Toplam yorum: 3.076.922
Bu ayki yorum: 3.800

E-Dergi

muftuihsan Tarafından Yapılan Yorumlar

19.11.2015

Altmış yılı aşkın Türk şiirinin gündeminde olan, şiirimizin burcunda seyr ü sefer eden; düşünce kitaplarıyla milletimize bir ‘diriliş’ şuuru kazandıran çağdaş bir mütefekkir, Karakoç, tevarüs ettiklerini bir altın kase içinde sundu bize. Güneşin Doğu’dan yükseldiğini bir kez daha haykırdı insanlara. Alıntılar:
Oruç, bu ümmete bağışlanmış, sağı ölüden, diriyi cansızdan ayıran,fark ettiren kutlu bir nimet ve emanettir. (46)Hep biz acıkmayız ya oruç da susar, oruç da acıkır.Orucun susadığı ve abı hayat gibi kanamadığı su, Kur’an sesi, acıktığı namaz, örtündüğü merhamet, kuşandığı giyindiği, Allah adının yüceltilmesi, yani cihaddır.(50)Oruç müslümanlara hareket ve bereket saçan bir bahar gibi, inançsızlaraysa, donduran buz içine kapayan bir kış\çığ gibi gelir.(55)Oruç bize misafir geldi, giderken giden oruca yol azığı ve öteye armağan olarak ne verdik?(66) Ramazan dünya içinde ahirete bir aylığına müslümanların toptan hicreti gibidir.(111)Ne mutlu meşalesi Kur’an olan ümmete!(59)
20.12.2012

Edebiyatımıza Tanzimat’tan sonra Avrupa’nın etkisiyle girmiş olan edebî bir tür olan roman esas itibariyle kurguya dayanır. Yazar, hayal gücüne dayanarak kafasında bir takım olaylar kurgular ve anlatmak istediği temaları birbirini takip eden olaylar zinciri içinde anlatır. (s.5) Romanlar içerinde biyografik olanlar dikkat çeker. Genel olarak bu tür romanlar, esas itibariyle tarihî bilgilere dayanmakla beraber, kuru tarihî ve kronolojik bilgiyi sıralamak yerine, o kişiyi roman üslubuyla, olayların akışı içerisinde bir kahraman olarak ele almakta ve onu gözümüzün önünde yaşayan bir kişi olarak sunmaktadır. (s.6) Elinizdeki bu romanın amacı Hacı Bektaş-ı Veli’nin şahsiyetini ve misyonunu, roman üslubuyla daha iyi bir şekilde yansıtmaktır. Eser de zaman zaman tarihî kronolojiye uymayan hususlar görülebilmektedir. (s.7)
Romanda ağırlıklı olarak işlenen ve sıkça tekrarlanan konuların başında kendisine sorulan sorulara cevap ve sohbetlerinden alıntılar dikkati çekiyor. Gönül nedir, iman nedir, kibir için ne söylersiniz? gibi sorularla okuyucuya birçok bilgi aktarılması yönüyle başarılı bir çalışma olarak gördüm. Ancak; Hacı Bektaş-ı Veli’nin müridleriyle satranç oynaması ve onlara öğretmesi de bugünün tarikat anlayışı içerisinde görülmesi oldukça zor bir örnek. Ayrıca Hacı Bektaş-ı Veli’nin yabancı kadınlarla olan daha rahat ve daha serbest davranışının da dikkate değer bir konu olduğunu görüyoruz. Kitabıyla bizleri Hacı Bektaş-ı Veli ile buluşturan Kıymetli Emine Işınsu Hanımefendiye teşekkür eder, hayırlı çalışmalar dilerim. Kitabı yeni bir baskı ile bize kazandıranTürkiye Diyanet Vakfına da ayrıca şükranlarımı sunuyorum.

Kitaptan alıntılar şöyle:
Bil ki, kötü söylemek kötüyü, iyi söylemek iyiyi çağırır. (s.24)
Bir kişinin senden sakladığını sormak, o konuda ısrar etmek, ne bize, ne de herhangi bir insana yakışır. (s.42)
Hazret-i insan olabilmek!
