bölüm ve fakülte birinci olarak tamamladı. 2019 yılında "Bazı Çin Seyahatnameleri Üzerine Bir Değerlendirme (MÖ 139- MS 984)" isimli tezi ile Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'de Yüksek Lisans öğrenimini tamamlayarak mezun oldu.2015 yılında arkadaşlarıyla beraber Elazığ'da Telmih Kültür Sanat Tarih ve Edebiyat dergisinin kuruluşunda görev aldı. www.kitapsuuru.com sitesinin genel yayın yönetmenliği, Telmih dergisinin editörlüğü görevini yürütmektedir. Yayımlanmış Seyahat Diyen Kitaplar isimli bir kitabı bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli yayın organlarında yayımlanmış makaleleri bulunmaktadır.

biozafer Tarafından Yapılan Yorumlar

Orta Çağ Batı’ya göre karanlıktır. Zira iptidai şartların etkisiyle medeniyetin olgunlaşmasını tamamlayamadığı koşullar Avrupa’nın genelinde etkisini gösterir. Ama aynı dönemlerde Doğu, uygarlık manasında Batı’yla kıyaslanmayacak derece ileridedir. Batı’nın Doğu’yu daha fazla tanıdığı günlerin başlangıcı ise Haçlı Seferleri’ne tekabül etmektedir. Bu dönemleri anlatan kaynakların ayrı bir hususiyeti vardır. Bir kere medeniyetlerin çarpışmasının tüm etkileri yazılanlara yansır. Kavga günleri milli kimliklerin tarihine olan ilgiyi de arttırır. Bu yüzden eline kalemi alan her müellif ötekini daha iyi anlamlandırabilmek için devrine ışık tutmaya çalışır.

Döneminde yazılan eserler sadece çağına ve o çağın ileri gelenlerine ışık tutmayıp gelecekte yaşayan nesillere de yüksek kıymeti haiz bilgileri ulaştırırlar. Misal yazımızda ele alacağımız Kilikya Ermeni Krallığı’nda önemli bir asilzade olan Korykos (Mersin Erdemli yakınlarında) Hâkimi Hayton “Doğu Ülkeleri Tarihinin Altın Çağı” isimli eseriyle eşsiz tarihi bilgiyi okurlarıyla buluşturur. Hayton, 13 ve 14. yüzyıllarda bugünkü Anadolu sınırları içinde Ermeni Krallığı’nda yaşamıştır. Dönemin Anadolu’su deyim yerindeyse savaş meydanını andırmaktadır. Batı’dan gelen Haçlılar, Doğu’dan gelen Moğollar Müslüman kimliği ile bölgede tutunmaya çalışan Türklerin üzerine arkası gelmeyen akınlar yapmaktadır. Bölgedeki Hristiyan unsurların tek hedefi kutsal mekanlar üzerinde hakimiyet kurmak olduğu için diplomasi o güne değin kullanılmadığı kadar etkili işlemektedir.

Korykoslu Hayton ise edindiği tarihi bilgileri devrin uluslararası ilişkilerinde silah olarak kullanmak istemiş olacak ki yeni bir haçlı seferini planlar. Yapmış olduğu projeyi bir tarih tezi üzerine temellendirerek, bölgede Moğolların desteğini alarak kutsal toprakların tekrar Hristiyanların eline geçmesini tahayyül eden Hayton; tasarılarını dönemin Papasına sunar. Yani deyim yerindeyse Hayton’un eseri kabaca bir işgal ve harp planı olarak nitelendirilebilir. Ama Hayton eserinde sadece savaş kazanma stratejilerinden bahsetmez.

Hayton’un eseri 4 bölüm (kitap) halinde tasarlanmış olup, her bir bölüm kendi içerisinde kısımlara ayrılmıştır. Hayton ilk üç bölümde tarihi bilgiyi vermiş, son bölümde ise meşhur planını deşifre etmiştir. İlk bölümde Asya’nın önemli bölgeleri farklı başlıklar (Kitay, Tarse, Türkistan, Harzem, Kumanya, İran, Türkiye vs.) altında ele alınmış olup, mezkûr yerlerin siyasi tarihi ve sosyo-kültürel hayatı genişçe izah edilmiştir. İkinci bölümde ise Asya İmparatorluklarının (Sasaniler, Türkler, Araplar vs.) tarihi anlatılmıştır. Bölgenin önemli devletlerinin geçmişi Hayton’un kendi dönemine gelinceye kadar ikinci bölümde izah edilmiş olup, üçüncü bölüm başlığı altında Moğol tarihi merkezinde müellifin yaşadığı olaylar üzerinde daha detaylı durulmuştur.

Hayton eserini nasıl yazdığını da belirterek kendi metodolojik yaklaşımını ortaya koymuştur. Moğollarla ilgili verdiği bilgileri kendi tarihlerinden aldığını belirtmiş, Kilikya Ermeni Kralı olan amcası 1. Hetum’dan da Moğol tarihinin ilk dönemlerine ait verileri toplamıştır. Tabii kendi dönemine ait anlatıları olayların direk içinde olduğu için daha detaylı bir şekilde okuruna sunmuştur.

Hayton’un devrin kaynaklarını iyi okuduğu ve takip ettiği çağdaşı olan yazarlarla benzer ifadeleri kullanmasından anlaşılmaktadır. Kendi tezine dayanak oluşturacak bilgilerin üzerinde daha fazla dururken bazen tarihi verileri çarpıtarak, Papa’yı yeni Haçlı Seferi için ikna etmeye çalıştığı da dikkat çekmektedir. Özellikle Moğolların tarihine dair verdiği malumatta onların Hristiyanlığa müsamahalı pozisyonları sık sık yinelenir. Zaten planının ana merkezi Moğol-Hristiyan ittifakı üzerine kurulduğu için böyle bir desteğin vaki olduğu güçlü bir dille kanıtlanmak istenir. Ayrıca Hayton’un maddeler halinde planını sunması ön hazırlık ve genel taarruz gibi bir program çizmesi, onun savaş stratejisine vukufiyetini kanıtlamaktadır. Misal ön hazırlık aşamasında Hayton’un maddelendirdiği stratejik basamaklar Sun-tzu’nun Savaş Sanatı eserini hatırlatır.

