Toplam yorum: 3.077.625
Bu ayki yorum: 4.503

E-Dergi

zafer saraç

1980 yılında Elazığ’da doğdu. İlk orta öğrenimimi aynı ilde tamamladı. Laboratuar, Biyoloji ve Tarih eğitimi aldı. Biyoloji bölümünü derece ile bitirdi. Tarih bölümünü bölüm ve fakülte birinci olarak tamamladı. 2019 yılında "Bazı Çin Seyahatnameleri Üzerine Bir Değerlendirme (MÖ 139- MS 984)" isimli tezi ile Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'de Yüksek Lisans öğrenimini tamamlayarak mezun oldu.2015 yılında arkadaşlarıyla beraber Elazığ'da Telmih Kültür Sanat Tarih ve Edebiyat dergisinin kuruluşunda görev aldı. www.kitapsuuru.com sitesinin genel yayın yönetmenliği, Telmih dergisinin editörlüğü görevini yürütmektedir. Yayımlanmış Seyahat Diyen Kitaplar isimli bir kitabı bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli yayın organlarında yayımlanmış makaleleri bulunmaktadır.

biozafer Tarafından Yapılan Yorumlar

Neredeyse bütün edebi anlatı türlerinde yer yer mitolojiyle temas edildiği görülür. Çünkü söylenegelen mitolojik hikâye ve hikayecik efsaneleşmiş, dilden dile aktarılmış ve herkesin bildiği bir olay halini almıştır. Yıllar öncesinden gelen o meşhur hikayelere gönderme yapılacak çok olay olur günümüzde… Yazarlar bunun bilincinde olmuş olacaklar ki klasik bir edebi türü tekrar tekrar diriltirler. “Ben, Kirke” isimli eseriyle Madeline Miller, kurgusunu Yunan mitolojisinin merkezinden çıkararak hem mitolojiye hem de eserine ilgi çekmeyi başarır.

Madeline Miller, üniversiteyi tamamladıktan sonra master eğitiminde klasik eserler üzerine yoğunlaşır. Özellikle klasik dillerdeki vukufiyetini göstermek açısından son 5 yıldır Latince dersleri verdiğini belirtmek gerekir. Miller, elindeki zengin mitolojik malzemeyi çok iyi kullandığından olsa gerek, 2012 yılında “Akilleus’un Şarkısı” isimli eseri ile Orange Ödülü’nü kazanır. Hatta yazarın ülkesinde edebi açıdan bir yere gelmiş olduğu ve uluslararası alanda da popülaritesinin hızla arttığı gözden kaçmaz.

Miller, ilk aşamada yazdığı eserlerle mitolojinin hakkını verme amacını güder. Çünkü mitoloji içerisindeki fantastik ve insanüstü üslubundan dolayı bazı kitlelerce beğenilmez. Oysaki fantastik yazının edebi gücü bazen yadsınamayacak kadar dikkat çekicidir. Miller, yazdığı eserler vasıtasıyla mitolojik efsaneleri dirilterek yıllar yılı üzerilerinde birikmiş olan tozu kaldırır. Hatta öyle ki yazdığı metinlerin mitolojiye soğuk yaklaşanların dahi ilgisini çekmesi olasıdır.

Eserin ilgi çekici başkahramanı Kirke, Güneş Tanrısı Titan Helios’un kızıdır. Yani kahramanımız güneşin kızıdır. Buradan hareketle mitolojinin o gerçek üstü sınırlarının Miller’in kalemiyle sık sık geçildiği ön görüsü ortaya çıkabilir. Doğal karakterlerin çizilmesinin genel geçer kuralları olmasına karşın, tanrısal karakterlerin nasıl çizilebileceği muammadır. Ya da tanrıların insani doğasının deşifre edilmesi biraz zordur. Ama Miller’in bu zorluğa kaleminin gücüyle karşı koyduğu söylenebilir. Misal insani duyguları yaşayan tanrıların o sıra dışı hikayeleri bazen karakterin tanrı olduğu izleniminin silinmesine neden olur. Bu noktadan itibaren bazen okur keşke yazar biraz daha realist olsaydı diyebilir. Fakat aslında gerçeğin üstünü ve altını aynı dikkatle takip eden okur için bu tespitlerin önemi yoktur. Çünkü, iyi anlatı mitolojik hikayelerin günümüze kadar nasıl ulaştığını kanıtlarcasına rağbet görür.

Tabii fantastik kurguların önemli özelliklerinden birisi de özgünlük açısından eşsiz bir yapı göstermelerinde yatar. Miller ise eşsiz olmanın uzağında gezinerek söylenegelen ve çok bilinen mitolojik hikayelerin çevresine kurgusuyla şekil verir. Yani mitolojik hikayedeki ana eksen herkesin bildiği gibidir. Ama hikâyeye yeni bir şekil verilmiştir. Misal Kirke’nin amcası Prometheus’un insanlara ateşi armağan etmesi ve buna bağlı olarak cezalandırılarak Kafkaslara zincirlenmesi, bir kartalın her gün karaciğerini yemesi gibi çok bilinen bir mitolojik hikâye, Miller’in kurgusuyla ustaca birleştirilerek yeni bir şekil kazanır.