Sevmeyi bilmek, sevebilmek Yüce Allah’ın kullarına bir armağanıdır, bu armağanın kıymetini bilmek gerek. (s.57)
Topraktan yaratıldık, o halde topraktan gelmenin sorumluluğunu da üzerimize almalıyız. Neden? Çünkü toprak; teslimiyet, rıza ve tevazuu, alçak gönüllülüğü temsil eder. Toprak daimî vericidir, lakin bizim de onun ihtiyaçlarını karşılamamız, ona tıpkı bir canlıya yardım eder gibi yardım etmemiz gerekir, çünkü o canlıdır; ilkbaharda doğar, yazları verir ve kışın ölür! O halde gerektiğinde sulamak, gerektiğinde gübrelemek, gerektiğinde nadasa bırakmak lazımdır. (s.109)
Güzellik detaylarda gizlidir. (s.147)
Gönüllerinizde insanlara karşı asla yargılama ve suçlama olmayacak. Karşınızdakileri anlamaya çalışın, siz, siz olmaktan çıkın; ‘o’, ‘şu’, ‘bu’ olun. Her şeyi onun, bunun, şunun gözleri ve gönülleriyle görün, anlayın. İşte o zaman yargılamanın, suçlamanın ne kadar anlamsız, gönlünüze nasıl bir yük olduğunu fark edeceksiniz. Sizlerden beklediğimiz hafif, ak-pak gönüllerdir. Yüklerin altında iki büklüm olmuşi kararmış gönüller değil! (s.154)
Aşk dedikleri, Allah Teala’nın Kendi ateşidir ki, bütün alemi tutup durur. O ateşin ocağı da erenlerin gönlüdür. Aşk gönle hareket getirir, yakar da yakar. Buna muhabbet ateşi denir. (s.165)
İnsanları hemen sevemeseniz bile onlara karşı hoşgörülü olun; bir arif kişi şöyle der: ‘Eğer Yüce Yaratan insana, özgürlük içinde hata yapa yapa, öğrenerek tekamül etme hakkını tanımışsa, bize ne oluyor da çevremize bu hakkı çok görüyoruz?’ (s.172)

Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgili şu bilgiyi de aktarmak isterim:
Hacı Bektâş-ı Velî'nin nasıl bir sûfî kimliği temsil ettiği, hangi tarikat çevresine dahil olduğu, kendi adını verdiği yeni bir tarikat kurup kurmadığı, Bektaşîliğin onunla ilgisi gibi sorulara gelince, önce eş-Şekâ'iku'n-nu’mâniyye hariç yukarıda sayılan kaynakların hiçbirinin onu klasik anlamda Sünnî bir sûfî olarak görmediği özellikle vurgulanmalıdır. Kendini Hacı Bektâş-ı Velî'ye bağlayan Bektaşîliğin ve Alevîliğin gayri Sünnî yapısı da bunun en kuvvetli delilidir. Bektaşîliğin önceleri Sünnî bir tarikat olduğunu, fakat Balım Sultan tarafından bugün bilinen hüviyetine sokulduğunu ileri süren tezin ilmî ve tarihî hiçbir temeli yoktur. Hacı Bektâş-ı Velî'nin Sünnî bir mutasavvıf olduğunu ileri sürenler onun nasıl bir sosyal tabanın mensubu bulunduğunu, bu tabanın sosyokültürel ve dinî yapısının karakteristiklerini hiç hesaba katmadan genellikle ona izafe edilen Makâlât adlı esere dayanırlar. Bugüne kadar değişik araştırmacılar tarafından birkaç defa yayımlanmış olup tasavvufa yeni intisap eden müridler için basit seviyede bir el kitabı niteliğini taşıyan bu eserin muhteva kritiği yapılmamıştır. Makâlât üzerinde en kapsamlı çalışmayı gerçekleştiren Esat Coşan bir tasavvuf edebiyatçısı gözüyle eserin yalnız muhteva tasvirini yapmış, tarihî tenkidine girişmemiştir. Halbuki klasik tasavvuf edebiyatında Makâlât ve Varidat adlarını taşıyan benzeri eserlerin hemen hepsi daha sonraları anonim derleyiciler tarafından kitap haline getirilmiştir. Nitekim Makâlât'ta da, bu tür bir eser olduğunu açıkça gösteren ibareler vardır (s 14, 35). Dolayısıyla bu eserlerin asıllarından uzaklaşmaları ihtimali çok yüksektir. Hacı Bektâş-ı Velî'ye izafe edilen diğer eserler gibi Makâlât'ın da onun kaleminden çıkmış olduğu tarihen ispat edilmemiştir. Ayrıca Hacı Bektâş-ı Velî Konumundaki konar göçer bir Türkmen sûfîsinin bu tarz eserler yazıp yazamayacağı tartışılabilir. Öte yandan bu çevrelerdeki tasavvuf geleneğinin yazılı eserlerden çok sözlü geleneğe dayandığı bilinmektedir. (İslam Ansiklopedisi, 14/457)

Konuyu Bektaş Veliye ait şu sözlerle bitirelim:
Marifet, nefsi silmek değil, bilmektir.