Hayton’un bilgi vermeyi ve yönlendirmeyi amaçlayan üslubuna ek olarak bazen dilinin doğal olarak Müslümanlara karşı fazlasıyla saldırgan olduğunu da belirtmek gerekir. Savaşın bir cephesinin diğerine karşı tutumunu yansıtan bu yaklaşımıyla Hayton mutaassıp bir Hristiyan olduğunu kanıtlamaktadır. Zaten yaşamının ilerleyen dönemlerinde inzivaya çekilerek kendini dine adayacağını belirtmesinden bu tutumu anlaşılmaktadır. Bu yüzden Hayton’un yazdıklarının sübjektif yönü dikkate alınmalıdır. Üstelik sübjektif tavrı sadece Hristiyan kimliğinden kaynaklanmaz. Şahsi problemlerinden dolayı da taraflı davrandığı konular bulunmaktadır. Misal Hayton husumeti olduğu Kilikya Ermeni Kralı 2. Hetum konusunda da objektif yorum yapmaz.

Eserin en güçlü yönü onun çeviri ve hazırlanmasında yatmaktadır. Günümüzde bazı birincil kaynakların sadece çevirisinin sunulduğu ya da gerektiği gibi notlandırılmadığı malumdur. Fakat ele aldığımız eser için böyle bir şey söz konusu değildir. Eser, Türk tarihi konusunda velut bir kalem olan Altay Tayfun Özcan tarafından layıkıyla hazırlanmış olup, eserin yarıya yakın bir kısmı Özcan’ın notlarından oluşmaktadır. Bazen notlar deyim yerindeyse küçük bir makale edasıyla okura olan görevini ifa etmektedir.

Özcan’a bu kadar iş düşmesinin önemli sebeplerinden birisi de Hayton’un fazlasıyla müdahaleyi zaruri kılan tarzıdır. Hayton’un bazı bilgileri bilerek ya da bilmeyerek çarpıtması çevirmenin haklı müdahalelerinin önünü açmıştır. Ayrıca Hayton isimlendirmelerde de kendi lehçesinin ya da söyleyişinin özelliklerini gösterdiği için yer ve şahıs isimleri sık sık Özcan tarafından tashih edilerek sunulmuştur. Bununla beraber Hayton’un yazdıkları dönemin kaynaklarıyla karşılaştırılarak tahlil edilmiştir.

Eserde yazılan her bir cümlenin hazırlayan tarafından tartılması, okurun daha geniş bir bakış açısı kazanmasını sağlamaktadır. Hayton’un sözlerinin üzerinde yapılan uzun analizler notlar vasıtasıyla okura ulaştırılırken, her bir dipnottaki zengin kaynak terkibi eserin hazırlanmasındaki emeği gözler önüne sermektedir. Bu sayede eserin kaynak sıfatının üzerine katma değer eklendiği açıktır. Günümüzde tarihi bilginin güvenirliği söz konusu olduğunda hâkim yaklaşımın güven telkin etmekten ziyade sathi aşamada kaldığı düşünülürse, Özcan’ın ders niteliğindeki üslubunu benimsememek mümkün değildir.

Orta Çağ’ı Batılılar için karanlık yapanın aksine Türkler için karanlık yapan kaynakların azlığı mevzusudur. Bu yüzden eldeki Orta Çağ kaynaklarının dilimize kazandırılması önemlidir. Hayton’un eseri kaleme alındığı dönemde Avrupa’da yüksek ilgiye matuf olmuştur. Oysaki Türkçeye çevrilmesi çok zaman almıştır. Buradan Batılıların karanlığı tersine çevirme konusunda daha ilgili olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür. Kendi tarihimizi Orta Çağ’ın karanlığından aydınlık çıkarırcasına tahlil etmek için Doğu ülkelerinin altın çağını iyi bilmek şart…


Tarih boyunca uygarlık, farklı coğrafyalarda zirveye erişerek değişik medeniyetlerin ev sahipliğinde gelişimini sürdürmüştür. Farklı bakış açılarıyla bazı toplumların geçmişine olduğundan fazla paye verilirken, bazıları sıradanlaştırılarak sanki hiç kültür ve medeniyet unsuru vücuda getirmemiş gibi bilim camiasında sunulmuştur. Oysaki sosyal tekâmül, coğrafyanın sağladığı olanaklar vesilesiyle her toplumun erişebileceği kadar basittir. Yani siyasi ve kültürel ortam müsaitse toplum terakki açısından kendisini belirli bir noktaya götürmeye eğilimlidir. Bu yüzden tarih boyunca milletlerin gelişim safhaları zamana ve mekâna göre değişim göstermiştir.

Dünya haritasına bakıldığında medeniyet bayrağının yükseldiği yerlerde bazı benzer özelliklerin olduğu dikkate değerdir. Misal büyük nehirlerin havzaları uygarlığın merkezleri olarak ön plana çıkar. Örneğin Nil, Fırat- Dicle ve Seyhun-Ceyhun Havzası medeniyetin güçlü dinamiklerle hız kazandığı yerlerdir. Mâverâünnehir diye bilinen Seyhun-Ceyhun Havzası ise Türk medeniyetinin zirve noktasına ulaştığı mekandır. Batılıların Orta Asya namıyla andıkları bu bölge nazarımızda Türkistan diye bilinmektedir. Fakat Türk namıyla anılmasından mıdır bilinmez; bazen medeniyet kelimesiyle beraber zikredilmez. Buna rağmen Batılı bazı bilim adamları araştırmalarını Asya üzerinde zenginleştirirken, haklıya hakkını layıkıyla vererek, medeniyet bayrağını gerçek sahiplerine teslim ederler. İşte bu bilim adamlarından birisi de Barthold’dur.

Vasily Vladimiroviç Barthold 1869 yılında Rusya- Petersburg’da dünyaya gelir. Lisans eğitimini Doğu dilleri üzerine aldıktan sonra çalışmalarını arkeoloji ve tarih üzerine yoğunlaştırır. Zamanla çalışma merkezi olarak kendisine Türkistan’ı belirleyen Barthold, yapmış olduğu saha çalışmalarıyla kalemi güçlü bir oryantaliste dönüşür. Orta Asya üzerine yaptığı araştırmalarla bilim dünyasında adından söz ettirmesi, Barthold’un Türkiye’de tanınmasının önünü açar. Barthold sayesinde Türk tarihi geçmişteki gibi bilinmezlerle dolu değildir. Öyle ki Barthold’un yaptığı çalışmalar ciltlerce kitaba tekabül etmektedir. Zamanla Türk ilim dünyası bu eserlere kayıtsız kalmaz ve müellifin çalışmaları Türkçeye de çevrilir.