Mitoloji seven okur için anlatılan hikayelerin oldukça ilgi çekici olduğu bir gerçektir. Fakat herkesin mitolojiye aynı ilgiyi göstermesi beklenemez. Miller’in kalemi öylesine etkilidir ki; mitolojiyi sevmeyenlerin bile ikinci kez düşünmelerine neden olacak, efsanevi bir dille karşılaşmaları olasıdır. Günümüzün fantastik edebi yapımlarına bakacak olursak azımsanamayacak bir ilgiye matuf oldukları dikkatten kaçmaz. Miller her ne kadar elde olan ya da bilinen efsanenin üzerinden anlatısını şekillendirse de, çağımızda kitap raflarını dolduran fantastik edebi eserlerden daha çok ilgi çeker. Çünkü efsaneyi hatırlamak, yeni efsaneyi uyum sağlamaktan daha caziptir. Yeni fantastik efsaneler, hiç şüphe yok ki insanlığın ortak hafızasına zuhur etmiş destanlar kadar ilgi çekici olamaz. Sözün özü Miller’in kaleminin gücü ile birleşen mitolojik efsane daha çok sükse yapar.

Kirke karakterinden ortaya çıkan hikayeler bir antik çağ cadısının bir gününü de satırlara yansıtır. Yapılan bitkisel karışımlar, efsunlu sözcükler Kirke’nin dilinden masalsı bir söylevle okuyanların aklında yer eder. Kirke, tanrıların ve insanların dünyasında yaşamakla ikisine de olan ilgisini ve görgüsünü okurlarıyla paylaşır. Kirke’nin tanrısal olan ve insani olan arasındaki gitgelleri romanın öyküsündeki düalist yapının ortaya çıkmasına neden olur. Böylelikle ölümsüz ruhun tanrısal, duyguların ise insani olduğu gerçeği Kirke’nin anlattıklarından zuhur eder. Ayrıca Kirke diliyle tanrıları ve insanları karakterize eder. Tanrıların dünyasını ziyaret eden insanlar diğerlerinden ayrılacak özelliklere sahip olmalarına karşın, Miller’in kalemiyle tanrılardan daha fazla insanileşir. Zaten romanın başından sonuna tanrıdan insana, insandan tanrıya varan başkalaşımlar anlatıya damgasını vurur.

Yunan Panteonunun tanrıları kendilerine has hikayeleriyle yer yer satırlar arasında kendisini göstermesine karşın, anlatılan hikayelerin sanki tüm insanlığın mirasıymışçasına algılanır. Farklı milletlerin mitolojik öykülerindeki benzerliklerin manidar olduğu bir gerçektir. Belki de Miller ortak mirası su yüzüne çıkaracak çok yönlü bir anlatıya can vermiştir. Zira hırs, sevgi, aşk, kıskançlık, nefret, asalet, cesaret, açgözlülük, kibir vb. kavramlar üzerine özlü bir hikâye anlatılması istense, karakterlerin isimleri değişmekle beraber üç aşağı beş yukarı benzer temaların olduğu öyküler ortaya çıkar. Mitolojik sözlü mirasın günümüze kadar gelmesinin, kültürden kültüre aktarılmasının sebebi de budur. Miller eseriyle buna da aracılık etmektedir.

Sonuçta, Homeros’un kendi çağında yaptığı edebi eylemi ona nazire yaparcasına günümüzde de Miller yapmıştır. Destansı dil tarihte yaşayan insanları doğaüstü bir pencereden bakarak ihya ederken evrensel mesajlarını vermekten de geri kalmaz. Homeros’un efsanevi dili illa ki zamanında ilgi çekmiştir. Miller’in eserinin de günümüzde benzer bir ilgiye matuf olması, mitolojinin hiç eskimeyeceğinin kanıtıdır. Bazı kavramları dirilten hayat tılsımları vardır. Kirke’nin büyüsü mitoloji kavramına üflediği ölümsüz ruhtan kaynaklanır mı bilinmez, bin yıllık öyküler mezkûr eserle tekrar dirilmiş…
Balkanların son yüzyıllarda makûs bir talihi vardır. Savaş Balkan coğrafyasının adeta ruhuna işlemiş, insanlar savaşın içinde doğmuş ve ölmüşlerdir. Bu yüzden yazılan edebi eserlerde mutluluğu dağıtan, kasvetli bir karanlık çoğu zaman hissedilir. Kimi zaman hayatın ışığına sis-pus mani olur, kimi zaman insanlar için ay ışığı karanlıklarda umut olur. Meşa Selimoviç’in eseri de savaşın karanlığında ışık saçan bir mum ışığını andırır.