Okunacak en büyük kitap insandır.
Özünü Bilirsen Özürden Kurtulursun.
Allah ile Gönül Arasında Perde Yoktur.
Dikkat Et, Lokma Seni Yemesin, Sen Lokmayı Ye!
İman Bir Hazine, Iblis Bir Hırsız, Akıl Ise Hazinedardır. Hazinedar Giderse Hırsız Hazineyi Çalar.
İnsanın Cemâli Sözünün Güzelliğidir. İlim Beşikte Başlar, Mezarda Biter.
İncinsen De Incitme
Oturduğun yeri pak et, kazandığın lokmayı hak et.
20.12.2012

Yazar, "Bu dünya bugün bize kalmıştır. Dünya, halen üzerinde yaşayan insanlara bırakılmıştır. Şu anda sınananlar, deneyden geçirilenler biziz. Elimizde bu fırsatı nasıl kullanacağız? Nasıl kullanıyoruz? Yarına dönük tasarılar üzerinde miyiz, yoksa bugün yapabileceğimiz işlere mi bakıyoruz? Yarın yaşayacağımıza dair elimizde senet mi bulundurduğumuzu sanıyoruz da yarına dair tasarıların hayaliyle uğraşıyoruz? Yoksa bize, belki de yaşamayacağımız yarın hakkındaki tasarılarımızdan mı soracaklarını sanıyoruz?"(s.170) sorularına cevap olarak bu kitabı bize sunmakta. En iyi kitabı gördüğüm bu eseri tavsiye ederim. Alıntılar şöyle:
İki kişi tartışıyorlarmış. Biri öbürüne diyormuş ki: “Allah dilerse deveyi iğnenin deliğinden geçirir; deveyi küçültür, iğnenin deliğinden geçirir.” Öbürü itiraz etmiş: “Hayır, demiş, bence deveyi küçültmez, iğnenin deliğini büyültür, bu işi öyle yapar.” Deveyi mi küçültür, iğnenin deliğini mi büyültür noktasında anlaşamıyorlarmış. Derken, oradan geçen birinin hakemliğine müracaat etmek istemişler. Hangimiz haklıyız diye sormuşlar. O da demiş ki: “Allah, deveyi iğnenin deliğinden geçirmeyi murad ederse, ne deveyi küçültür, ne iğnenin deliğini büyültür; o deveyi o delikten öylece geçirir.”(s.19)
Deve ve iğne tartışmasına taraf olanlar, aslında Allah’ın kudretini kavramaya cehdetmekten çok, eğer ben bu deveyi bu iğneden geçirmek zorunda kalsa idim ne yapardım, diye düşünüyor. Ve böyle bir zorunlulukta ne yapacak idi ise onun doğru olduğunu iddia ediyor. Ve görünüşte farklı iddialar ileri sürdüklerini sanmalarına rağmen, neticede aynı iddiayı desteklediklerinin farkına varmıyorlar. Ha devenin küçültülmesi, ha iğnenin büyültülmesi; ikisi de aynı mantığın eseri değil mi?(s.20)
Hudeybiye barış anlaşması yapıldıktan sonra, Sahabelerin geçirdiği sarsıntı esnasında, anlaşma tamamlanmış fakat Ashab üzüntülüdür, “akılları başlarında değildir.” Hz. Peygamber, Ashaba: “Develerinizi kesin ve başkalarınızı tıraş edin” diye buyurur. Fakat Ashab yerinden kıpırdamaz. Bu, Peygamber emrine itaat ve riayet etmeme gibi, Sahabe ahlakı içinde düşünülemeyecek, haddi tecavüz kabilinden sayılabilecek bir hareketsizlik değildir. Bir sarsıntı halidir. Resul (as), buyruğunu üç kez tekrarlar. Sahabeler O’nun bu sözlerini işitirler ve sadece bakınmakla yetinirler. Bunun üzerine Resulullah üzüntüyle çadırına döner. Müminlerin anası Ümmü Seleme (ra) oradadır. Resulullah’tan üzüntüsünün sebebini sorar ve şu cevabı alır: “Üç kere, kurbanlarınızı kesin ve başlarınızı tıraş edin diye emir verdim, sözümü işittiler, yüzüme bakıp sözümü tutmadılar.” Ümmü Seleme der ki: “Onları mazur gör, onlar bu sene haccedeceklerini düşünüyorlardı; oysa bu istekleri olmadı da, müşriklerin muratları hasıl oldu sanıyorlar. Eğer murad-ı şerifiniz develerini kurban edip başlarını tıraş etmeleri ise, dışarı çıkıp kimseye bir şey söylemeden, kendi deveni kurban eyle ve mübarek başını tıraş eyle. Onlar bunu görünce tabi olurlar.” Resulullah öyle yapar. Ashab-ı Kiram da Resulullah’a uyup hepsi kurbanlarını keserler ve başlarını tıraş ederler.