Barthold’un Orta Asya coğrafyasını merkeze alan makaleleri güzel bir seçki oluşturularak, Ahsen Batur tarafından derlenip Orta Asya Tarih ve Uygarlık ismiyle Türkçeye kazandırılır. Mezkûr eser dört bölüm halinde tasarlanmış olup, ilk bölüm “Geçmişin İzleri” ismini taşımaktadır. Bu bölüm vasıtasıyla Türkistan ve Türkler hakkında genel geçer bilgiler sunulur. Ayrıca Barthold’un doktora tezi Türkistan’ın Hristiyanlıkla teması üzerinde özellikle durulur. Geçmişten günümüze Türkistan’ın genel panoramasının sunulduğu bu bölüm vasıtasıyla bölgenin geçmişine ilişkin hayali senaryoların ortadan kaldırıldığı görülür. Müellifin bölgeye ilişkin derinlemesine tespitleri adeta zamana ve mekâna bağlı kalmaksızın güçlü yorumlarla satırlarda kendisine yer bulur. Barthold; din, kültür, siyasi tarih, nümismatik, arkeoloji, etnoloji, iktisat gibi farklı disiplinlerden aldığı verilerle bölge tarihine ışık tutar.

İkinci bölümde coğrafya üzerindeki kavimler merkeze alınır. Usunlar, Karluklar, Türkler, Karahanlılar, Karakitaylar, Kalmıklar eldeki bilimsel materyalle tanıtılır. Tabii bu yapılırken yazılı bütün kayıtlar geniş bir bakış açısıyla sunulur. Bahsedilen konular genelde siyasi tarih anlatısı gibi algılansa da aslında bölgenin tarihine ilişkin kilit bilgileri içermektedir. Barthold çağdaşı olduğu bilim adamlarının da yorumlarını ve izahlarını değerlendirerek kendi bilgileriyle harmanlayarak satır aralarında tezlerini sunar. Günümüzde dahi bilimsel tartışmaların odağında olan bu konulara ilişkin tespitler, kafa karıştırıcı olmaktan ziyade okurun geçmişi daha net görmesini sağlar. Sadece anlatılanların netlik kazanması mevzu olmayıp, okurun yorum gücü kazanacağı onlarca bilgi okuyanın kalemini güçlendirir. Örneğin, bu bölümde Türklerin Müslümanlığı, kavimlerin Türklüğü, Türk medeniyetinin karakteristik güçlü özellikleri, dil ve kültür bağlantıları, coğrafya ve etnik unsur ilişkileri vb. konular hakkında fikir sahibi olmak mümkündür.

Eserin üçüncü bölümü ise; Türk tarihinin belirli bir zaman diliminde kavim bazında irdelenmesini içermektedir. Bu sayede Timuriler, Tacikler, Kırgızlar, Sartlar ve Türkmenler mercek altına alınmıştır. Özellikle Kırgızlar üzerine yazılan yaklaşık 80 sayfalık kısmın ayrı bir kitap hüviyetinde olduğunu belirtmek gerekir. Kırgız isminin ilk ortaya çıktığı dönemden başlayarak yapılan anlatım bir Türk boyunun tarihi üzerine yapılan örnek bir çalışma olarak ön plana çıkmaktadır. En eski kaynaklardan izleri sürülen mezkûr kavimlere ilişkin tespitler öylesine etkileyicidir ki her kaynakta bu tarz bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Zaten Barthold’un multilingual birikimi ve önemli kütüphanelerdeki kaynaklara ulaşması onun Türkiye’de fazla bilinmeyen eserlere vakıf olmasını sağlamaktadır. Örneğin üçüncü bölümün sonunda Zeyn’ul Ahbar (Gerdizi’nin eseri) isimli kısımda bölgeyi anlatan birinci el kaynaklardan elde edilen bilgiler sunulmaktadır. Bilgiler öylesine ilgi çekicidir ki Türk kavimlerinin mitoloji, folklor, din, sosyal yaşam vb. bağlamındaki farklı yaklaşımları adeta samanlıktaki iğne misali ortaya çıkarılmaktadır.

Eserin dördüncü bölümü ise; yazımızın başında belirttiğimiz Mâverâünnehir ve Horasan’ı merkezine almaktadır. Sır Derya (Seyhun) ve Amu Derya (Ceyhun) Nehirlerinin havzaları bu başlık altında detaylı bir incelemeye tabi tutulmuştur. Bu bölümde Barthold, coğrafya ve tarih ile ilgili bilgilerini mükemmel şekilde mezcetmiş, üstelik bununla da yetinmeyip bölgenin geçmişten günümüze gelişen topoğrafyasını tüm yönleriyle ortaya koymaya çalışmıştır. Geniş bir havzayı sulayan onlarca farklı kolla değişik bölgelere nüfuz eden nehirler düşünüldüğünde tarihi anlatımın daha zorlaşacağına şüphe yoktur. Zira değişen nehir yatakları, kaybolan şehirler ve köyler, devamlı göç, sonu gelmez savaşlar, bölgedeki etnik ve siyasi yapıyı sürekli değiştirir. Hatta nehir yatağının değişmesiyle coğrafyayı bile aynı şekilde bulmak mümkün değildir.

Barthold, ustalığını konuşturarak, bölgenin tarihini; bütün zaruri değişimleri dikkate alarak çizmeye çalışmaktadır. Misal insanın coğrafyaya olan tahakkümüne işaret eden nehirlerle bağlantı sağlayan su kanalları bile uzun tasvirlerle anlatılır. Bölgedeki köyler, kasabalar ve şehirler eski-yeni isimleriyle sunulur. Bu sayede bölgenin topoğrafyasıyla beraber toponomisini (yer adı bilimi) de görmek mümkün olur. Zaten isimlendirme hususunda muazzam hassasiyet gösteren Barthold, bölgenin kavimlerinin hakimiyetindeki idari ve siyasi sınırlarını isimlerle çizer. Bu sayede kavimler, yollar ve ülkeler netleşir.

Eserin çevirisinin Ahsen Batur tarafından layıkıyla yapıldığını belirtmek gerekmektedir. Açık ve sade bir dille birlikte çevirmenin Türk tarihine olan vukufiyeti onun Barthold’un yazdıklarına eleştirel yaklaşmasının önünü açar. Zira çevirmenin dipnotlarla esere müdahaleleri gayet yerinde olup, okurun konuya intibakını arttırmaktadır. Misal bazen ömrünü Türkistan’ın deşifre edilmesine vakfetmiş Barthold’un bile çelişkiye düştüğü yerlerde çevirmenin mahareti konuya netlik kazandırmaktadır.