Meşa Selimoviç, Balkan coğrafyasının göbeğinde Bosna’nın Tuzla şehrinde gözlerini dünyaya açar. Doğduğu yer 1. Dünya Savaşının fitilin ateşlendiği coğrafyaya pek uzak değildir. Deyim yerindeyse doğumuyla beraber savaş onun için bir kader olur. İlk ve orta öğrenimini Tuzla’da bol bol okuyarak tamamlar. Sonrasında Sırp Dili ve Edebiyatı öğrenimi görür. 2. Dünya Savaşı öncesi yine başka bir savaşın içerisine dalar. Halk Kurtuluş Cephesiyle dağlarda savaşır. Son olarak Hırvat Ustaşalar Örgütü tarafından tutuklanıp hapis yatar.

Tabii, böyle bir biyografiye sahip yazarın fazlasıyla pembe tablolar çizmesi biraz zordur. Ama eserinde bahsettiği sisi ve karanlığı dağıtacak argümanları yaratmakta pek zorluk çekmez. Savaşın karanlığında bile aşk insanların yüreğini diri tutabilir. Ya da umudun ipine sıkı sıkıya sarılan bir karakter geleceğinin sınırlarını zevkle tahayyül edebilir. Selimoviç bu şekilde okurunun karşısına kötüdeki iyiyle çıkar.

Selimoviç’in eseri birazda otobiyografiyi andırır. Zira 2. Dünya Savaşı yıllarıdır. Almanlar, toplarıyla tüfekleriyle Balkan coğrafyasını silindir gibi ezmeyi planlamaktadırlar. Etnik yapısı karışık Balkan coğrafyası ise, dostun düşmanın kim olduğunun pek anlaşılamadığı bir mahşeri andırmaktadır. Bu nedenle Selimoviç’in karakterleri savaşın şokuyla hayatı ve çevreyi anlamlandırmaya çalışırlar.

Karakterlerin o tahayyüle zor gelen savaş tablolarını yorumlamaları ise, yazarın üst düzey maharetiyle sanatsal bir ifade kazanır. Sonuçta yaşanılan acıların ve mutlulukların en iyi ifadesi ruhta kendine yer bulur. Esasında bedenin fiziksel yaralarıyla savaşan birinin ruh tahribatını yansıtmak zordur. Karakter, kendisine biçilen savaş yaralarını ruhen başka mevzularda kendisini göstererek yansıtır. Selimoviç ustalığını burada gösterir. Ruhun üzerindeki karanlık farklı kaygıları dert edinerek dağıtılır. Misal insanların kayıp canlarını aradıkları, huzurun peşinde koştukları, bir coğrafyada pekala aşkın peşinde de koşulabilir.

Toplumsal olan kaderin, bireysel yansımaları ise her karakterin dilinden ve ruhundan farklı şekillerde sökün eder. Gençliğin yaşanmayışı, tatminsizlik, aşk acısı, geçim kaygısı, çaresizlik, gelecek endişesi vb. durumlar derin ruhi temaslı yargılarla karakterlerin hallerinden okunur. Aslında iyi bir eserden beklenen de budur. Halin, üstün yetenekle izahı yeni yorumların düşünce boyutunu zorlamasına neden olur. Yani anlatılanlardan çıkarılması gereken dersler artar. Selimoviç mevcut hali ortaya koyar, karakterler vasıtasıyla mekânı ve ruhsal tabloyu zihninde birleştiren okur ise kendi tahayyülünde sonuca ulaşır. Bir anlamda zengin edebi malzeme, okura düşün yolunda çok fazla imkân verir.

Selimoviç, çetelerin uğrak bir güzergâhı üzerinde bulunan alelade bir köy evinden(kitabın şık tasarlanmış kapağında bu evi görmek mümkün) muazzam hikâyeler çıkarır. Savaşın duyarsızlaştırdığı insanlara isnat edilenlerle, anlatı ziyade bir hal alır. Üstelik Selimoviç’in savaş şartlarını birebir yaşamasından dolayı değerlendirmeleri fazlasıyla objektiftir. Zira bazen gerek okur gerekse de yazar, savaş şartlarını yaşamadan olayın tamamen dışında bir yorum ya da izlenime sahip olabilir. İşin açıkçası bu tarz hayali savaş yorumları biraz temelsiz kalır. Selimoviç ise yaşanılanı yaşadığından ötürü içerden birinin sesini okura duyurur.

Tabii bu kadar savaşla hemhal bir anlatıyı benimsememiz, kitabın birebir çatışmaların olduğu emsalsiz maceralarla şekillenen bir havası olduğu fikrini ortaya çıkarabilir. Oysaki savaş eserde güçlü bir dekordur. Ya da karanlık tonların olduğu bir tuvaldir. Yazar ustalığını dekorun üzerinde konuşturarak gösterir. Anlatımın güçlü oluşu okurda mevzunun savaş harici bir konu olsa da etkili olacağı hissini uyandırır.