İnsana öyle geliyor ki, artık söz, kelime, emir, insan bilincine işlemez olmuştur. İnsan bilincinin iadesi, kendine dönmesi için bir şeyler yapmak gerekmektedir.
İnsanlar bu gün konuşulanı işitiyor, fakat söz onları harekete geçirmeye yetmiyor. Onun aklını başına getirmek için yakasından tutup sarsmak da işe yaramayabilir. Ondan yapması beklene şey neyse, onu, “ben yapmalıyım” diye öne çıkmak gerekiyor.(s.31)
Eylem(fiil, hareket, amel), kelimeyi aşar. Kelimenin kısır ve yetersiz kaldığı yerde, söz eyleme düşer. Böyle düşünmek, kelimenin değerini düşürmez. Kelime ile meram anlatmanın imkansız kaldığı yerde eyleme müracaat edilir. Müslümanın en etken tebliğ aracı bizzat yaşamasıdır.(s.43)
Allah’ın dilediği, emrettiği hayat yaşanmadıkça, Allah’ın hükmü insanlar arasında yürürlüğe girmez. İnsanı o hayat tarzını yaşamaktan Allah mahrum etmiyor, o kendi kendini mahrum kılıyor. Çünkü Allah, dinini tamamlamıştır. Fakat o din yaşanmadıkça onun yeryüzünde yürürlüğe girmesi adetullahtan değildir.(s.47)
Bu gün, bir müslümanın yaşayış tarzından hiç kimse, onun müslüman olup olmadığını anlayamamaktadır. Zencinin alamet-i farikası olan onun derisinin rengi gibi insana yapışık bir İslamî hayat tarzını hiçbir Müslüman yeterli ölçüde gerçekleştirememektedir.
Bir zencinin zaruri mücadelesinin ırkı uğruna olduğu yolundaki varsayım, bir müslümanın mücadelesinin de İslam uğruna olabileceği hususunda bir kanaati başkalarına veremiyorsa, bu sonucu müslümanların yaşadığı hayat tarzında bıraktıkları gediklerde aramalıdır. Bunun sorumluluğuysa, elbette müslümanlardan başka kimseye raci değildir. Bir zencinin zenci olduğunu ispat etmesi gerekmez, ama bir müslümanın müslüman olduğunu yaşadığı hayatla ispat etmesi gerekmektedir, denilebilir.(s.77)
Eskiden, eğitimin başlangıcında insanlara susması öğütlenirmiş: lüzumsuz konuşmamak, kelime israf etmemek. Öyle ki, anlayamadığı sözleri bile hemen sormaması, beklemesi, ilkin anlayamadığı şeylerin üzerinde kendi kendine düşünmesi salık verilirmiş. Soru arkadan gelirmiş. Bu eğitim tarzının insanları gevezelikten koruduğunu söylemeye gerek yok. Bugünse, özellikle Amerikan tarzı eğitim, çocukları durmadan soru sormaya, neticede geveze olmaya yönlendiriyor.(s.125)
İslamî anlamda ihtilali(inkılabı) birey ilkin kendi nefsinde gerçekleştirmeyi dener veya denemelidir. (s.136)
Bugün ölmüş bulunanlar, ellerindeki fırsatı kaçırmıştır. Yarın yaşayacak olanların ne yapabileceği onlara ait bir iştir. Biz, sadece kendimizden ve kendi zamanımızdan sorumluyuz. Şu gün, şu saatte bu fırsat bizim elimize verilmiştir.