Eserin kaynak değeri üzerinde özellikle durulmalıdır. Zira Türk tarihi ile ilgili yapılan çalışmaların halen istenilen boyutlara gelememesine karşın; Barthold tarzı bilim adamlarının Türk tarihine eşsiz hizmetler sunduğu dikkat çekmektedir. Bu nedenle yapılan yeni çalışmalar için Barthold, temel başvuru kaynağı olarak ön plana çıkmaktadır. Zaten ilgili alan ve literatürün önemli kitapları zikredildiğinde muhakkak Barthold’a dair eserlerin adı geçer. Üstelik yazarın metodolojik yaklaşımının bilgiye endeksli güçlü bir yorumla şekillenmesi, eserlerinin çağlara meydan okumasının önünü açar. Her şeyden önemlisi Barthold’un anlatımı ilk bakışta yanlı, saldırgan ve rahatsız edici olmayıp, bazı Batılı yazarlarınki gibi ön yargılı ve gerçekleri çarpıtmaya meyilli bir özellik göstermemektedir. Fikirlerini politize etmeden sadece bilime hizmet şiarıyla sunan Barthold, siyasi tartışmalardan ziyade ilmi tartışma ortamlarında kendisini gösterir. Bu nedenle bütün birikimine ve becerisine rağmen kendi bilimsel camiasıyla da ters düştüğü noktalar vakidir. Fakat onun tek başına bir enstitü gibi çalışmasına bakılırsa bu durum gayet normaldir.

Sonuçta; Barthold’un Türkler hakkındaki yorumları bir Rus’un yorumundan ziyade bir bilim adamının tasavvurlarına daha yakındır. Şayet eldeki metinden yazarın Rus, Hristiyan ve Ortodoks olduğu anlaşılmıyorsa ve kimliğinden yola çıkan karşı tarafa yönelen bir sataşmaya dair iz yoksa; okur metni daha güvenilir bir edayla sindirir. Bu açıdan Barthold’un yazdıkları Türk tarihi açısından önemli ve dikkate değerdir. Zaten Türk tarihine olan hizmeti dikkat çekmiş olacak ki 1926 İstanbul Üniversitesinin davetiyle Türkiye’de dersler vermiştir. Geriye dokuz cilt külliyat bırakan Bartold benzeri bir bilim adamına geçmişten günümüze rastlamak zor. Başta bilim camiamız olmak üzere Barthold’dan çok ders alınması şarttır.
Avrupa, aydınlanmayla birlikte birçok fikir akımının merkezi haline gelir. Özellikle hümanizma fikrinin hız kazanmasıyla birlikte insanı ön plana çıkaran, insanın sosyal sorunlarına derman olmak isteyen fikir adamları düşüncelerini serdederler. Hümanizmanın etkisiyle insanlar arasındaki eşitsizlikler de fikir adamlarının dikkatini çeker. Hatta J.J. Rousseau bu eşitsizliklerin kaynakları üzerine bir kitap yazar. Rousseau’ya göre bir insan kendini yeterince tanıyorsa eşitsizliğin kaynağını fark eder. Yani eşitsizliğin kaynağı Rousseau’ya göre insan ve insanın faaliyetleridir. İnsanlar tarafından yaratılmış maddi ve manevi eşitsizlikler sosyal sorunlara neden olur. Sonuç olarak eşitsizlik doğanın meydana getirdiği cinsiyet, yaş, zekâ, sağlık vb. değilse; sonradan ortaya çıkar.

19. yüzyılın ortalarında ise eşitsizliğin kazanılmış hali değil de doğal halinin altı irdelenmeye başlanır. Yani deyim yerindeyse bazılarının ırkî genleri sayesinde doğuştan eşit olmadığı fikri ortaya çıkar. Fikrin babası 1816 yılında dünyaya gelen Fransız düşünür Joseph Arthur de Gobineau’dur. Geliştirdiği ırkçı teoriyi tez şeklinde sunan Gobineau, “İnsan Irklarının Eşitsizliği” isimli bahsedilen kitap sayesinde Avrupa’da isminden söz ettirir. Hatta kendisiyle çağdaş ya da sonra yaşamış birçok fikir adamını etkileyen Gobineau bu da yetmezmiş gibi Nazilerin ırkçı fikirlerine kaynaklık eder.

Tabiî Gobineau’nun fikirleri aniden ortaya çıkmaz. Öncelikle aristokrat bir aileye mensup olması, üst düzey bir diplomat olarak ülkesi namına uzun seyahatler yapması, onun fikirlerinin olgunlaşmasına neden olur. İlk aşamada kullandığı gözlemleri kaba tespitlerle şekillense de tezini bilimsel bir tabana oturtma gayreti yazdıklarından kolaylıkla anlaşılır. Öncelikle ırkların ve farklı milletlerin kültürel özellikleri Gobineau’nun dikkatini çeker. Zira Avrupalılar 19. yüzyılda Doğuya hiç olmadığı ölçüde ilgi gösterir ve Oryantalist akım bilim dünyasında kendisini gösterir. Gobineau da Oryantalizmin etkisiyle Doğuyu tanırken ırkî nazariyesini kültürel öğelerden yola çıkarak konumlandırır. Irkın ve kültürün farklı havzalardan beslendiği düşünülürse ırkın gözlem üstü bir tahlile muhtaç olduğu tahmin edilir. Fakat günümüzdeki genetik çalışmalarının ortaya çıkardığı güçlü teamüllerden kolayca anlaşılabileceği gibi ırk, sathi değerlendirmelerle tespiti yapılacak kadar basit bir mevzu değildir. Üstelik ırkın komplike ve kolay anlaşılmaz hali Gobineau’nun yaşadığı dönem için bile savunulabilir. Belki Gobineau da bunun farkındadır. Ama Beyaz ve Fransız olmanın ayrıcalığını keşfetme çabası içerisindedir.

Gobineau’nun ırkî kimliği önceleyen fikirleri beyazların üstünlüğünü savunanların ve kölelik yanlılarının dikkatini çeker. Özellikle ırkî karışım sayesinde ortaya çıkan -genlerdeki bozulmaya bağlı olan- soysuzlaşmayı eserindeki tezlerinin merkezine yerleştirir. Yani üstün Batı ırkları Doğu ile karışan genleri sayesinde saflıklarını yitirir ve dejenere olurlar. Bunun aksine Doğu ırkları Batılı genlerin sayesinde medeniyette merhale kat ederler. Gobineau’nun bu fikirleri, kendisini ırkçılığın peygamberi olarak anılmasına neden olurken, medeniyet ve kültüre farklı bir kaynak arayışını da gösterir. Zaten Gobineau’nun, eserini, medeniyetin ve yüksek kültürün temelindeki ırkî faktörlerin etkisini göstermek kastıyla yazmış olduğu rahatlıkla savunulabilir.