Yazarın yer yer ele aldığı insanlara dair felsefi yaklaşımları ise hayatı sorgulama açısından okuru tetikler. Hatta bir filozofu andıran tespitleri kitabın içinde elmas gibi parlar. Esasında sırf bunlar için bile kitap okunmaya bedeldir. Misal: “İnsan huzurlu yaşamak için yaratılmamış mıdır? Burası huzur işte. Elimizle yakalayamadığımız, bize ait olmayan, iç içe olmadığımız şey bizim değil, başkasının (s.105).” Bu alıntı kitabın iç sesinin yer yer nasıl bilgece bir üslup takındığı gösterir.

Biçim olarak eserin çevirisi genelde anlaşılır olup, yazarın kendisine özgü bir üslup söz konusudur. Duyguların bazen kime ait olduğu tam fark edilmez. Üstelik romanın anlatıcısının sesi çoğu zaman karakterlerinkiyle karışır. Sonuçta acının, kederin bulunduğu her ortamda duyguların daha da karmaşıklaştığı durumlar söz konusudur. Hatta duygu-durumu bozan dünya hallerine tepki verenler destanları andırır bir serzenişle yorumlarını dile getirirler. Selimoviç’in romanı ilk anda insanda bu hissiyatı uyandırır. Sanatsal edebi bir dilin kullanıldığı bu eser, duyguları harekete geçirmekle birlikte okuru sarıp sarmalayacaktır.


Tarih birçok devletin yıkılmasına ve yeniden doğmasına sahne olmuştur. Bazı devletler saman alevi misali yanıp yok olurken, bazıları ismen değişerek yaşamını sürdürmeye devam etmiştir. Bu manada tarih devletlerin raks ettiği büyük bir sahneyi andırır. Uzun süre tarih sahnesindeki yerini koruyan devletlerden birisi de günümüzde de cesametinden pek bir şey kaybetmeyen lakin ismi değişen Prusya’dır.

Monika Wienfort Prusya Tarihi isimli eseriyle büyük bir devletin tarihine geniş bir açıdan bakmaya çalışır. Alman akademisyen Wienfort’un anlatısındaki dikkat çekici objektif tutum başka yazarlara örnek olacak türdendir. Zira anlatılan dönemler itibarıyla Almanlığa ek olarak taraftar olunacak dini ve siyasi hizipler dikkat çeker. Aslında her tarihçinin dini ve etnik kimliğinden sıyrıldıktan sonra eserini kaleme alması eserin kalibresini arttırır. Misal eseri okuduktan sonra yazanın kimliği netleşmiyorsa, objektiflik sınamasını geçmiş kabul etmek lazımdır. Wienfort’un kimliğinden sıyrılarak eserini kaleme aldığı göze çarpar.

Tarihte köken çok önemlidir. Geleceğe yansıyan birçok olayın netleşmesi için çıkış noktasının bilinmesi önem arz eder. Wienfort yaklaşımıyla Prusya’nın ilk teşekkül dönemlerine kadar uzanarak kitabına başlar. Prusya kavramının ortaya çıkması devlet ve kültür seviyesine yükselmesi aşamalarını dile getirerek okuru yoğun tarih anlatısına sokmadan önce hazırlar. Burada dikkat çekici husus özet kabilinden önemli konulara değinilmesidir. Örneğin yazar Alman tarihinin şekillenişinde devlet-toplum ilişkisini başköşeye koyar (s.11) ve günümüz Almanya’sının anlaşılmasını Prusya’nın anlaşılmasına bağlar(s.13).

Wienfort kronolojik bir sıra takip ederek Prusya için önemli kırılma noktalarını farklı bölüm başlıkları altında ele alır. Misal Orta Çağ, Reformasyon, 1848 İhtilali, Weimar Cumhuriyeti ve Nasyonal Sosyalizm dönemleri gibi önemli başlıklar kitapta ilk olarak göze çarpar. Tabii Prusya tarihinin önemli köşe taşları bu şekilde dile getirilirken, klasik manada bir devletin hayatını özetleyen kuruluş, yükseliş ve yıkılış dönemleri de ihmal edilmez. Bu manada devletin tarihiyle, büyük siyasi aksiyonlar yazarın sunumuyla harmanlanır.

Anlatılan dönem Avrupa tarihi açısından fazlasıyla çalkantılı bir dönemdir. Prusya’nın bu çalkantılı dönemden bigâne düşünülmesi pek güçtür. Yazar ilk aşamada Alman birliğinden önceki prensliklerin o bölük pörçük siyasi birlikten yoksun halini çok iyi özetlemiştir. Yoğun siyasi bir anlatının olması dönem açısından tahmin edilebilecek bir husustur. Fakat yazar bazı tarih kitaplarında olduğu gibi anlatının mihver noktasını siyasi yapıya çekmemiştir. Misal Orta Çağ’dan sıyrılma zamanlarında gelişen kültür anlayışına ve dini yönelimlerdeki önemli değişmelere fazlaca yer vermiştir.

