Yazar, "Bu dünya bugün bize kalmıştır. Dünya, halen üzerinde yaşayan insanlara bırakılmıştır. Şu anda sınananlar, deneyden geçirilenler biziz. Elimizde bu fırsatı nasıl kullanacağız? Nasıl kullanıyoruz? Yarına dönük tasarılar üzerinde miyiz, yoksa bugün yapabileceğimiz işlere mi bakıyoruz? Yarın yaşayacağımıza dair elimizde senet mi bulundurduğumuzu sanıyoruz da yarına dair tasarıların hayaliyle uğraşıyoruz? Yoksa bize, belki de yaşamayacağımız yarın hakkındaki tasarılarımızdan mı soracaklarını sanıyoruz?"(s.170) sorularına cevap olarak bu kitabı bize sunmakta. En iyi kitabı gördüğüm bu eseri tavsiye ederim. Alıntılar şöyle:
İki kişi tartışıyorlarmış. Biri öbürüne diyormuş ki: “Allah dilerse deveyi iğnenin deliğinden geçirir; deveyi küçültür, iğnenin deliğinden geçirir.” Öbürü itiraz etmiş: “Hayır, demiş, bence deveyi küçültmez, iğnenin deliğini büyültür, bu işi öyle yapar.” Deveyi mi küçültür, iğnenin deliğini mi büyültür noktasında anlaşamıyorlarmış. Derken, oradan geçen birinin hakemliğine müracaat etmek istemişler. Hangimiz haklıyız diye sormuşlar. O da demiş ki: “Allah, deveyi iğnenin deliğinden geçirmeyi murad ederse, ne deveyi küçültür, ne iğnenin deliğini büyültür; o deveyi o delikten öylece geçirir.”(s.19)
Deve ve iğne tartışmasına taraf olanlar, aslında Allah’ın kudretini kavramaya cehdetmekten çok, eğer ben bu deveyi bu iğneden geçirmek zorunda kalsa idim ne yapardım, diye düşünüyor. Ve böyle bir zorunlulukta ne yapacak idi ise onun doğru olduğunu iddia ediyor. Ve görünüşte farklı iddialar ileri sürdüklerini sanmalarına rağmen, neticede aynı iddiayı desteklediklerinin farkına varmıyorlar. Ha devenin küçültülmesi, ha iğnenin büyültülmesi; ikisi de aynı mantığın eseri değil mi?(s.20)
Hudeybiye barış anlaşması yapıldıktan sonra, Sahabelerin geçirdiği sarsıntı esnasında, anlaşma tamamlanmış fakat Ashab üzüntülüdür, “akılları başlarında değildir.” Hz. Peygamber, Ashaba: “Develerinizi kesin ve başkalarınızı tıraş edin” diye buyurur. Fakat Ashab yerinden kıpırdamaz. Bu, Peygamber emrine itaat ve riayet etmeme gibi, Sahabe ahlakı içinde düşünülemeyecek, haddi tecavüz kabilinden sayılabilecek bir hareketsizlik değildir. Bir sarsıntı halidir. Resul (as), buyruğunu üç kez tekrarlar. Sahabeler O’nun bu sözlerini işitirler ve sadece bakınmakla yetinirler. Bunun üzerine Resulullah üzüntüyle çadırına döner. Müminlerin anası Ümmü Seleme (ra) oradadır. Resulullah’tan üzüntüsünün sebebini sorar ve şu cevabı alır: “Üç kere, kurbanlarınızı kesin ve başlarınızı tıraş edin diye emir verdim, sözümü işittiler, yüzüme bakıp sözümü tutmadılar.” Ümmü Seleme der ki: “Onları mazur gör, onlar bu sene haccedeceklerini düşünüyorlardı; oysa bu istekleri olmadı da, müşriklerin muratları hasıl oldu sanıyorlar. Eğer murad-ı şerifiniz develerini kurban edip başlarını tıraş etmeleri ise, dışarı çıkıp kimseye bir şey söylemeden, kendi deveni kurban eyle ve mübarek başını tıraş eyle. Onlar bunu görünce tabi olurlar.” Resulullah öyle yapar. Ashab-ı Kiram da Resulullah’a uyup hepsi kurbanlarını keserler ve başlarını tıraş ederler.