Gobineau, fikirlerini serdederken etimoloji, tarih, antropoloji, folklor vb. ilimlere sık sık başvurur. Tezini temellendireceği devrinin önemli kaynaklarına müracaat eder. Doğu kaynaklarına yabancı olmadığı yazdıklarından kolaylıkla anlaşılır. Ama Batılı bakış açısıyla yazmasından mütevellit olacak ki Batıya yani kendince güçlü olan ırklara dair bilgileri daha fazla detaylandırır. İlk aşamada beyaz ırkı analiz eder, elde ettiği bulgularla Batılıların Doğululara karşı üstünlüklerini karşılaştırmalı kanıtlamaya gayret gösterir. Tabiî bu noktada tarihi verilere fazlasıyla müracaat ettiği dikkatten kaçmaz. Kendi deyimiyle:” İnsanın genel özellikleri hakkında akıl ve mantık ilkelerine uygun biçimde karar verebilecek bir tek mahkeme vardır; o da amansız yargıç olan tarihtir (s.23).” Oysa ki tarihi bilgilerdeki zenginlik düşünüldüğünde en basit fikirlere bile dayanak olabilecek binlerce veri bulunması ihtimal dahilindedir.

Yazar tarihi bilginin aktarımı yönünde sadece fikirlerine dayanak sağlayacağına inandığı bilgileri kullanmış; aksini anlatan tarihi olay ve olguları es geçmiştir. Bu nedenle fikirlerdeki gevşek zemin ilk bakışta göze çarpar. Fakat bununla beraber klasik Orta Çağ düşüncesini tanımlayan günümüz için çağ dışı denebilecek fikirleri de çürütmeye gayret gösteren Gobineau, bilimsel olmayan teziyle düşüncesindeki skolastik zihniyetin izlerini silmeye çalışır. Misal medeniyetlerin yok olmasını ırkî sebeplere bağlarken ulusların çöküşünü kadınsı davranışlara bağlayan Orta Çağ teorisini yıkmak ister.

Döneminde devletlerin ve milletlerin yok olmasının sebeplerine ilgi gösteren Gobineau, ilk aşamada olası sebepleri tarihten örneklerle elemine eder. 16 bölüm halinde şekillenen eserin her bir bölümünde ortaya sürülen yeni bir fikre ve buna ilişkin teze rastlanırken bazen karşıt fikrin çözülmesi için çaba sarf edildiği dikkatten kaçmaz. Bu aşamada uzun bölüm başlıkları her biri ayrı bir kitabın konusu olacak derecede fikri münakaşalara sebebiyet verecek kadar derindir.

Tabiî ırkçılık söz konusu olunca “kafatasçılık” teriminin de anıldığı bilinen bir gerçektir. Gobineau, eserine bilimsel bir hava katmak için kafatası ölçümlerini ve bununla ilgili antropolojik verileri satırlarına taşır. 19. yüzyıl düşünüldüğünde fazlasıyla ehemmiyet verilmiş bu çalışmaları görmek okur için fazlasıyla şaşırtıcıdır. Misal kendisiyle çağdaş olan bilim adamları tarafından yapılan kafatası deneylerine eserde yer verilir. Günümüz için çağdışı denilebilecek bu deneylerle Gobineau, fikrine dayanak oluşturmak ister.

Gobineau’nun Türklerle ilgili fikirleri de ilginçtir. Türk ırkını Fin menşeili bir ırk olarak tanımlayan Gobineau, Doğulu yazarların Türk tanımlamasından (genellikle güzel ve alımlı); Türklerin sarı ırkla olan bağlantısına şüpheyle yaklaşır. İskitleri Moğol sınıfına koyan Gobineau, Oğuzların Fin lehçesi konuştuklarını ve Ari ırka mensup olduklarını düşünür. Tabiî fikirlerini şekillendirirken basit örneklerden yola çıkar. Misal Seyyah Rubruck’un notlarında, Moğol prensini Avrupalıya benzetmesini, Moğol- Türk akrabalığı üzerinden dolaylı ve değişik bir tespitle kanıtlamaya gayret eder. Yine sonuç olarak Türklerdeki medeni gelişimi Avrupalı kanın karışımıyla açıklayan Gobineau, eserin başından beri yinelediği görüşlerini yeni bir dayanakla tekrarlar.

Eserin gayet iyi bir çevirisinin olduğuna şüphe yoktur. Müellifin tercihen uzun cümleler kurarak fikirlerini aktarması ve devri için akademik sayılabilecek entelektüel bir donanıma sahip olması dilinin ağır olmasını ortaya çıkarmaktadır. Her şeye rağmen çevirmenin ehil bir elle anlaşılmaz olanı anlaşılabilir kıldığı eserde fark edilir. Tabiî beklentisi fazla yalınlıktan yana olan okur için kitabın biraz ağır gelebileceğini tahmin etmek güç değildir.

Gobineau, eseriyle bütün ırkları (beyaz, sarı, siyah) masaya yatırıp her birini ayrı ayrı sınava tabi tutar. Tahlil edilen ırklar eşit değildir. Zira Gobineau’nun elindeki veriler yanlıdır. Ya da Gobineau bilerek ve isteyerek yanlı verileri kullanmakta diretir. Misal meydana getirilen medeniyet ve kültür öğesi sadece ve sadece Batı kaynaklıdır. Doğu şayet bir şey üretmişse bu da dolaylı yoldan ırkî açıdan Batıyla ilintilidir. Balta girmemiş ormanlarda medeniyet husule getirmediği için Kızılderili kabileleri geridir ve hatta aşağılıktır. Beyaz, sarı ve siyah diye nitelendirdiği sınıflandırmanın en alt basamağı olan siyahi insanlar Gobineau tarafından acımasızca yerilir. Gariptir, Gobineau’nun bu fikirleri günümüzün realitelerini ve insan haklarını dikkate almayanlar için halen geçerlidir. Irkçılığın fikri bir hastalık olduğu düşünülürse marazi kaynaklarından birinin Gobineau olduğu düşünülebilir. Gobineau’nun fikirlerinden yola çıkılırsa günümüzde kullanılan ırkçı yaftasının bazen haksız yere kullanıldığı da ortaya çıkar. Zira ırkçı diye etiketlenen bazı insanlar Gobineau kadar marjinal ve uçta değildir. Gerçek ırkçılığın ne olduğunun anlaşılabilmesi için de eserin bir misyonu olduğu, bu nedenle savunulabilir.