Wienfort klasik dönemlerde ihmal edilmeyen tarım anlatısını es geçmediği gibi modern zamanlara değin gelişim gösteren sanat yaklaşımlarını da sayfalarına yansıtmaktan vazgeçmemiştir. Anlatılan konu ne olursa olsun muhakkak devrin sanat anlayışı okura sunulmuştur. Bu aslında yazarın çok yönlü bakışını kanıtlayan bir bulgudur. Çünkü tarihi dönemler ele alınırken siyasi, idari, sosyo-kültürel, iktisadi, dini, askeri, hukuki tablo anlatılanlar arasına serpiştirilmiştir. Konunun merkez hattına yazar tarafından mahirane şekil verilirken, farklı orijinli anlatılarla ana hat böylelikle desteklenmiştir.

Eserin her şeyden önce zengin bir kaynakçadan ve büyük bir ilmi birikimden şekillendiğini belirtmek gerekir. Zira yazılanlardan bu kolaylıkla anlaşılabilir. Konunun merkezi Prusya olmasına karşın, adı geçen devletin Avrupa'nın merkezinde olmasından mütevellit farklı konulara dair bilgiler veren, yaklaşımı da dikkatten kaçmaz. Çok özel sayılabilecek bilgiler bu nedenle satır aralarında arz-ı endam eder. Misal 1844 Dokumacılar İsyanı, Yahudi tebaanın tarihsel durumu, 9 yaşın altındaki çocukların çalışma yasağı, kadın hakları, Bismarck faktörü vb. özel yönelimi olan konular nadide bilgilerle okura sunulur.

Prusya ile beraber Avrupa tarihine de ışık tutan kitabın özelde Alman dili, kültürü ve tarihine yönelen araştırmacıların ilgisini çekeceğine şüphe yoktur. Ayrıca çevirmenin önsözde belirttiği gibi kitabın Alman Dili ve Edebiyatı bölümlerinin Alman Edebiyatı derslerinde, tarih bölümlerinde, siyaset tarihi ve uluslararası ilişkiler bölümlerinde kısaca sosyal ve beşeri bilimler fakültelerinin birçok bölümünde okuyan öğrencilerin işine yarayacağıdır (s. 7).

Kitabın biçim açısından anlaşılır bir yapıya sahip olduğu, yalın diliyle okuyucuyu cezbettiği, gözden kaçmaz. Tarihin masalsı yönü kendisini yer yer gösterir. Buna ek olarak eser özel yöneliminden dolayı, küçük bir merak sayesinde yeni kitaplarla ve konu başlıklarıyla okurları tanıştıracaktır.

Ülkemizde genelde kendi tarihimizin dışındaki dönem ve devletler ilgi çekmez. Oysaki tarih genel kaideleri itibarıyla fazla bir sapma yapmaksızın dünyanın her yerinde benzer hareket tarzları gösterir. Bu nedenle Almanların ya da başka ulusların tarihini bilmek, kendi tarihimizle benzeşmelerini hesap etmek, gelecek için yeni yol tayinlerini tahmin etmenin önünü açar. Tarih zaten geleceğe ışık tuttuğu nispetçe faydalıdır. Wienfort’un kitabı bu nedenle iyi bir başlangıçtır.

