Toplam yorum: 3.075.924
Bu ayki yorum: 2.800

E-Dergi

muftuihsan Tarafından Yapılan Yorumlar

22.09.2010

Öncelikle kitabın tıp eğitimi yapan okuyucuları daha yakından ilgilendirdiğini söyleyerek başlamak isterim. Genel bir okuma portresinden ziyade yazarın 1888-1903 yılları arasındaki 15 yıllık öğrenim hayatının hikayesidir. (s.27) Özellikle tıp tahsilinde yıllara göre okunan dersler ve ders veren hocalar ile ilgili tasvirler sunulmuştur. Ancak yine de genel bir okuma içerisinde örnek okuma örneği olarak o dönemin fotoğrafını görebilmek için okunabilecek listesine eklenebilir.
Kitabın sunulmasındaki maksat, günümüzün genç üniversitelisine mücadelelerle dolu uzun bir hayatı daima memleket yararına ve başarı ile sürdürmüş olan eski bir hocalarını tanıtmaktır.(s.9) Yazar anılarında, kendi eğitim döneminin ibret verici hikayesini anlatırken, memleket çapında sorumluluk yüklendiği zamana ait yaşantısını da ayrı bir birim olarak belgelerle birilikte açıklamayı gerekli görmüştür.(s.24)
Çocuklar ders ezberlerken daima iki tarafa sallanırlardı, sebebini hala anlayamamışımdır.(s.33)
Mahalle mektebinde hüsn-ü hat ve tecvit (Kur’an’ı düzgün okumak kaideleri) de öğretilirdi. Ders kitabı ‘Tecvid-i Karabaş’ adında taş basması bir risale idi. Öyle bir kitap ki, anlamak çocukların değil, benim diyen büyüklerin bile haddi değildi. Cümlelerin çoğu ‘kaçan’ sözü ile başlardı. Bunun manasını hiçbir zaman anlayamamıştım. Kaçanın bilhassa Rumelilerin kullandığı ‘haçan’ sözünün aynı olduğunu ve ‘ne vakit ki’ anlamına geldiğini 76 yaşında Türkçe sözlükten öğrendim.(s.35)
Tevfik Bey’in; “bütün arkadaşlarım beş vakit namaz kıldığımı, dini bilgilerimin kuvvetli olduğunu biliyorlardı”(s.142) vurgusunu belirtmesine rağmen okuduğu Arapçayı ‘sarf belası’(s.40) gibi tabirlerle yermesi ve yine okuduğu Fransızcayı da ‘güzel kitaptı’ (s.42) övmesi anlaşılıyor ki biraz hangi rüzgardan etkilendiğini göstermesi bakımından ilginçtir.
Refraksiyon, steteskop, anestezi, asepti, preparat, anamnez, eksudatif plözide, diyüretik, appendistin, peridiflit, stolojik, epanşman transudat, deontoloji, sikatrist gibi birçok terim ve tabirlerin açıklanmadan verilmesi kitabın tıp camiası yönüyle bir el kitabı olduğunu ortaya koymaktadır.
Ancak şunu belirtmek gerekir ki, kendisini yetiştirmek ve idealine ulaşmak maksadıyla bol bol kitap okuduğunu, ders kitapları dışında yardımcı ve ek kitaplarla konuyu en iyi şekilde öğrenmek için çaba içerisinde olduğunu anlatması bakımından Tevfik Sağlam’ın bu eseri bugün bu yolu takip edenlere zorluklar içinde nasıl bir okuma yapılabileceğini gösteren tipik bir örnektir.
O dönemin durumunu göstermesi açısından şu iki örnek de ilginçtir:
Anatomi için senede bir veya iki kadavra gelirdi. Teşrihhane (bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelendiği yer) dediğimiz dişeksiyon yeri mektebin arka ucunda on onbeş ayak merdivenle çıkılan pek harap bir bina idi. İçinde biri büyük, biri küçük iki sal vardı. Büyük kısmın ortasındaki mermer masanın üstüne kadavra yatırılır, etrafına birkaç sıra talebe toplanır, hocanın yaptığı dişeksiyonu görebildiği kadar seyrederdi. Bazen talebeye e dişekşiyona iştirak fırsatı düşerdi. O zamanlar kadavrayı bozulmaktan korumak için ‘cuve’de, dezenfektan eriyikler içinde saklamak usulü yoktu. Kadavra masa üstünde günlerce kalır, şişer, kokuşur, yemyeşil bir renk alırdı. Üstüne leş sinekleri de üşüşürdü. Fena halde kokardı. Talebeye ekseriya lavanta ile ıslattıkları mendilleri burnuna tutmak suretiyle kokuya tahammüle çalışırlardı. Arasıra fenalık, baygınlık geçirenler de olurdu. Bu hal bir defa benim de başımdan geçmişti. Biz esas itibariyle anatomiyi kadavra başında değil, hocalarımızın takririnden, kitap ve resimlerden öğrenirdik. (s.99)
“Köpek ise bol. İstanbul sokakları onbinlerce köpekle dolu. Laboratuvar hademesi lazım olunca sokaklarda lazım olunca sokaklarda ava çıkar, istediği kadar köpek tutardı. Deney araçları da laboratuvara uygun en iptidai şeylerdi. Şakir Paşa gibi bir üstadın eline verilen vasıtalar bundan ibaret. Köpek oluk biçiminde bir tahta masa içine yatırılır, ayakları ve başı sıkıca bağlanır, anestezi yapılır. Köpeğin gırtlağı açılır ve geçirilen bir borudan körükle suni teneffüs yapılır, hoca da ondan sonra istediği tecrübeye girişirdi. Çok defa deney ortasında köpek ölüverirdi. O zaman Şakir Paşa’nın ince sesiyle: “Efendiler, köpek öldü, öldü” diye hayıflandığını duyardık.(s.104)
Kitabın baskısı eski. Baskı ve dizgisi okuma zorluğuna neden oluyor, şevk artırıcı değil. Görüyorum ki işaret yayınları eseri yeniden okuyuculara sunmuş. Eser hazırlarken 64 dipnot ve 105 kaynaktan istifade ve ilave ederek hazırladığı (s.25) ifade edilmiş. Aslında kitabın tıp dışında daha genel bir topluluğa yönelik olması açısından tıbbî terimlerin anlaşılabilir ya da açıklamalı olması, eseri daha güzel hale getirebilirdi. Ayrıca bazı Arapça kelime ve terimlerin eksik va hatalı yazıldığını gördüm. Bunlar da inşallah düzeltilmiştir.

Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam, 1882'de İstanbul'da doğmuş ve 1963'de aynı şehirde vefat etmiştir. Kendi kuşağının harpler ve mücadeleler içinde yoğrulan kaderini, büyük sorumluluklar alarak paylaşan ve her dönemde büyük başarılar gösteren önemli bir tabibdir. Tevfik Sağlam, Kurtuluş Savaşı'nda da aktif görev almış, o zamanın şartlarında kolera, tifo vb. tehlikeli hastalıklarla mücadele için fakülteden izin alıp cephelere koşmuştur. Memleketimizde siyasi, edebi ve askeri anıların yaygınlığının aksine bilim adamlarının ve hekimlerin anıları yok denecek kadar azdır. Bu eser, Osmanlı'nın son, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarına tanıklık etmiş bu önemli tabibin anılarını ihtiva etmekte olup, bu büyük açığı kapatma konusunda atılmış önemli bir adımdır. Kitapta, 1900'lerin genç aydınlarının içine düştüğü ikilem, II. Abdülhamit idaresine karşı tıbbiyelilerin direnci, doğu-batı çatışması, öğrencileri korumak için hocaların çabaları, Tıbbiye'nin üniversite çatısı dışında tek başına bir birim olması, öğrencilerin yabancı dil öğrenmede yaşadıkları sorunlar ve hocaların değerlendirilmesi gibi konulara değinilmektedir.
10.09.2010