Aramızda kimse kendi cenaze namazına tanık olmadı. Fakat böyle olması bizi kandırmalı mı? Gazali der ki: “Ömrün bitmiş, fakat sen yalvarmış, yakarmışsın, sana bir gün daha verilmiş; işte şimdi öyle bir günde bulunuyorsun, öyle bir günde ne yapacaksan, her gün aynı gayretle o işe sarıl, öyle çalış, öyle ibadet et, öyle yaşa.”(s.171)
19.12.2012

Son belgeler bölümünü saymazsak kitap 3 bölümden oluşuyor:
1.Bölüm: Hz. Peygamber’in hadisleri
2.Bölüm: Mektuplar
3.Tolstoy’un itirafları.
Aslında kitabın adı da orijinal adı değil. Buna “Hz. Peygamber’in Seçilmiş Hadisleri” ismi daha iyi yakışıyor. “Hz. Muhammed” adı verilerek biraz dikkat çekilmek istenmiş, bir de “gizlenen kitap” bandajı ile süperdikkat sağlanması amaçlanmış. Kitabın kapağına bakıldığında Tolstoy’un Hz. Muhammed’e Bakışı, onun gözünden hayatı gizemini veriyor, ama değil. Ayrıca kitap çok küçük kalacağı için içine birkaç konu ile ilgili mektuplar bölümü eklenmiş ki kitap mahalli tabirle ‘dıhız’ kalmasın. Bu da amaca ulaşmaya yetmemiş. Biraz da ‘itiraflar’dan alıntılarla çoğu aşikar olan bir ‘gizlenen kitap’ tedavüle sürülmüş. Birazda belgelerin Rusça aslı konulunca bir kitap kadar olmuş. Allah razi olsun (cümlemizden).
Tabi ki, kimse tarihini ve tarihi değerlerini kimseye kaptırmak istemiyor. Tolstoy’un Müslüman olması elbette ki iyi bir ses getirirdi. Tabi ki Tolstoy’un sahipleri de bunu istemezler. Hemen savunmaya geçmeleri pek tabii. Onlar da devrimlerinin altını boşatmak istemiyorlar.
Ana bölüm olan hadisler 93 parçadan müteşekkil. Saydım 20 tanesinin ‘kaynağı bulunamadı’ diyor. (Benzer bir hadise rastlanmadı ile beraber). Diğerlerinin de kaynağı var eğer ayrıma gitmezseniz ya da yakınlarını/benzerlerini kabul ederseniz. Sanki Tolstoy’ görüştüğü birilerinden toplumsal içerikli hadisleri bir kenara, not defterinin/ajandasının birkaç sayfasına işittiği hadisleri not etmiş. Not ederken dinlediği kimsenin sözlerini de sanki bunların içerisine karıştırmış anlaşılıyor. Hadis olsaydı kesin olarak biz bunu bilirdik (!) Hem de kitaba verdiği isim konuyu tam ayırt edemediğini halt ettiğini/karıştırdığını ortaya koyuyor.
İslam’a sempatisi olan Tolstoy, Ebu Talib'e benziyor. Hem ağzından kelime-i şehadet duymadık. Bir kez camide omuz omuza cemaatte de görmedik. Hem bir müslümana selam da verdiği rivayeti de mevcut değil. Aslına bakarsanız isterseniz bu konuyu yani Tolstoy’un Müslüman olduğu konusunu fazla eşelemeyelim. İslam’ın buna ihtiyacı yok. Asıl ihtiyacı olan Tolstoy ve salikleri idi. Bunu da becerebildi mi bilmem. Ancak yazdıklarından yola çıkarak belki de temennimizi ortaya koyarak böyle bir şey istediğimiz için kendimizden olmasını istiyoruz böyle bir insanın. İnsan, itiraflarına bakınca fıtrat olarak Allah’ı bulduğuna, inandığına kanaat getiriyor. Ancak bu hayatının hangi dönemindedir, ondan sonra böyle devam etmiş midir, son fikir ve görüşü nedir hep bunlar ehlince, merak edenlerce bir araştırma konusu. Ama özellikle ‘İnsan Ne ile Yaşar?’ adlı eserinde anlattığı hikayelerden yola çıkarak bizim hikaye özelliklerine yakın bir kişi izlenimi veriyor. Bilhassa ‘İnsana Ne Kadar Toprak Lazım’ adlı 3. hikayesi Peygamber Efendimiz’in “Âdemoğlunun iki dere dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun içini / karnını topraktan başka bir şey dolduramaz.” (Buhârî, Müslim) hadisini anlatan güzel bir örnek hikayedir.