Biyolojiye göre malum insanın en küçük yapı taşı hücredir. Hücrenin giriş kapısı olan hücre zarının bazı özellikleri mevcuttur: Geçirgen, yarı geçirgen ve seçici geçirgen… İnsanlık tarihinde ülkeleri birbirinden ayıran sınırların gelişimine baktığımızda sırasıyla aşağı yukarı böylesine bir durum söz konusudur. İnsanlığın ilk dönemlerinde sınırdan söz edilemez. İlk devlet yapısının oluşmasıyla birlikte sınır hatları oluşur, fakat ilk aşamada öylesine katı bir sınır güvenliği yoktur. Yani geçirgen bir evre söz konusudur. İlerleyen zamanlarda sınırlar biraz daha katı kurallarla yarı geçirgen bir konuma kavuşur. Ama Yakın Çağ’a gelindiğinde; artık anlı şanlı seçici geçirgen bir sınır modeli söz konusudur. Öyle her isteyen her istediği yere seyahat edip sınırları geçemez. Tabii savaşlarla metazori şekilde çizilen her sınır, sorunlarını da beraberinde getirir. Kapka Kassabova, “Sınır” isimli eseriyle insanları birbirinden ayıran haritalarda gördüğümüz o meşhur çizgilerin içine girer ve hatta sınırların farklı yakalarını yazdıklarıyla birleştirir.
Kassabova 1973 yılında doğduğunda Bulgaristan sınırları içerisinde olmasına karşın, küçük yaşta ailesiyle beraber Yeni Zelanda’ya göç eder. 2005 yılında ise İskoçya’ya yerleşerek yaşamını sürdürür. Şair ve yazar Kassabova, 2010 yılından sonra baba toprağı Bulgaristan’da sınır kasabalarını ziyaret eder. Sonrasında incelemelerini derinleştiren yazar, Balkan coğrafyasının sınır ötelerine rotasını çevirir. Böylelikle rotası üzerinde bulunan sınırın diğer yakası, Yunanistan ve Türkiye de yazarın gezi günlüğüne eklenmiş olur. Kassabova’nın zamana, mekâna ve en önemlisi coğrafyaya damgasını vurmuş anlatısıyla çizdiği sınırlara ilişkin yazmış olduğu gezi inceleme notları artık kitap şeklinde teşekkül etmeye hazırdır.
Gezi-inceleme yazıları okura “orada olmak” hissini yaşatmasıyla meşhurdur. Belki de Kassabova okurunu sınıra götürmek kastıyla kitabını kaleme almıştır. Zira pasaportla geçilebilen bir hattın, kimi zaman nasıl büyük bir set, kimi zaman da nasıl insanın üstünden zıplayarak geçebileceği küçük bir engel olduğu pek bilinmez. Oysaki ele alınan her mekân Rusların meşhur Matruşka oyuncağı gibi katman katmandır. Sınır kavramının tabakalı o yapısının derinlerine inildikçe okurun karşısına çıkanlar fazlasıyla şaşırtıcıdır. Çünkü, en nihayetinde sınırlar kültürlerin kaynaşma alanıdır. Devletler sınırları çekerken kültürün o sınır tanımaz misyonunu umursamazlar. Ama Kassabova o umursanmaz kültürel yayılım alanının peşinde sıkı bir iz sürer ve sınırları kaldırarak kültürün temas noktalarını okurlarına sunar.
Kassabova elindeki kültürel materyali analiz ederken ilk aşamada tarihin rehberliğini öne sürer. İkinci aşamada gözlemlerinin gücüyle konuya hükmeder. Son aşamada yorumuyla gözlem ve analizlerinin sentezini okura sunar. Tabii bu akademik bir vizyon gösteren anlatısının içine, günlükle yazarı arasındaki samimi havayı aksettirecek irtibat noktalarını koyar. Çünkü salt kuru gözlemlere dayanan bir anlatı; kitabı turist rehberlerinin elindeki broşürlere çevirir.
Kassabova’nın eseri sadece gezi-inceleme kitabı olarak nitelendirilemez. Zira Kassabova sözlü tarihin konusu olabilecek şekilde, gezileri esnasında karşılaştığı insanlarla samimi diyaloglar kurar. Bu diyaloglarda sohbet edilen kişinin yaşamı adeta kitabın içinde zuhur eden küçük bir hikâyeye dönüşür. Kimi zaman bu macera dolu hikâyeler dönemin tarihinin okunması için sosyolojik verileri okura sunarlar. Çünkü Kassabova’yla konuşanları tek tip olarak tanımlamak mümkün değildir. Bu yüzden yeri gelir Kassabova’dan çok hikâyeleriyle esere renk katanlar Sınır’ı okura anlatır.
Yazarın kültürün önemli katmanlarından biri olan mitolojiyi de dayanak olarak kullandığı, gözden kaçmaz. Misal bahsedilen bir ritüelin mitolojik kökleri önce meydana çıkarılıp, sonrasında geçmiş gelecek ekseninde günümüze olan yansımalarına yer verilir. Yazarın bu anlatılarında insanların inanış özelliklerinin o dinler üstü yapısına şahit olmak da mümkündür. Kassabova, bir antropolog ve etnolog hassasiyetiyle olaylara yaklaşır. Kültüre özgü tutum ve davranışları yargılamadan en duru haliyle okura sunar.
Kassabova olayları değerlendirirken objektif bakış açısıyla konuya hükmeder. Türkler, Yunanlar ve Bulgarlarla ilgili etnik niza noktalarına fazla temas etmez. Siyasi çatışma hikâyelerinden bilerek uzakta durur. Bu açıdan çatışma halinden ziyade, anlatılan durum üzerine yoğunlaşır. Yorumlar, sivri uçlu olmayıp, herhangi bir etnik unsura rahatsızlık vermekten azadedir. Kassabova çocukluk çağlarını Bulgaristan’da totaliter bir hükümetin kontrolü altında geçirdiğinden, yazdıklarında derin özgürlük vurgusu göze çarpar. Bu yönden yazarın sınırları özgür bir bölge ve sınır insanlarını da daha tarafsız gördüğü düşünülebilir.
Kassabova’nın muhatap olduğu sınırlardan birisi de Türkiye sınırıdır. Bu yüzden Türkiye anlatısı da eserde kendisine ciddi bir yer bulur. Her ne kadar yazarın Türkiye’de karşılaştığı karakterler üzerine yoğunlaşan bir anlatısı olsa da bazen doğrudan Türkiye’yi merkeze alan yorumlarına da yer verir.
Eserde dikkat çeken yönlerden birisi de betimlemelerin canlılığıdır. Yazarın -şair ve yazar kimliğine binaen- metinlerinde şiirsel üslubun etkisini kabul etmek gerekir. Anlatılan coğrafyanın o su katılmamış doğal hali, en güzel şekilde dile getirilir. Karakterler canlı olarak çizildikten sonra kendilerine söz verilir. Bu anlatımla insan ve kültür yönüyle sınırların farklı yakalarını kıyaslamak okur için daha mümkün hale gelir.
Eserin çevirisi genel olarak iyi. Anlatı yoğunluğu, yazarın tarih, mitoloji, kültür gibi genel konularla, kendi biyografisi ve hatıraları başta olmak üzere birçok anlatıyı harmanlayarak ortak bir potada eritmesiyle göze çarpar.
Hayatın bize koyduğu tek sınır coğrafi değildir. Sınırlar her yerde karşımıza çıkabilir. Her şeyden öte insanın kendine koyduğu sınırlar dahi söz konusudur. Fakat kimi zaman sınır deyip geçemezsiniz. Zira sınır temasın hâsıl olduğu yerdir. Bu nedenle sınır insanlarının birbirlerine karşı tutumları, kendilerine özgü geleneksel ve folklorik özellikleri; dil, din, kültür farklılığının gölgesinde farklı mitlerin her coğrafyada değişen sesiyle sınır artık ayrı bir dünyadır. Kassabova bu ayrı dünyanın sesini kitabıyla layıkıyla duyurur. Zira Kassabova’nın Sınır’ı duymak isteyen için güzel bir seda, görmek isteyen için güzel görüntü olur. Sonuçta Kassabova’nın Türk arkadaşı Emel’in dediği gibi: ”Sınır denen şeyin tek güzel yanı diğer tarafa geçebilmek (s. 148)”. Kassabova, bu dokümanter eserle okurlarını sınırın diğer tarafına geçirir.
İnsanın özgürlüğü üzerine günümüze değin çok şey söylenmiştir. Zira 10 Aralık 1948 günü ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi insan özgürlüğünün kutsiyetine uluslararası alanda resmi bir boyut kazandırmasına rağmen, dünyanın her yerinde insan onuru ve haysiyeti acımasızca çiğnenmeye devam etmiştir. İnsanoğlu ilk olarak Kabil’in yaptığı gibi bir diğerine karşı zalimliği doğası gereği mi yapar bilinmez ama insanın insana yaptığı kötülükler, yüzlerce kez sayfalara dökülen acı anılar, hatıralar ve yazınlar zamanla öylesine yürek burkucu bir hal almıştır ki, havasını beraber soluduğumuz bazı canlıların bundan beri kalmasını dilemekten başka çare kalmamıştır. İşte “Karanlıkta Bir Nehir” kendi halinde bir insanın çektiği acıların kaleme alınmasıyla ortaya çıkmış müstesna bir eser…