Adına ansiklopediler yazılan bir şehirden bir buket, bir tadımlık sunan kitaplardan birisi. Adeta şehirlerin tapuları sayılan tarihi eserler ile bunlara yön veren şahsiyetleri bize tanıtan bir yudumluk bu esere niçin bu ismin verildiği ise kitapta şöyle anlatılıyor:
Otuz altı Osmanlı Hükümdarından altısı(Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad Hüdavendigar, Yıldırım Bayezid, Çelebi Sultan Mehmed, Sultan II. Murad) Bursa’da, biri (Sultan Vahideddin) Şam’da, yirmi dokuz Padişah İstanbul’da medfundurlar.(s.248) Kitapta yer alan yazıların çoğu, 1995-2001 seneleri arasında Kubbealtı, Türk Kültürü ve Türk Yurdu dergilerinde yayımlanmıştır.
İstanbul ile veya yaşadığı yerlerle alakalanan herkesin gezilerini yaya yapmasında, gördüklerinin, duyduklarının, düşündüklerinin uçup gitmemesi için yanında bir not defteri ile bir fotoğraf makinesinin bulunmasında sayısız faydalar vardır. Ehemmiyetsiz gibi görünen bu notların ve bir anı tesbit eden bu fotoğrafların gün olup işe yarayacağı ve mesela güzelliği ile medeniyeti, kültürü ve sanatı ile Türk vatanının vitrini gibi olan İstanbul şehrine, dolayısıyla geçmişimize ve geleceğimize hizmet edeceği aşikardır. (s.vıı)Yürümek, hürriyettir, öğrenmektir, zevk almaktır.(s.79)
Nihat Sami Banarlı Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri adlı eserinde yer alan Milli Üsluba Dair başlıklı makalesinde ABDli Prof. Rufi’nin şu görüşünü fevkalade isabetli bir şekilde ortaya koymaktadır: “Siz, tarihte defalarca muvaffak olmuş bir milletsiniz. Bize veya başkalarına imrenmek nenize? Biz, yeni bir millet olduğumuz için, tarihte muvaffak olmuş milletlerin sırlarını araştırır, bulduğumuzu ve uygun gördüğümüzü asrımıza tatbik ederiz. Sizden de aldığımız kıymetler vardır. Eğer ilerlemek istiyorsanız, muvaffak olduğunuz asırlarda hangi meziyetlerinizle, hangi usul ve teşkilatınızla kazandınız? Bunları araştırınız. Bulduklarınızı modernize ediniz. Kendi milli ve denenmiş temelleriniz üzerinde yükseliniz.”(s.11)
İstanbul’da türbelerinde tek başına yatan üç padişah var: Fatih Sultan Mehmed, Sultan II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim. Diğer türbelerde hükümdar sandukalarının etrafında hanedana ait sandukalar görülür.(s.90)
Yahya Kemal: “Medeniyetimizi ölülerimiz kurmuştur” dermiş. Bu sözü iyi düşünmek, iyi değerlendirmek gerekir. İnsan fanîdir fakat Türk âleminin iftihar kaynağı olmuş bu üstün insanlarımızı unutturmamak, onları gençlere örnek olarak tanıtmak ve sevdirmek de hakikî bir vatanperverliktir.(s.155)
Göz yum cihandan aç gözünü dem gelür geçer/ Sen göz yumup açınca bu âlem gelür geçer. (Hekimoğlu Salih Efendi)(s.160)
Millet Kütüphanesi Diyarbakırlı Ali Emirî Efendi tarafından varını yoğunu vererek ömrü boyunca topladığı fevkalade kıymetli 16.000 cilt yazma ve matbu eser ile 1916 tarihinde kurulmuştur.(s.163)
Masal bir edebi sanattır. Hayvan masallarında hayvanları kılık değiştirmiş insanlar olarak görürüz. Meşhur oduncu ve Azrail masalı düşündürücüdür: İhtiyar bir oduncu her gün dağdaki ormana gider, kestiği odunları sırtına yükler ve iki büklüm canından bezmiş bir halde dönermiş evine. Bir akşam yolda taşıyamaz olduğu ağır yükünü zorla yere indirmiş, ondan sonra da Allah’ım! Azrail’i gönder, canımı al, demiş. Bunu der demez Azrail gelivermiş ve beni mi çağırdın diye sormuş. Azrail’i karşısında gören oduncu, bir Azrail’e bir yüküne bakmış ve duyulur duyulmaz bir sesle, şu odunları tekrar sırtıma yükleyiver diyecektim, demiş.(s.196)
“Korkaklar bir hadisenin vukuundan evvel, alçaklar vukuu esnasında, cesurlar vuukundan sonra müthiş olurlar.”(s.237) “İki insan hata etmez: biri doğmamış insan, öteki de ölmüş insan.”(A. Ragıp Akyavaş) (s.239)
İstanbul tarifleri:
Bana göre İstanbul sultanlardan Fatih, velilerden Eyüp Sultan, şairlerden Nedim, makamlardan sultaniyegah, harflerden elif, kuşlardan martı, ağaçlardan çınar, sevdalardan kara, renklerden mavi, çiçeklerden mor lale, ışıklardan pembe güldür. (s.vıı)
İstanbul İstanbul gibi olmalıydı. Azametli tarihinin, sanatının, tabiatının kadri kıymeti bilinmeliydi. Bu asil şehrin nasıl sevileceğini, nasıl korunacağını bilmek gerekti. Bunu öğretmek, öğrenmek gerekti.(s.10) Şehirlerin sultanı İstanbul. (s.12)
İstanbul yalnız saltanatlı kubbeler ve minareler şehir değil, sırlar içinde kalmış ulu bir evliyalar şehridir. Bu manevî ufuklar, bu büyülü manzaralar, bu ilahi güzellikler dünyada başka hangi şehirde var? (s.16)
“İstanbul bir Babil’dir, bir dünyadır.”(s.41)(Edmondo De Amicis, İtalyan edip)
Hem harikulade, hem korkunç, hem sarhoş edici ve hakikaten başka bir yıldıza benzeyen İstanbul’u tanımaya, sevmeye ömür yeter mi?(s.45)
İstanbul’da mesela bir ni’me’l-ceyş kabri âdetâ bir türbedir.(s.47)
“İstanbul’a bir bakışımı bile bir imparatorluğa değişmezdim.”(s.63)(E. De Amicis)
İstanbul’u nasıl tarif etmeli, nasıl vasıflandırmalı! Dünyalar güzelidir deseniz az, harikuladedir deseniz olmaz, şahanedir deseniz yetmez, anlatmaya kalksanız bitmez!... İstanbul Saâdet Kapısı’dır. Dersaâdet’dir vesselam.(s.92)
Velhasıl her semti bir ömre bedel olan ‘Bizim İstanbulcağızı tahrir eylemek’ için ya bin sene yaşamalı veya dünyaya birkaç defa gelmeli!...(s.104)
“Öpüp başıma konmak istediğim ilahî İstanbul”(Ziya Osman Saba)(s.156)
Faruk Nafiz Çamlıbel: “Boğaziçi’nde gezmek biraz da şiirin içinde seyahat etmek gibidir” dermiş.(s.173)
İstanbul’u sevmek vatanı sevmektir. İstanbul’u sevmek ahlaktır. İstanbul’u sevmek şuurlu olmaktır. İstanbul’u sevmek zahmetli, eziyetli, veballi iştir.
İstanbul gönül gözüyle görülmeli, ibadet edermiş gibi korunmalıdır. Gözleri bu şehri görmeyenler, kulakları bu şehri duymayanlar, kalbinde İstanbul sevdası olmayanlar İstanbul’dan ne anlarlar?(s.245)
İstanbullu olabilmek İstanbul’a has kültürden nasibini almakla, tarihine, diline, dinine saygı duymakla, İstanbul’u sevmeye hevesli ve istidatlı olmakla, İstanbul’u sevme eziyetine, zahmetine, katlanmakla, fedakar ve vefakar olmakla, İstanbul’u düşünmekle, geniş ufuklarda hayal kurmakla, heyecan duymakla mümkün olabilir.(s.246)
31.08.2010