Kitaptan alıntılar ise şöyle:
Ölüm bir köprüdür, dostu dosta kavuşturur. (s.32)
Diliyle insanları kıranları, ibadetleri temizlemez. (Tirmizi denmiş ama)
Dinin mahiyetini teşkil eden büyük hakikatlerin, onu karanlıklaştıran her şeyden temizlenmesine yardım etmek, insanın yapabileceği en güzel işlerden biridir. (s.55)
Sonunda kendimi inceledim ve içimde neler oluyor diye kendime baktım. Ölmeye ve dirilmeye dair yüzlerce olay hatırladım. Gördüm ki, ben yalnızca Allah'a inandığımda yaşıyordum. Allah'ı düşünmem yetiyordu, o zaman hemen diriliyordum. O'nu unuttuğum, O'na inanmadığım zamanlarda ise, yaşam da yok oluyordu. Yaşamın bu diriliş ve ölümleri neydi? Allah'ın varlığına inancı kaybettiğimde, sanki yaşamla ilgili bağlarım da kopuyordu. Allah'ı bulmak konusunda az da olsa umudum olmasa, yaşamıma çoktan son verirdim. Fakat yaşıyordum. O'nu hissettiğim ve O'nu aradığım zaman yaşıyordum. Öyleyse, O vardır. O, O'nsuz yaşanmayan şeydir. Allah'ı bilmek ve yaşamak, bir ve aynı şeydir. Allah yaşamdır. Allah'ı arayarak yaşadığın takdirde, yaşam Allah'sız olmaz." (s.88)
Başımdan geçenleri şöyle ifade edebilirim: Neresi olduğunu bilmediğim bir sahilde beni bir kayığa oturttular ve sonra kayığı karşı kıyıya yönelttiler. Kürekleri elime verip beni yalnız bıraktılar. Küreklerle elimden geldiği kadar uğraştım ve ilerledim. Ancak ben açıldıkça beni o bilmediğim yere götüren akıntı da şiddetleniyordu. Ulaşmam gereken hedeften farkında olmadan uzaklaşıyordum. Etrafımda benim gibi akıntıya kapılan bir çok kürekçinin olduğunu gördüm. Bazıları durmadan kürek çekmeye devam ederken, bazıları küreklerini çoktan fırlatıp atmıştı. Koca kayıklar, dev gibi gemiler insanlarla doluydu. Bir kısmı akıntıya karşı çabalamaya devam ederken, bir kısmı kendini akıntıya bırakmıştı. Ben de bir yandan ilerleyip bir yandan da akıntının aşağılarında kalan yolcuların ardından bakarken, bana gösterilen yönü unuttum.
Her yanımdan tayfalarının neşeli zafer çığlıkları attığı yelkenliler, gemiler ve kürekli kayıklar geçiyor, akıntının aşağılarına doğru giderlerken bana "Başka bir yön yok!" diye sesleniyorlardı. Ben de onlara inanıyordum ve onlarla birlikte ilerliyordum. Öyle uzaklara gittim ki, ortasında yolumu şaşırdığım hızlı akıntıların gürültüsünden başka ses duyamaz oldum ve kayıkların orada nasıl parçalandığını gördüm. Ve bütün bu gördüğüm, yaşadığım şeylerin dehşetinden olsa gerek, kendime geldim. Uzun süre, bana ne olduğunu anlayamadım. Önümde yalnızca koşar adım yaklaştığım ve korktuğum yok oluşu görüyor, hiçbir yerde kurtuluş göremiyordum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O zaman geriye doğru baktım ve sayısız kayık gördüm. İnatla, büyük bir savaş vererek akıntıyı geçiyorlardı. O anda kıyıyı, kürekleri ve yönümü hatırladım. Geriye döndüm ve akıntıya ters yönde, kıyıya doğru kürek çekmeğe başladım.