Kitabın yazarı Masaji Ishikawa’nın annesi Japon, babası ise genlerini atmak isteyeceği kadar Kuzey Korelidir. 1947 yılında Japonya’da dünyaya gelen yazar, kısmen sorunlu bir ailede yaşamasına karşın, 13 yaşındayken, 1960 yılında, babasının Kuzey Kore’ye göç etmesiyle kötünün kötüsünü yaşamaya başlar. 1996 yılında Kuzey Kore’den Japonya’ya kaçan yazarın acı ve ibret dolu efsanevi yaşamı ve maceralı kaçış hikâyesi ise kitabının ana eksenini oluşturur. Hatırat kabilinden otobiyografik özellikler içeren eser, kurguyla izahı mümkün olmayan onlarca öğeyi bünyesinde barındırır.
Öncelikle mevzu bahis olunan -yazarın yaklaşık 36 yılını geçirdiği- Kuzey Kore topraklarının tamamen bir kapalı kutu olduğu söylemek gerekir. Günümüzde dahi dört duvar arasında bir hapishaneyi andıran ülkeye ait izlenimlerin çok kısıtlı olduğu şüphe götürmez bir gerçek… Her zaman karanlıkta olanın merak edileceği malumdur. Ishikawa bu minvalden hareket ederek okuruna karanlık bir ülkenin gerçeklerini göstermeyi amaç edinmiş olmalıdır. Zira Kuzey Kore fotoğraf makinesini alıp turist rehberleriyle gezilecek bir ülke değildir. Uluslararası boyutta vuku bulan kara propagandanın etkisiyle dışarıya cennet olarak tanıtılan ülkenin içinin tam bir muamma olduğunu bilmeyen yoktur.

Yazarın hikâyesi de esasında bilinmeyenden başlar. Ishikawa’nın babası, vadedilen Kuzey Kore topraklarının cennet olduğu safsatasına kapılarak, 1960 yılında ailesi ile beraber Kuzey Kore’ye göç eder. Fakat ilk saniyeden itibaren başlayan ailenin yaşadıklarını yazmaya kelimeler kifayet etmez. Ishikawa iyi bir eğitim almamasına ve yazarlığı aklına getirmeyecek kadar farklı bir konumda bulunmasına karşın mezkûr eserinde adeta bir destan yazar. Eskiler “dert adamı söyletir” derler. Ishikawa’nın yaşadığı acılar açısından derdini ölçmek mümkün olsa; belki de derdine oranla yazdıklarının az olduğu ortaya çıkar. Çünkü Ishikawa insanı yaşadığına pişman edecek dertlere sahiptir. Zira her satırda Ishikawa ismi altında insanlık şerefinin nasıl ezildiğine şahit olmak mümkündür.