XVII. yüzyılda yaşayan en meşhur sufi şairlerden biri olan Niyaz-ı Mısrî Malatya’da doğmuş, sürgün olarak bulunduğu Limni adasında vefat etmiştir.
Bu asra tasavvuf tarihi penceresinden bakıldığı zaman vahdet-i vücud, Melâmilik ve sesli zikir üzere bazı tasavvufi konular enine boyuna bazen de sert bir şekilde tartışılmıştır. Bu arada tarikatlar yaygınlaşarak, toplumun zihniyetin oluşturan en mühim kaynaklardan biri haline gelmiştir.
Mısrî, hem verdiği eserler hem de bu dinî-siyasî tartışmalara doğrudan katılmakla dönemin en dikkat çekici sufilerinden biri olmuştur. Özellikle Divan’ı ile asırlardan beri Türkçe konuşan çok geniş bir coğrafya parçasında tutunan, okunan ve sevilen Niyaz-ı Mısrî, tasavvufî hayatta da coşku ve cezbe dolu bir ekolün Osmanlı döneminde en büyük temsilcilerinden biridir.(s.xı)
Mısrî’nin bir defa Rodos’a iki defa Limni’ye sürülmesine (dervişane bir tabirle ‘İkamete memur edilmesine’) sebep olan olayları iki grupta toplamak mümkündür:
1-Tasavvufla ilgili bazı görüşlerinin aşırı bulunması. Vahdet-i vücutçu bir sufi olan Mısrî bu sistemin tavizsiz savunucularındandır. Cifr ilmiyle uğraşması, buna dayanarak geleceğe ait bazı tespitler yapması ile Hz. Peygamber’in torunları olması sebebiyle Hasan ve Hüseyin’in bir nevî nebi olduklarını düşünmesi de dolayısıyla konu ile ilgilidir.
2-Siyasi otoritenin tasavvufî hayatla ilgili olarak bazı kararlarına karşı çıkması. Mısrî, Bursa’da tekkesini kurduğu yıllarda, İstanbul, raks u deveran adını alan sesli zikir meclislerini yasaklamıştı. Mısrî, bu karara uymadığı gibi açıktan açığa mücadele etmiştir. (s.13)
Osmanlı döneminde divan sahibi olan mutasavvıf şairler çoktur. Bu divanların bir kısmı basıldıysa da çoğu yazma halindedir. Bu divanlar içinde ‘ilmihal-i tarikat’ diye tanınan Mısrî’nin Divan-ı kadar sevilen ve yayılanı çok azdır.(s.21)
Mısrî’nin Divan’ından sonra en meşhur eseri ve en önemlisi ‘irfan sofraları’ anlamına gelen(Süleyman Ateş tarafından bu isimle tercüme edilen, ank, 1971) Mevaidü’l-İrfan adlı eseridir.(s.23)
Fikirleri:
*Güneş bütün alemi nur ve ışık zanneder. Karanlıkta her yeri zulmetle kaplı olarak düşünür. Ârif ve muvahhid güneş gibi, cahil ise karanlık gibidir. Cahil, baktığı her yerde ayıp, kusur ve eksiklik görür. Bilmez ki o kendi ayıbıdır, oradan kendisine aksetmiştir.
*İlmini zenginlere göstermek için, kapı kapı dolaşanlar örümceğe benzer. Örümcek, sağda solda sanat değeri yüksek yuvalar yapar. Tek hedefi sinek avlamaktır. Menfaattir. Onun için insanlar yuvasını yıkarlar. Vakur ilim adamı ise bal arısına benzer. Halkın içine sokulmaz, uzleti tercih eder, ama ürettiği baldır.
*İlim arayan kimse, nehrin denizi araması gibi olmalıdır. Çilelere katlanmalıdır.
*Peygamber ve veliler Allah’tan gelip Allah’a giden kervanlar ve kafilelerdir.
*Zindandan çıkış Yusuf için sevinçli bir şeydi. Ama arkadaşları için hüzün verici; çünkü artık onun güzel yüzünü ve nasihatlarını duyamayacaklardı.
*Öğrenci olmadan öğretmen, çocuk olmadan baba, mürid olmadan mürşid olunmadığı gibi Resulullah da ancak kendisine tevessül edenlere vesile olur. İnsanlar onun yolundan yürümekle ona tevessül etmiş olurlar.
*Büyük alemde bulunan her şey küçük alem olan insanda da vardır. Çünkü alem büyük olmakla birlikte insanî hakikat üzerine yaratılmıştır.
*Bütün dünya insan için, insan da Allah için yaratılmıştır. Dünya bir fener gibidir. İnsan bunun ortasında yanan çıraya benzer. Esas gaye çıradır.
*Amellerin en zoru küçük cihaddır. Cihadların en zoru ise nefisle mücadeledir. Büyük cihadda kumandanın gerekli olduğu gibi küçük cihadda da kumandan gereklidir. Bunun adı mürşiddir ve en kuvvetli silahı tevhiddir.
*Ey derviş, mürşid yanında, denizin yanındaki Nil gibi ol!. Deniz kenarındaki taşlar gibi olma. Onlar ki uzun yıllar denizle iç içe olduğu halde onun letafet, rikkat ve yumuşaklığından hiç nasiplenmemişlerdir.(s.28-35)
Mısrî ile ilgili Hasan ile Hüseyin hakkındaki görüşleri konusunda şu değerlendirmeyi de zikredelim: Mısrî’nin bu iddiası şüphesiz kötü bir niyetin eseri değildir. Ehl-i Beyt’e olan son derece aşk ve muhabbeti kendisini böyle aşırı bir fikre ve kanaate vardırmış, bu yüzden sürgün edilmiş zahmetler çekmiştir. Kendisinin büyük bir veli olduğuna kaniiz. Lakin her insan hata yapabilir, hatadan salim olan yalnız Allah’tır. Hasılı olanların yaptıkları bu gibi aykırı hareketleri aşırı sevgi ve heyecan sarhoşluğuna hamletmeli, dini bir düstur kabul etmeli, aynı zamanda onları bu yüzden dinden hariçte addetmemeliyiz. (s.55)
Tartışmalara konu olan görüşlerinin bir sebebi de şu olabilir: Bazı sufiler, müridlerinin aşırı derecede çoğalmasını ruhi hayatı için tehlikeli gördüğünden, bu kalabalıkların azalması için bilerek bazı ‘sivri’ ifadelere başvurabilir.(s.59)
Derviş Olan
Derviş olan aşık gerek yolunda hem sadık gerek
Bağrı anın yanık gerek can gözleri açık gerek
Alçaktan alçak yürüye toprak içinde çürüye
Aşk ateşinde eriye altın gibi sızmak gerek.
Zikr-i Hakka meşgul ola, yan yana ta kül ola
Her kim diler makbul ola tevhide boyanmak gerek.
Evyen kişi yol alamaz maksudunu tez bulamaz,
Yoğ olmayan var olamaz varını dağıtmak gerek.
Dervişlerin en alçağı buğday içinde burçağı
Bu Mısrî gibi balçığı her bir ayak basmak gerek. (s.77)
Derman Arardım
Derman arardım derdime derdim bana derman imiş
Burhan arardım aslıma aslım bana burhan imiş.
Savm u salat u haccile sanma biter zahid işin
İnsan-ı kamil olmaya lazım olan irfan imiş.(s.94)
Bugünden düne doğru bakınca görülen durum şudur: Niyazî’nin mısraları toplumun her kesiminde tutunmuş, sevilmiş, şerhedilmiş ve bestelenmiştir. Onun manzumeleri ile dini hayata ilgi duyanları sayısı da az değildir. O bazen haklı bazen haksız yere gördüğü tepkilere diğer meslektaşları gibi Allah’ın cemalî ve celalî tecellilerinin bir parıltısı olarak bakmış ve herkesin kendilerini anlayamayacağını ifade etmiştir:
Zat-ı Hak’da mahrem-i irfan olan anlar bizi/ İlm-i sırda bahr-i bî-payan(sonsuz) olan anlar bizi.(s.114)
30.07.2010