Dünyanın önemli kavşak noktaları vardır. Bu kavşak noktaları kültür ve medeniyetin önemli geçiş yolları üzerindedir. Esasında dünya haritasına bakıldığında en köklü medeniyetlerin bazılarının bu kadim coğrafyalarda kurulduğu görülür. İnsanlık tarihi ele alınacağı zaman illaki ayrı başlık altında değerlendirilmesi gereken bu bölgelerin tarihi, insanlığın geçmişinde önemli bir kalemdir. İran da geçmişten günümüze ehemmiyetli bir coğrafya olup tarihçiler nazarında her türlü ilgiyi hak edecek kadar önemlidir.

İran tarihi üzerine günümüze gelinceye kadar birçok eser kaleme alınmıştır. Birden fazla medeniyete, etnik yapıya ve kültüre mekân olan bir coğrafyaya olan bu ilgi gayet normaldir. Rus akademisi, Rus devletinin güneye olan yayılımına bağlı olarak Doğu’nun bu kadim memleketini tarih disiplini manasında deşifre etmeye çalışmıştır. Bu amaçla Rus akademisyenler İran tarihini derli toplu ele alarak lisans düzeyinde öğretim veren kurumların ihtiyaç duyacağı bahsedeceğimiz ders kitabını ortaya çıkarmıştır.

Eser esasında bir ders kitabı olarak tasarlanmış olsa da zengin içeriğiyle genel okur kitlesinin de ilgisini çekmeye matuftur. İran’da kurulan her bir medeniyet üzerine ciltlerce kitap yazıldığı düşünülürse; bilginin tam yekunundan ziyade zenginleştirilmiş bir özetine ulaşmak günümüz insanının tercihleri arasındadır. Bu açıdan Rus ilim adamları önemli bir coğrafyayı ülkelerinde daha bilinir kılma amacını taşımaktadırlar.

Eser altı Rus bilim adamının (birinin muhtemel etnik kökeni Rus değil) ortak bir çalışması olup, her bir bilim adamı genel olarak Doğu, özel olarak İran tarihine dair uzun süre dirsek çürütmüştür. İran’ın eski çağlardan başlayarak yirminci yüzyıla kadarki serüveni yazarların ihtisas alanları paralelinde yazıya dökülmüştür. Eser 32 bölüm halinde tasarlanmıştır. Eserin tanziminde kronolojik bir sıralama esas alınmış olup, ilgili bölümler de kendi içerisinde Antik Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ve Yakın Çağ diye tasnif edilmiştir. Her çağ kısmının altında 32 bölüm medeniyetlerin, hanedanların ve önemli siyasi olayların ekseninde sınıflandırılmıştır.

Bölümlendirmede dikkat çeken hususlardan birisi de İran tarihinin 19. ve 20. yüzyıllarına dair kısmının diğer dönemlere nazaran sayfa bakımından ağırlıkta olmasıdır. Bu tarz akademik eserlerde bölümler arasında dengenin olması beklenirken, son dönemlere bu kadar yoğunlaşılmasının sebebi Rus kamuoyunun ilgisine, İran-Rus ilişkilerinin artmasına bağlanabileceği gibi eserin yazarlarının ideolojik ve politik açıdan doygun görüşlerinin son dönemlere dair olduğu fikrini de ortaya çıkarabilir. Ya da okur beklentisinin yazarların tarzında belirleyici unsur olabileceği akla gelebilir.

Aslında eserin zengin içeriğine bakılırsa, Rus akademisinin komşu ülkelerle ilgili önemli çalışmaları olduğu izlenimini edinmek mümkündür. Türkiye bazında düşünüldüğü takdirde ülkemizde benzer çalışmaların daha spesifik ve yetersiz kaldığı savunulabilir. Ama Rus bilim adamlarının başka bir medeniyetin tarihine bu denli vakıf olması Rusya’daki bilimsel anlayışın gelişmişlik düzeyi hakkında fikir verebilir. Bu sayede Avrupa’daki Oryantalist eğilimlerin Rusya’da karşılık bulduğu sonucuna ulaşılabilir. Zaten yazarların biyografilerinde geçen Rusya’da bulunan Doğu Bilimleri Enstitüsü bile Rus akademisinin Doğu’ya olan ilgisini kanıtlamaktadır.

Her tarih eseri yazarının ideolojik ve siyasi yönelimini az veya çok yansıtmaktadır. İran Tarihi eseri de mezkûr tespitten beri değildir. İran tarihinin İlk, Orta, Yeni Çağlardaki anlatısı göz ardı edilecek olursa özellikle son kısımlarında yazarların politik yaklaşımları eserde yer yer kendisini göstermektedir. Hatta eserin ilk bölümlerinde dahi Karl Marx’a ve Friedrich Engels’e ait görüşlerin konuyla az çok ilintili şekilde servis edilmesi bile yazarların dünya görüşünü kanıtlamaktadır. Sık sık Marksist terminolojinin önemli kelimeleri satırlar arasında zuhur eder. Üstelik bu yanlı tutum tarih yazınına da yansır ki çevirmen ara sıra devreye girerek dipnotlar vasıtasıyla okuru yönlendirme gereği duyar. Misal eserin yazarlarından İlya Pavloviç Petruşevkiy’in Türkçe yerine kullandığı Azerbaycanca tabiri çevirmenin dikkatinden kaçmaz ve tabirin yanlışlığına vurgu yapılır. Yine Akhunların etnik kökeninin bilinmediği bilgisine istinaden çevirmen haklı olarak Akhunların Türk olduklarını belirtir.

Yine sosyal sınıfların Marksizm’deki önemi malumdur. Yazarlar, siyasi tarihi sosyal sınıfların mücadelesi vurgusuna yer vererek servis ederler. Bu yüzden sosyal sınıfların ve halk tabakalarının reaksiyonları siyasi tarihin anlatısının baş köşesine oturur. Özellikle halk ve işçi tabakasındaki isyan hareketleri diğer eserlere nazaran çok iyi şekilde tahlil edilir. Tabii bu yazarların bakış açısını yansıtmakla beraber zımnen sunulan teorilere alternatif analizlerin olduğu bilinmektedir. Bu yönden eserin tek yönlü bakış açısından fazlasını yansıtması beklenti dahilindedir. Çünkü eserde tarafsızlığının hissedildiği kısımların okuru daha çok cezbettiği söylenebilir.