Kıyı Allah'tı; yön gelenek, kürekler ise bana verilen özgürlüktü. Ve bunlar bana kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Allah'la birleşeyim diye verilmişti. (s.90)
10.12.2012

Bulunduğu yeri değiştirmek anlamına gelen yolculuğun nasıl hayra vesile olacağını ve yolculuk esnasındaki farkındalığı işleyen kitabı tavsiye ile başlayalım söze. Alıntılar şöyle:
TAKKECİ İBRAHİM’İN ÜZÜMÜ
Kapalıçarşı’nın takkeci esnafından İbrahim bir gün düşünde Efendimiz(sav)’i görecek ve kendisine, bulunduğu mahalle camisini süsleme görevi verilecek! Takkeci İbrahim, gördüğü düşten emin olamadığı için, ayın düşü üst üste görmek zorunda kalıyor. Düşünde Efendimiz tarafından kendisine emir buyruluyor ki, Bağdat’ta, belli bir yerdeki asmanın üzümünü yesin. Oysa Takkeci İbrahim canı gibi sevdiği camiyi süsleme hayalleri kuruyor. Fakat düşünde gördüğü buyruk da kesin. Takkeci İbrahim bu camiyi süslemek istiyor ama hayalindeki süsü caminin duvarlarına geçirebilmesi de paraya bağlı. Takkeci İbrahim çarnaçar yola düzülüyor, Bağdat’a ulaşıyor, düşünde kendisine tarif edilen asmayı buluyor. Asmanın altında bir adam oturuyormu. Adamla tanışıyorlar. Takkeci İbrahim, başından geçenleri anlatıyor. Adam Takkeci İbrahim’i dinledikten sonra ona diyor ki: “Allah sana akıl fikir versin, iki salkım üzüm yemek için ta İstanbul’dan kalkıp buralara gelmişsin. Ben de bir süredir bür düş görüp dururum, düşümde, İstanbul’daki bir caminin duvarının temelinde bir küp altın bulunduğunu, onu almamı telkin eder.” Takkeci İbrahim, adamın anlattığı caminin, tam da kendisinin süslemek istediği cami olduğunu hemen anlar ve adama: “Ben, Bağdat’taki asmadan yemem gereken üzümü yedim, gidiyorum, hadi, sen sağlıcakla kal” diyerek onunla vedalaşır ve İstanbul’a döner. Tarif edilen duvarın dibindeki küpü bulup çıkarır ve elde ettiği altın karşılığında camiyi de istediği gibi süsler.
Yolculuk, bir güzergah üzerinde durmadan bir yöne doğru ilerlemekten ibaret değildir. Yolculuk kimi zaman zaman tünellerinden geçmeyi de gerekli kılar.
Takkeci İbrahim’in kıssasından şu hisseler çıkar:
1.İnsan nasibini arıyor, onu buluncaya kadar çaba göstermesi gerekiyor; aramadan (çaba sarf etmeden) bulması mümkün olmuyor. Takkeci İbrahim, remzleri bile değerlendirecek kadar uyanık bir insandır; düşünde gördüğünü değerlendirmesini bilmiştir.
2.Takkeci İbrahim’in Bağdat’taki asmadan gerçek üzüm yeyip yemediğine dair kıssamızda bilgi yoktur. Ama bu üzüm, Takkeci tarafından iki anlamda yorumlanmıştır: Birisi, bilgi anlamında; öteki nasip anlamında. Takkecinin, Bağdatlı adamın küpteki altına dair gördüğü rüyayı: “Ben yiyeceğim üzümü yedim” diye cevaplaması (yorumlaması) onun, elde etmek istediği bilgiyi öğrenmiş olduğunu tazammun ediyor.
3. Takkeci İbrahim, kendisine rüyasının tabirini sorma zahmetini ihitiyar etmemiş olan Bağdatlı zatın rüyasında gördüğü altın küpünün kendi nasibi olduğunu kabul ediyor ve bu hususta Bağdatlıya herhangi bir açıklamada bulunmuyor ve zaten bulunması da gerekmiyor. Çünkü o kendisinin nasibidir. Takkeci, kendi düşünün tabiriyle ilgilenmiş, üst tarafını üstüne vazife bilmemiştir.