Bir millet, aralarından büyük insanlar çıkararak büyük millet olur. Öyle büyük isim ve sıfatlarla övülen büyük insanlar değil, halkıyla bütünleşmiş, sevinçli ve kederli günlerinde onlarla beraber olmuş, büyük davaları omuzlamış, büyük işler başarmış, kelimenin tam anlamıyla büyük insanlar… Hayatta en zor iş ise böyle büyük insan olabilmektir. Bir diğer deyişle, isminin adamı olabilmek.
Hasan Basri Çantay, en özlü deyişiyle önce isminin adamıdır. Tek kelimeyle halkının gözündeki ve gönlündeki aydındır. Kurtuluş savaşının binlerce isimsiz kahramanından biridir.(x)

Hasan Basri Çantay’ın Mehmet Akif’le olan Dostluğunu ayrı bir inceleme konusu. Şu iki olay bunu açıkça ortaya koyuyor.
Birincisi; Mehmet Akif, Yunan istilasının vatansever gönüllerde açtığı derin yarayı dile getiren, daha doğrusu o inleyen ‘Bülbül’ şiirini Hasan Basri Bey’e ithaf etmesi (s.25)
İkincisi; üstadı İstiklal Marşı’nı yazmaya razı eden Hasan Basri Çantay’ın olması. (s.34)