Tabii eserin ideolojik yönelimi bir tarafa bırakılırsa İran tarihinin önemli köşe taşları eksiksiz zengin bir anlatıyla satırlara yansır. İran tarihine damga vuran Ahamenişler, Selevkoslar, Partlar, Sasaniler, Araplar, Selçuklular, Moğollar, Safeviler medeniyet bağlamında zengin siyasi anlatıyla detaylandırılır. Adı geçen medeniyetlerin siyasi tarihi tüm yönleriyle anlatılırken, sosyo-kültürel, iktisadi hayatları gibi bilgiler ayrı başlıklar altında söz fazla uzatmadan verilir. Aslında bu bir eksiklik olarak algılansa da köklü bir medeniyet düşünüldüğünde kitabın çapını açacak bir bilgi yoğunluğunun oluşabileceğine binaen yazarların tavrı normaldir.

Yine eserin İran tarihini yirminci yüzyıla kadar ele almasına karşın kitabın yazıldığı tarih 1976’dır. Bu nedenle İran tarihinin 1976 yılından sonraki olaylarına değinilmez. İran tarihinin dönüm noktalarının bu tarihten sonra olduğu düşünülürse eserin güncellenme ihtiyacı ortaya çıkar. Özellikle İran’ın yaklaşık son elli yıllık sürecinin esere eklenmesinin eserin kıymetine kıymet katacağına şüphe yoktur.

Klasik çağlarda verilen bilgilerle birlikte özellikle Safevilerden sonra İran’ın yöneten hanedanların tarihi üzerinde durulur. Özellikle Afşar ve Kaçar gibi Türk soylu hanedanların yönetimindeki İran’ın önemli siyasi olayları detaylı bir anlatıyla sunulur. Tabii yirminci yüzyılda hız kazanan emperyalizm ekseninde bölgeyi ele geçirmeye çalışan ülkelerin siyasi entrikaları sayfalara çok iyi yansır. Özellikle birçok Orta Doğu devletinin yaşadığı bu sürecin ibret dolu hikayesi, sömürgeciliğin zalimane ve insafsız tutumuna ışık tutacak şekilde anlatılır. Tabii Ruslarla İngilizlerin benzer sömürgecilik faaliyetine rağmen hatta Çarlık Rusya’sına sömürgeci sıfatı verilmesine rağmen, eserde Sovyet Rusya’nın İran’a olan yaklaşımı sömürü tavrı olarak nitelendirilmez.

Eserin gayet iyi bir çevirisinin olduğunu söylemek gerekir. Eserin akademik hüviyetine halel getirmeyecek derecede anlaşılır ve yalın bir dille çevrilen eserin bu sayede okurun ufkunu açacağına şüphe yoktur. Özellikle yazarların bazen sıkıcı gelebilecek Marksist jargonu dahi çevirinin gücü sayesinde silikleşmektedir. Zira her daim Marksist tarih söyleminin sıkıcı anlatımının satırlara yansıdığını söylemek güçtür. Ama buna rağmen gözden kaçan yazım yanlışları azımsanmayacak kadar fazladır (Örneğin 19. yüzyıl anlatılırken başlıkta Sasaniler kelimesi kullanılmıştır). Tabii kitabın çapı düşünüldüğünde bu durumun göz ardı edilebilir. Yine eserde yerinde kullanılan resimlerin, kronoloji ve dizin kısmının eseri zenginleştirdiği bir gerçektir.

İran’la ilgili akademik camiamızın ürettiği kaynaklar kadar yabancı tarihçilerin yazdığı kaynaklarda kıymetlidir. Ülkemizdeki çeviri faaliyetleri bu yüzden mümkün mertebe artmalıdır. İran tarihine dair ülkemizde yazılan kaynakçanın bu sayede daha fazla zenginleşeceği malumdur. Her ne kadar eserde Türklerle İran’ın ilişkisine dair vurgular az olsa da Türkler için İran coğrafyası çok önemlidir. İran’da imparatorluk serencamına sahip Akhunlar, Selçuklular, Safeviler gibi devletler Türkler tarafından kurulmuştur. Yine bölgeyi uzun yıllar yöneten Kaçarlar ve Avşarlar gibi hanedanlar Türk soyludur. İran coğrafyasının ana insan kitlesinin büyük bir kısmını uzun süre Türkler oluşturur. Bütün bu bilgiler bile kitabın nazarımızda ne kadar kıymetli olduğunun kanıtı gibidir. Bir nevi İran tarihine hâkim olmak, Türk tarihine hâkim olmaktır. Bu yüzden eserin yüksek önemi haizdir.
Türkler hakkında çok şey söylenir ve yazılır. Tarih boyunca Türkler, temasta oldukları her coğrafyada derin izler bırakarak adlarından söz ettirirler. Bu nedenle geçmişte yazılmış tarih kaynaklarının büyük bir kısmı Türklere yer verir. El- Ömeri’nin Mesaliku’l Ebsar isimli eseri de Türklere hatırı sayılır şekilde yer ayıran eserlerden birisidir.

Ömeri, Memluklu Devletinde görev yapmış, önemli bir edebiyatçı, fakih, devlet adamı ve bürokrattır. 14. yüzyılın başında Şam’da dünyaya gelen, iyi bir eğitim alan, İbn Fazlullah olarak anılan Ömeri; nisbesini soyunun Hz. Ömer’e dayanmasına istinaden almıştır. Orta Çağ’da önemli bir görev olan sır katipliğini babasından devralarak yapmıştır. Devletin önemli kademelerinde görev yapması, edebi kimliğinin olması, devrin kaynaklarına kolay ulaşması; onun kalemine güvenilir bir tarihçi hüviyetine bürünmesine neden olmuştur.

İbn Fazlullah’ın en önemli eseri 27 ciltlik Mesaliku’l Ebsar’dır. Ele aldığımız eser; Mesaliku’l Ebsar’da Türklerin anlatıldığı üçüncü cildinin tercümesidir. İbn Fazlullah dönemin tarih anlayışına binaen yazdıklarını okudukları, duydukları ve birebir gördükleriyle inşa etmektedir. Fakat Ömeri eserini kaleme alırken kendisine gelen bilgileri olduğu gibi satırlara geçirmek yerine, elindeki malumatı diğer kaynaklarla karşılaştırarak doğruladıktan sonra kullanmaktadır. Ömeri’nin bu titiz anlayışı, devrinin bazı kaynaklarına nazaran onun daha güvenilir olmasını sağlamaktadır.