4.Aslında, Bağdatlı zatın rüyasının ardına düşerek İstanbul’a geldiğini ve oradaki bir küp altını onun bulduğunu farz etmek hikmete aykırı düşmektedir. Çünkü bu durumda, Takkeci’nin nasibine de, o kadar meşakkatten sonra, sadece iki salkım üzüm düşmüş olacaktı ki, bu onun tasarısını (camiyi süsleme işini) gerçekleştirebilmesinin yolunu açmayacaktı. Anlaşıldığı kadarıyla onun (Bağdatlı zatın) o altına ihtiyacı olmadığı gibi, onunla yapmak istediği bir işi de yoktu. O, o asmanın altında, kendisinin de farkında olmadığı bir bilginin kaynağı olarak duruyordu. Misyonu, Takkeciye, ona gerekli olan bilgiyi vermekten ibaretti.
5.Fırsat herkesin önüne eşit biçimde getirilmiş olmasına rağmen, ondan istifade etmesini bilmek yalnızca bir hedefi olana nasip oluyor. Fırsat herkes için belki eşit bile değil:Takkeci rüyasında iki salkım üzüm, Bağdatlı zat bir küp alrın görüyor. İki salkım üzüm gören onu değerlendirince bir küp altını da elde edebiliyor; fakat bir küp altını gören onu değerlendirmeye teşebbüs etmeyince iki salkım üzümden bile mahrum kalıyor.
6.İhtiyacımız olan bilgi, bir yerlerde, kuvve halinde duruyor. Ancak kuvve halindeki o bilginin fiil haline çıkartılması, ona ihtiyaç duyan kişiyi veya kişileri bekliyor. Bilinçli olarak tayin edilmiş bir hedef, kendi güzergahında, kendine lazım bilgiyi farkediyor ve o bilgi her nerede ve kimde olursa olsun, onu keşfetmekten mahrum düşmüyor. Öte yandan, böyle bir bilgi, bizzat sana tevdi edilmiş bile olsa, senin hedeflerin arasında o bilgiden istifade etmeyi gerektirecek bir bir behre (hisse, nasip) bulunmuyorsa, sen, kendinde olan bilginin (ve haliyle başka imkanların) bile farkına varamıyorsun. Çünkü o istikametteki feraset ve basiret, o istikametteki yolcunun nasibi olarak konuşlanmış bulunuyor. (s. 53-56)
Kötü olan aşktan mahrumiyettir. Aşk yoksa herhangi bir yere yönelmenni potansiyeli elde bulundurulmuyor demektir. Oysa aşk varsa, sorun, ona yön belirlemek olarak ortaya çıkar. Böyle bir sorunla baş edilebilir. Ama öbür türlüsünde, yani bir boşluğa yuvarlanmış olma halinde neyle başa çıkacaksın? (s.62)
İbnü’l-Arabî, Süleyman ed-Denbelî’den bir sohbet nakleder. Bir vakıada Cenab-ı Hak Denbelî’ye kendi mülkünün azametinden bahsedince, o da: “Yarabbi benim mülküm seninkinden daha büyüktür, demiş ve izah etmiş: Yarabbi çünkü, sana dua ettiğim zaman bana cevap verirsin, senden bir şey istediğim zaman ihsan edersin. Senin mülkünde senin gibi (bir Allah) yoktur, fakat benim mülkümde sen varsın!..” (s.175)
“Oku” buyruğu neyin okunmasını öngörüyordu dersiniz? Buyruğu verenin kendi zatının ve o zatın halk ettiği ayetlerin(işaretlerin) okunmasını değil mi? Belli bir düzlemde harfsiz, hecesiz, kelimesiz ve sessiz bir halde bulunan bu evren, onu okuyan tarafından dile getirildiğinde (tercüme edildiğinde) ancak harflerin ve seslerin dolayımına sığınmak zorunda kalmıyor mu? Ve böylece gene evrenin bir halinden başka bir haline geçilmiş olmuyor mu? Ve aslına bakılırsa ilim denen faaliyetin de bu paradoksun çözümlemesine matuf bir çaba olduğu söylenemez mi? (s.183)