“Nerde o eski meclisler, tamburla ney kalmadı,
Ne saki var ne kadeh, tek damla ‘mey’ kalmadı.
Şu TV denilen ‘tatlı bela’ çıktı çıkalı,
Yarenlik diye, sohbet diye bir şey kalmadı” (s.30)

Hasan Basri Çantay, oldukça güçlü bir şairdir. Türk edebiyatında kullanılan klasik formlarda yazılmış şiirleri içinde aruz vezniyle yazılanları olduğu gibi hece vezniyle yazılanları da vardır. Şiirlerinde Basri, Hüznî, Serseri, açık Hasan mahlaslarını kullanmıştır. Şiirlerinden bir kısmında, özellikle Milli Mücadeleden sonra yazılanlarında ustası Mehmet Akif’in tesiri açıkça görülür.
Tanınmış biyoğrafi alimimiz İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son asır Türk şairleri adlı kaynak eserinin Hasan Basri Çantay’ın hayat hikayesine ayırdığı kısmında ‘Edebiyattaki iktidarını anlatmak için uzun söze lüzum yoktur. Manzumelerini okumak kafidir’ diyor. Olur olmaz her şairi ve şiiri beğenmeyen Rahmetli İbnülemin’in bu sözlerini Hasan Basri Çantay’ın şiirlerinin özlü bir eleştirisi saymak yerinde olacaktır. (s.58)

Şeriat örfünde takva, ahirette insana zarar verecek şeylerden kaçınma demektir. (s.61)

Hasan Basri Çantay ismini Türk kültür ve bilim tarihine yazdıran en önemli eseri hiç kuşkusuz, ‘Kur’an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm’ adlı eseridir. Eser dikkatle incelendiği zaman görülür ki Hasan Basri Çantay, o gün için ihtiyaç duyulan Kur’an-ı Kerim çevirisinde aradığı özellikleri eserinde önemli ölçüde gerçekleştirmiştir. Bunu sağlamak onun yıllarını almış; dikkatli, titiz, yılmak yorulmak bilmeyen gayretlerine malolmuştur. Her sahifesinde, hatta her satırında bilgi birikiminin, tecrübesinin izleri vardır. Meal-i Kerim böylece el emeği, göz nuru ve alınterinin açıkça fark edildiği bir eser niteliğine bürünmüştür.
Kısacası Meal-i Kerim, kendinden önceki meallere kıyasla daha derli topludur. Yenilikler taşımaktadır. Kur’an-ı Kerim üslubunu büyük bir dikkatle yansıtmaya çalışmıştır. Mana inceliği veren nahiv kurallarına titizlikle eğilmiştir. Bütün bu özellikleriyle kısa zamanda büyük üne kavuşmuştur. Daha sonra yazılacak meallere çığır açmış ve örnek olmuştur. (s.90)

Hasan Basri Çantay, Meal-i Kerim’in gelirine de el sürmemiş olduğu gibi adına yaptırdığı camiye harcamıştır. (s.121)

Zeka Demetlerinden:
*Bizzat işlemediği bir fazileti başkasına öğretmeye kalkan kimse etrafındakileri ziyalandırmak için kandil taşıyan köre benzer.
*Mürüvvet, açıkça yapmaktan çekindiğin işleri gizlice de yapmamaktır.
*Vifak(barış) yoksa firak vardır.
*Ef’alin şehadeti ricalin şehadetinden yeğdir.
*Ehil olmayana edilen iyilik körün evinde ışık yakmaya benzer.
*Cevdet-i kelam ihtisardadır.
*Hüsn-ü edeb kubh-u nesebi örter.
*Ev sahibi def çalmaya mübtela bir ailenin şiarı daim oynamaktır.
*Kitap münafıklık bilmeyen, insanı usandırmayan, kendine cefa edersen gücenmeyen, sırrını ifşa etmeyen güzel bir arkadaştır.

*Tilki seher vakti bir ağacın altına gelip yukarıda bir horozun tünemekte olduğunu görür. Ona der ki:
-Cemaatle namaz kılmaya inmez misin? Horoz cevap verir:
-İmam Efendi ağacın altında uyuyor. Uyandı da kılalım: Tilki bakar ki horozun işaret ettiği yerde koca bir köpek uyuyup duruyor. Tabana kuvvet kaçarken horoz bağırır:
-Hani namaz kılacaktık ya? Tilki cevap verir:
Abdestim bozuldu. (s.61)