İbn Fazlullah yaşamı boyunca Mısır ve Suriye dışına çıkmamıştır. Ama devrinin önemli kalemlerini okumuş, mensup olduğu devletteki görevi gereği döneminin güncel siyasi olaylarını takip etmiş ve bölgesine gelen insanlardan dinlediklerini ince eleyip sık dokuyarak eserine yansıtmıştır.

Orta Çağ’ın meşhur tarihçileri gibi Ömeri de öncelikle bölgenin coğrafi ve mimari yapılarını anlatır. Genel bilgilendirmelerden sonra özele yönelir. Anlatımında coğrafi bir bölümlemeye gider. Bu sayede Hindistan, Harezm, Gazne, Türkistan, Deşt-i Kıpçak, Anadolu gibi bölgelerin tarihi hakkında bilgiler verir. Harzemşahlar, Gazneliler, Anadolu Türk Beylikleri, Selçuklular ve Selçuklu Atabeylikleri gibi Türk devlet ve devletçikleri hakkında kıymetli bilgiler bu şekilde satırlar arasında zuhur eder.

Ömeri’nin bu genel anlatımının en büyük özelliği dönemin hikayeci anlatım özelliğine binaen yorum içermemesidir. Olaylar direkt dile getirildiği için neden-sonuç ilişkisi gibi modern tarih anlatımının özelliklerine anlatımda rastlanmaz. Zaten eserin yarısından fazlasında kronolojik bir anlatım söz konusu olup (İslam Tarihinde Türkler kısmı), önemli olaylar yıl yıl ayrılarak verilir. Her yılın önemli siyasi ve askeri olayları bazen en ince detaylarına varıncaya kadar verilir. Tabii her ne kadar siyasi ve askeri olaylar ağırlıkta olsa da Ömeri açısından diğer önemli olaylar da es geçilmez. Misal büyük Türk filozofu Farabi’nin vefatı, depremler, salgınlar vs. anlatıda kendisine yer bulur.

Ömeri’nin en önemli özelliklerinden birisi dilinin fazlasıyla tarafsız oluşudur. Ele aldığı olaylardaki kavim ve milletlere karşı dili objektiftir. Hatta Suriye, Irak ve Anadolu’yu talan eden Haçlılar ve Moğollara karşı bile nefret söylevinde bulunmaz. Bu yüzden yazdıklarından bazen onun etnik kimliği kolaylıkla fark edilmez. Eserin yazıldığı dönem düşünülecek olursa, din ve mezhep taassubunun fazla olduğu hesap edilirse yazarın sadece bilgilendirmeyi amaç edindiği ortaya çıkar.

Olaylar önce televizyondaki haber bültenlerinde olduğu gibi kısa ve öz sunulur. Dönemin önemli karakterleri üzerinde ayrıca durulur. Beyliklerin ve devletlerin yöneticilerinin faaliyetleri aktarılır. Şayet önemli birisi anlatılan yıl içinde hayatını kaybetmiş ise; bu vefatiyat haberi sonrası ölen kişi hakkında bilgilendirme yapılır. Özellikle Mısır, Anadolu, Suriye, Irak, Deşt-i Kıpçak ve Türkistan bölgesi paralelinde kronolojik olarak sunulan bilgiler vasıtasıyla Eyyübiler, Memluklar, Selçuklular, Harzemşahlar, Haçlılar ve Moğollar gibi büyük devletler ve bu devletlerin parçalanmasıyla ortaya çıkan küçük devletçiklerin birbirleriyle olan mücadelesi bazen küçük askeri çatışmalara varıncaya kadar verilir. Hatta sosyal hayat, etnik toplulukların birbirlerine karşı algıları, yönetici halk ilişkisi gibi farklı konulara da yer yer değinilir.

Türkleri merkeze almakla birlikte Türk tarihinde kıyıda köşede kalmış diye izah edebileceğimiz bazı bilgilere rastlanması, eserin üst düzey bir referans kaynağı itibarı görmesine neden olmaktadır. Misal Moğol istilası sonrası Anadolu’da ortaya çıkan beylikler hakkında kıymetli bilgiler verilir. Misal Osmanoğulları Beyliği Bursa başlığı altında ele alınır. Verilen bilgiler ilginçtir: “(Bursa Beyi’nin) Atların üzerindeki bileğine sağlam süvarileri ruhları avlarlar. Askerlerinin fakir olmasının sebebi reayanın dürüst insanlar olmamasından, komşularının ona karşı engeller çıkarmasından kaynaklanmaktadır. Derler ki, onun (Orhan b. Osman) halkının kalbi kötüdür ve hilekardır; sarıkları hile ve desise üzerine üç kat sarılmıştır (s.165).” Yine Hindistan Türk medeniyeti ve bölgede kurulan Türk devletleri hakkında verilen bilgilerin tarih anlatımızda geri planda kaldığı malumdur. Ömeri verdiği bilgilerle Hindistan’daki Türk asırlarının sergüzeştini gayet iyi ifade eder. Bu açıdan eserin Hindistan’daki Türk varlığının önemini vurguladığı söylenebilir.

Bir Orta Çağ birinci el kaynağı için fazlasıyla doyurucu olan eserin çevirisi gayet iyidir. Zaten çeviriyi yapan Ahsen Batur’un bu konudaki maharetine diyecek yoktur. Eser içinde sıkça dipnot ve bilgilendirmelerle muallakta kalan noktalar çevirmen maharetiyle ortadan kaldırılır. Bazen bir iki sayfayı bulan notların anlatılan olaylara önemli dayanak noktaları oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. Zaten çevirinin sadece tercüme boyutunda kalmadığı eserin sonunda verilen faydalanılan eserlerden anlaşılmaktadır.

Türkler hakkında yazılanlar Türk tarihinin şekillenmesinde önemli bir kalemdir. Özellikle etnik taassuptan uzak sadece bilgi kazandırmayı temel hedef edinmiş Orta Çağ kaynaklarının dilimize kazandırılması okurun temennisidir. Ele aldığımız esere benzer kaynaklar Türk tarihinin Arap coğrafyasındaki serencamını netleştirir. Türk tarihinin külliyetli bir yekûn tutması daha çok kaynağın dilimize kazandırılmasını gerektirmektedir. Bu tarz eserlerle tarih anlatımızın zenginleşeceğine şüphe yoktur. Bu zorlu çeviriler verilen emek bağlamından düşünüldüğünde kesinlikle okunmalı kaynak olarak kullanılmalıdır.