İnsana öyle geliyor ki, artık söz, kelime, emir, insan bilincine işlemez olmuştur. İnsan bilincinin iadesi, kendine dönmesi için bir şeyler yapmak gerekmektedir.
İnsanlar bu gün konuşulanı işitiyor, fakat söz onları harekete geçirmeye yetmiyor. Onun aklını başına getirmek için yakasından tutup sarsmak da işe yaramayabilir. Ondan yapması beklene şey neyse, onu, “ben yapmalıyım” diye öne çıkmak gerekiyor.(s.31)
Eylem(fiil, hareket, amel), kelimeyi aşar. Kelimenin kısır ve yetersiz kaldığı yerde, söz eyleme düşer. Böyle düşünmek, kelimenin değerini düşürmez. Kelime ile meram anlatmanın imkansız kaldığı yerde eyleme müracaat edilir. Müslümanın en etken tebliğ aracı bizzat yaşamasıdır.(s.43)
Allah’ın dilediği, emrettiği hayat yaşanmadıkça, Allah’ın hükmü insanlar arasında yürürlüğe girmez. İnsanı o hayat tarzını yaşamaktan Allah mahrum etmiyor, o kendi kendini mahrum kılıyor. Çünkü Allah, dinini tamamlamıştır. Fakat o din yaşanmadıkça onun yeryüzünde yürürlüğe girmesi adetullahtan değildir.(s.47)
Bu gün, bir müslümanın yaşayış tarzından hiç kimse, onun müslüman olup olmadığını anlayamamaktadır. Zencinin alamet-i farikası olan onun derisinin rengi gibi insana yapışık bir İslamî hayat tarzını hiçbir Müslüman yeterli ölçüde gerçekleştirememektedir.
Bir zencinin zaruri mücadelesinin ırkı uğruna olduğu yolundaki varsayım, bir müslümanın mücadelesinin de İslam uğruna olabileceği hususunda bir kanaati başkalarına veremiyorsa, bu sonucu müslümanların yaşadığı hayat tarzında bıraktıkları gediklerde aramalıdır. Bunun sorumluluğuysa, elbette müslümanlardan başka kimseye raci değildir. Bir zencinin zenci olduğunu ispat etmesi gerekmez, ama bir müslümanın müslüman olduğunu yaşadığı hayatla ispat etmesi gerekmektedir, denilebilir.(s.77)
Eskiden, eğitimin başlangıcında insanlara susması öğütlenirmiş: lüzumsuz konuşmamak, kelime israf etmemek. Öyle ki, anlayamadığı sözleri bile hemen sormaması, beklemesi, ilkin anlayamadığı şeylerin üzerinde kendi kendine düşünmesi salık verilirmiş. Soru arkadan gelirmiş. Bu eğitim tarzının insanları gevezelikten koruduğunu söylemeye gerek yok. Bugünse, özellikle Amerikan tarzı eğitim, çocukları durmadan soru sormaya, neticede geveze olmaya yönlendiriyor.(s.125)
İslamî anlamda ihtilali(inkılabı) birey ilkin kendi nefsinde gerçekleştirmeyi dener veya denemelidir. (s.136)
Bugün ölmüş bulunanlar, ellerindeki fırsatı kaçırmıştır. Yarın yaşayacak olanların ne yapabileceği onlara ait bir iştir. Biz, sadece kendimizden ve kendi zamanımızdan sorumluyuz. Şu gün, şu saatte bu fırsat bizim elimize verilmiştir.
Aramızda kimse kendi cenaze namazına tanık olmadı. Fakat böyle olması bizi kandırmalı mı? Gazali der ki: “Ömrün bitmiş, fakat sen yalvarmış, yakarmışsın, sana bir gün daha verilmiş; işte şimdi öyle bir günde bulunuyorsun, öyle bir günde ne yapacaksan, her gün aynı gayretle o işe sarıl, öyle çalış, öyle ibadet et, öyle yaşa.”(s.171)