*Sicilyalı ‘karga’ lakabıyla anılan meşhur bir hatip vardı: Erhilaos. Yunanlı Sisyas ondan hitabeti öğrenmek için memleketinden kalkıp gelmişti. Sisyas, üstadına muayyen bir ücret verecekti. Derslere başlandı, Yunanlı talebe hayli ilerledi. Fakat nedense o kararlaştırılan ücreti hocasına vermemeye, aralarındaki mukaveleyi bozmaya çare arıyordu. Bir gün hocasıyla şöyle konuştular:
Sisyas: -Üstad, hitabetin gayesi nedir?
Muallim: İkna.
Sisyas: Aramızdaki ücret hususunda sizinle bir münakaşa yapmak isterim. Eğer bu parayı vermemek için sizi ikna edebilirsem tabii almaya hakkınız yoktur. Edemezsem beni ikna kudretine henüz malik etmemiş olduğunuz için yine hakkınız yoktur.
Muallim: Münakaşaya ben de hazırım. Eğer kararlaştırılan ücreti almaya haklı olduğuma sizi ikna edebilirsen alırım. Yok, edemezsem, seni muallimini mağlup edebilecek bir kudrete malik ettiğim için yine alırım. (s.225)
*Parlak söz söylemeye meraklı bir hatip ile cahil bir adam birlikte seyahate çıktılar. Hatip yolda hastalandı. Arkadaşı da memleketine dönmeye karar verdi. Hatip ailesine onunla şöyle bir haber göndermek istedi:
-Aileme söyle ki, hatibin başıda müthiş bir ağrı var. Dişleri de sızlıyor. Nefesi daraldı. Kolları kupkuru. Ayakları şiş, gözleri kararıyor. Dizlerinin bağı çözüldü. Sırtında sancısı var. Kalbi ise hafakan içinde. Beli sızlar, gözlerinden sular akar. Ayağında yel var. Çenesi gevşedi. Sık sık baygınlıklardan gözle kulak arasında bir hareket ve nabzında durgunluk başladı. Dili de ağırlaştı.
Arkadaşı dedi ki:
-Ben uzun söylemeyi hem sevmem, hem de beceremem. Onlara derim ki, ‘Öldü vesselam’. (s.229)

Şu şiiriyle bitirelim:
Kul hakkına el değenin
Zalimlere baş eğenin
'Aşık Hasan' kim diyenin
Vur beline, vur beline! (s.168)
29.07.2010

“Milletlerin ilmen ve fennen terakki etmeleri, ancak yetiştirmiş olduğu ilim adamları ile mümkündür. Lokomotif görevini üstlenen bu fedakâr şahsiyetler, vagonlarını müspet gayeye doğru sürüklerler. Bu lokomotif değerlerimizden birisi de; İslâm tarihçisi, şair ve mutasavvıf Mustafa Âsım Köksal'dır. Özü sözüne mutabık örnek bir insan. Seksen beş yıllık ömrüne onlarca eseri sığdırıp, son demine kadar yazmaya, eser vermeye devam etti.” (Diyanet Aylık Dergi Kasım 2000, Portre-s.33)

‘Peygamberler Tarihi’ adlı kitapta; Kur'an-ı Kerim’de adları geçen 25 peygamberden 24’ü:
1- Âdem, 2- İdris, 3-Nuh, 4-Hud, 5-Salih, 6-Lût, 7- İbrahim, 8- İsmail, 9- İshak, 10- Yakub, 11- Yusuf, 12- Şuayb, 13- Harun, 14-Musa, 15- Davud, 16- Süleyman, 17- Eyyub, 18- Zülkifl, 19- Yunus, 20- İlyas, 21- Elyesa, 22-Zekeriyya, 23- Yahya, 24- İsa. (25- Muhammed (s.a.s.) kitapta yer almamıştır.O’nu ayrı bir kitapta ele almıştır. ‘Hayatımın en mutlu devri, hiç şüphesiz Peygamberimiz'in hayatına ait kitabımı yazmakla geçirdiğim yıllar olmuştur’ dediği ‘İslâm Tarihi-Hz. Muhammed (as) ve İslâmiyet’ en önemli ve en hacimli eseridir. İslam Tarihi adlı eseri, 1983'te Pakistan'da açılan milletlerarası sîretü'n-nebî yarışmasında dünya birinciliğini kazanmıştır.)
Peygamber olup olmadıkları ihtilaflı olan 3’ü: Zülkarneyn, Lokman ve Uzeyr,
Ve Kur’an ve sünnette isimleri geçmeyen 9’u:
Şis(Şit), Hızır, Yuşa b. Nun, Kalib b.Yufenna, Hızkıl, Şemuyel, Şa’ya, Irmıya, Danyal,
Böylece toplam 36 peygamberin hayat mücadelesi anlatılmıştır.

Hz. Peygamber’in “En büyük (en zor) imtihana tâbi olanlar peygamberlerdir.” (Buhari, merda 3) hadisinin ne anlama geldiğini ve nasıl bir imtihandan geçirildiklerini anlamak için Peygamberler Tarihi’ni okumaya ihtiyaç vardır.

Kitabın kaynakları ayrı bir önem arzediyor. Özellikle her sayfanın altında verilen kaynaklar eserin diğer kitaplara olan farkını ortaya koyuyor. Kaynak olarak Kur’an-ı Kerim ve Kütübü Tis’a’ ile beraber verilen hadis kitaplarından başka; İbn Sa’d’ın Tabakat’ı, Taberî’nin Tarih’i; Sâlebi’nin Arais’i, Mes’udî’nin, Ahbaruzaman’ı ve Nurucuzzeheb’i, İbn Esir’in Kâmil ve Camiul-usul’ü; Kadı Iyaz’ın Şifa’sı; İbn Kesir’in El-Bidaye ve’n-Nihaye’si; Yakubi’nin Tarih’i önde gelen ve çokça başvurulanlardandır.