Ishikawa olayları kaleme alırken samimi bir dil kullanır. Onun bu tarzı, aldığı eğitim ve yazarlığı meslek haline getirmemesiyle ilintili olabilir. Fakat, aslında olayı başka yönden değerlendirmek gerekir. Ishikawa içinden geldiği gibi yazar. Teferruata pek fazla girmez ve lafı uzatmadan yaşadığı acıyı satırlarına döker. Bunu yaparken dert ortağı ararcasına okuruna sorar: “bu durumda siz ne yapabilirdiniz?” Yazarın bitmek tükenmek bilmeyen bu tarz sorularına yanıt bulmak gerçekten zordur. Zira insan çaresizliğinin zirve noktasını yansıtan bir anlatı, dibini eşeledikçe daha ağır gerçeklerle okurun karşısına çıkar.
Aslında her anlatı umut barındırabilir. Kurgulanan bazı eserlerde korkunç bir dünya tasvir edilirken, okuru diri tutmak adına gizli bir umut, arka planda ne kadar mat görülse de kendisini hissettirir. Fakat Ishikawa’nın kurgu dışı anlatısında bunu bulmak mümkün değildir. Bu da bizi bir gerçeğin kapısına götürür: umut kurgulanabilir ama gerçek bazen umudu barındırmaz. Ishikawa’nın cehennemi andıran gurbeti öylesine zalimdir ki umuda zerre kadar yer bırakmaz. Misal, Ishikawa’nın annesinin ülkesine özlem duyan umutsuz söylevi yürek dağlayıcıdır: “Beni ülkeme bağlayan tek şey gökyüzü (s.80)."
Ishikawa’nın bu kadar ayrıntılı bir şekilde geçmişini afişe edebilmesi ise bunu bir hedef olarak kendine belirlemesinde yatar. Zira, kayıplarının acısını dünyaya duyurmak isteyen bir yazarın sert haykırışları her satırda ben buradayım der. Böylelikle yazar yaşadığı cehennemin sıcaklığını tüm insanlığa duyuracağından emindir. Çünkü yaşam hakkının kutsallığı kadar insanoğlunun gerçeğe ulaşma hakkı da vardır. Her ne kadar baskıyla derdest edilse de, gerçeklerin bir gün ortaya çıkmayacağını kimse garanti edemez. Ishikawa’nın eseri gerçeğin tezahür etmiş hali gibidir.
Ishikawa, gözetim toplumunun dişlileri arasında sıkı bir şekilde ezilmiş olsa da makineleşen bir meta haline gelmeye karşı direnir. Bu yazdıklarına da yansır, rejime karşı çıkan yanları bazen düşünce ekseninde ortaya çıkar. Çevresindeki düşünmekten bigâne insanların, tavırlarını yadırgar. Onun evrensel doğruya ulaşan fikirleri ise esir alınmayacak kadar güçlüdür. Bu doğrultuda Kuzey Kore’de fikriyle, zikriyle ve bedeniyle esir olmuş ama bunun farkında olmayan insanları betimleyerek; propaganda bombardımanı altında kendisini nasıl fikren koruduğunu anlatır.

Eserde, dikkat çeken yanlardan birisi de Kuzey Kore toplumunun siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel düzenine ait tespitleri sunmasıdır. Ishikawa, sosyal yaşantıyı gündelik yaşamın en ince ayrıntılarına girerek yansıtır. İdeolojik mekanizmadaki bağnazlığın, nasıl toplumun çürümesine neden olduğunu yazdıklarıyla kanıtlar. Toplum psikolojisindeki çöküş ekseninde, ahlaki yozlaşmanın zirve yaptığı bir düzenin bozuk işleyişi tüm gerçekliğiyle aktarılır. Kuzey Kore tarihine ait dönüm noktalarının halk üzerindeki etkileri çarpıcı şekilde vurgulanır. Bazen duygu temalı balyozunu insanın içini burkacak şekilde indiren Ishikawa, hüznü okuyanın yüreğine bulaştırır. Acının, üzüntünün, öteki olmanın, çaresiz ve umutsuz kalmanın tüm şekillerini içten bir sesle duyuran yazar; adeta daha iyi durumda olup halinden şikâyet edenlere ibret dolu bir bakış atar. İdeolojiler ve fikir sistemleri daha iyi bir dünyayı yaratmak için araçtır. Fakat, bazen fikri bağnazlık en iyi aracı bile zulüm silahı haline getirir. İnsana saygı temelinde yükselmeyen her yapı evvel ahir çökmeye mahkûmdur. Şeyh Edebali’ye atfedilen şu söz işin özüdür aslında: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”.