Kur’an-ı Kerim’in birçok sure ve ayetlerinde Peygamberimiz Muhammed(as)’dan önceki peygamberlerden bazılarının kıssası –ders ve ibret almak üzere- kısaca veya uzunca anlatılmaktadır. Bunun için (Peygamberler Tarihi)’nde; Peygamberlerin soyları, hayat ve şahsiyetleri, üstün kişilikleri, gönderildikleri kavimlere neler tebliğ ettikleri, nasıl karşılandıkları, kavimlerinin tutum ve davranışlarına göre ne gibi akibetlere uğradıkları kaynaklarımıza dayanarak açıklanmış; bilinmesi yararlı bazı hususlara öncelikle temas edilmesi gerekli görülmüştür. (s.5)

Kitapta peygamberler dışında birincisi kitabın başında‘nübüvvet, nebi ve resul’(s.1/7-26) konusuna, ikincisi kitabın sonunda ‘Fetret devri’(s.2/352-354) başlıklı olmak üzere iki konuya daha yer verilmiştir.

Peygamberler ile ilgili olarak dikkat edilmesi gereken hususta Abdullah Aydemir ‘İslam’i Kaynaklara Göre Peygamberler’ adlı eserinde şunları söyler:

Gelecek hakkında doğru karar verebilmek için geçmişi bilmenin faydası inkar edilemez. Yazılı tarih veya buna yardımcı durumda olan şifahî (sözlü) rivayetler ve hatıralardan ibaret olan geçmiş az çok herkesin merakını çeker. Tarihte ün salmış kahramanları tanımak, onlarla ilgili olayları okumak, dinlemek; başarılarının sırrını çözmeye çalışmak merakı mucip bir şeydir. Başardıkları zor işler sebebiyle tarihin kaydettiği en büyük inkılapçılar ve kahramanlar olan peygamberleri tanımak, gerçek hayat hikayelerini bilmek inanmışlar için daha da önem arzetmektedir.
Kur'an'da -üçü ihtilaflı- 28 peygamberin isimlerini vermektedir. Bu 28'in içinden on kadarı çok duyulan; isimleri, kıssaları sıkça dile getirilen şahsiyetlerdir. Şüphesiz peygamberlerin sayısı bundan ibaret değildir. İsimleri ve kıssaları bize bildirilmeyen daha niceleri vardır. Hz. Peygamber'den nakledilen bazı hadislerde bu sayı yüzbini aşmaktadır.
ZAMANIMIZDAN BİNLERCE YIL ÖNCE YAŞAMIŞ PEYGAMBERLER HAKKINDA BİZE EN DOĞRU BİLGİYİ KUTSAL KİTABIMIZ KUR'AN-I KERİM VERMEKTEDİR. Ne var ki Kur'an'ın verdiği bilgiler genelde kısa ve öz bilgilerdir. Detaydan uzaktır. Zaman içinde insanların merakları mevcut bilgilere nesiller boyu yeni ilaveler getirmişler ve böylece bazan bir peygamber hakkında ciltler dolusu rivayet birikmiştir. Bunlara tarihi gerçekler olmaktan ziyade edebi ifadesiyle roman veya destan gözüyle bakılabilir. Ne yazık ki bunlar çoğu zaman peygamberler hakkındaki gerçekleri aksettirmez.
Peygamberlerle ilgili haberlerin aşırı boyutlara varmasında 'Ehl-i Kitab' adıyla anılan Yahudi ve Hıristiyanlara ait yazılı ve şifahî söylentilerin etkisi büyük olmuştur. Zaman içinde bu çevrelerle yapılan politik ve ekonomik temaslar, komşuluk ilişkileri bu sahadaki haberlerin İslâmî çevreye intikalinde önemli bir etken olmuştur.
Yirminci yüzyılda bir Müslüman, hâlâ yer yer anlatılmakta ve hatta bazıları titr sahibi olan dini öğretim kademelerinden geçmiş akademisyenlerce Peygamberler Tarihi adı altında yayımlanan kitaplara yazılmakta olan Eyyub peygamberin yaralarına kurtlar düştüğüne, Yusuf(as)’ın Züleyha ile bir aşk macerası yaşadığına dair olan asılsız haberlere itibar etmemeli ve bunların o şanlı ve yüce peygamberlere birer iftira olduğunu artık bilmelidir.
Dini konularda insanlığın en büyük önderleri peygamberlerdir. Şayet peygamberler olmasaydı insanın Allah'ı bulması ve O'na gerekliği tarzda ibadet etmesi imkansız olurdu. Hak yola davetlerine karşılık bizden herhangi bir menfaat talebinde bulunmayan peygamberler, muhataplarından çok sert tepkiler görmüşler, en ağır şekilde suçlanmışlar, bazen sonu ölüme kadar varan çile ve işkencelere maruz kalmışlardır. İnsanları ataların yolundan, onların taptıklarına tapmaktan alıkoymak kolay olmamıştır.

Hayırlı okumalar…