Toplam yorum: 3.075.624
Bu ayki yorum: 2.500

E-Dergi

muftuihsan Tarafından Yapılan Yorumlar

29.11.2012

Tarihe damgasını vuran, etki eden kişiler, buluşlar ve olaylar vardır. 57 yıllık ömre, çeşitli bilim dallarına ait 400'ün üzerinde eser, sığdıran birisi olan Doğu'nun sönmeyen yıldızı İbni Sina’nın bilim ve düşüncesi, Doğu’da ve Batı’da büyük bir ilgi ve hayranlık uyandırmıştır. Kitapta H.Gazi Topdemir Bey ile İbn Sina'nın felsefeci yönü birleşerek ağırlığını hissettirmiş.

Kitapta altı kalın harflerle çizilmesi gereken üç cümle:

“İleri süren kim olursa olsun, yanlış onu ileri sürene geri döner.” (s.8)

“Bilim sanat takdir edilmediği yerden göç eder.” (s.32)

“Her şeyin bilgisi, onun meydana geldiği yerden elde edilen sebepleri öğrenmekle kazanılır” (s.188)

Kitap, giriş bölümünden sonra ‘Bilime adanmış Bir Ömür’, ‘Yetiştiği Entelektüel Ortam’ ‘Filozofların Prensi’, ‘Doğayı Matematikle Kavramak’, ‘Yeni Bir Evren Tasarımı’, ‘Yeni Mekanik ve Optik’, ‘Doktorların Kralı’, ve ‘Farmakolojide Bir Usta’ adlı sekiz bölümden oluşuyor. Yine kitapta İbn Sina’nın üç önemli eseri de bölüm ve görüşleri açısından tafsilatlı olarak ele alınmış.
1.İşaretler ve Tembihler. Felsefenin mantık, tabîiyyât, ilâhiyyât ve ahlâk konuların¬da yazılmış olup eş-Şifa’daki ilgili bölümlerin özeti niteliğinde ise de gerek üslûbu gerekse kullanılan kavramların farklılığı ve ortaya konulan görüşlerin yeni bir sistematik içerisinde sunulması bakımından özgün bir eserdir. (s.47-54)
2.Kitab eş-Şifâ. Ansiklopedik bir tarzda yazılmış, tabiat felsefesine dair en önemli eseridir. (s.54-60)
3.el-Kânûn fi't-tıb. İbn Sina’nın tıp konusundaki en önemli bu eseri, tıp biliminin genel konuları, basit ilaçlar, organ hastalıkları, kısımlara ait hastalıklar ve mürekkep ilaçlar olmak üzere beş bölümden oluşmaktadır. (s.175-194)

Alıntılar şöyle:
Tarihin yarattığı insanlar vardır, aynı zamanda tarih yaratan insanlar da. Batılıların ‘AVİCENNA’ dedikleri İbn Sina, herhalde her iki grupta da yer alır demek en doğru yanıt olacaktır. Çünkü tarih onu bir yandan siyaset sahnesinin en karmaşık dönemlerinde, kudretli kralların danışmanı, veziri veya yöneticisi olarak sahnede gösterirken, aynı zamanda güçlü kalemi, şiirsel anlatımı ve zamanı aşan engin bilgisiyle bir doğulu bilge olduğunu da kaydetmektedir. Bir görkemli tarihsel abide, Doğu’nun sönmeyen yıldızı olarak geçmişten geleceğe engin bir köprü, bir kilometre taşı olarak hep yaşayacaktır. (s.13)
Bütün zamanların en önemli filozofu ve bilgesi olan İbn Sina, Doğu ve Batı kültür çevrelerini derinden etkilemiş bir kimsedir ve bu özelliği bilimsel araştırmalarla da belgelenmiştir. Bu anlamda, o doktorların kralı, filozofların prensi, farmakoloji(ilaç bilimi) devi ve nihayet şeyh el-reis’tir. (s.14)
Bilimsel alanlarda devrimsel atılımları gerçekleştiren bireyler, ender özelliklere sahip kimselerdir ve insanlık tarihi boyunca sınırlı sayıda yetiştikleri anlaşılmaktadır. Bilim tarihi perspektifi içerisinde değerlendirildiğinde, sınırlı sayıdaki seçkin bireylerden birinin de İbn Sina olduğu bugün artık çok açık olarak anlaşılmıştır.
Adına dünya çapında birçok önemli toplantının düzenlendiği, binlerce akademik araştırmaya konu edilmiş olan İbn Sina’nın yaşantısı tarih yazan bir kralınki kadar fırtınalı ve görkemli geçmiştir. (s.21)
İbn Sina, yapıtlarında bilgi, mantık, astronomi, psikoloji, metafizik, ahlak, teoloji ve bilimlerin sınıflandırması gibi konular üzerinde durmuş ve sistemli bir biçimde özgün ve özgül bir takım açıklama ve değerlendirmelerde bulunmuştur. İbn Sina’yı felsefe tarihindeki yeri bakımından doğru bir şekilde değerlendirebilmek ve ileri sürdüğü düşünce ve görüşlerinin mahiyetini ve özgün dokusunu tam anlamıyla kavrayabilmek için, iki temel yapıta öncelikle başvurmak gerekmektedir: ‘İşaretler ve Tembihler’ ile ‘Kitab eş-Şifâ.’

Aşağıdaki alıntı İbn Sina’nın bilgi ve bilim anlayışını bu bakımdan çok açık bir biçimde anlatmaktadır:
“Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç şudur ki astrolojik tahminlerden veya kehanetlerden hiçbir yarar umulamaz ve bunlarda hiçbir kesinlik bulunmadığından bunlarla meşgul olmak boş ve faydasızdır. Çünkü sağlam temelden yoksun olan her bilgi insan aklı için ulaşılmaz bir nesnedir. Üstelik göksel etkilerden, doğan mutlulukların ve uğursuz gelişimlerin alın yazısı mahiyetini taşıdıkları ve bunların hiçbir suretle değiştirilemeyeceklerini astrolojinin üstatları ifade etmektedirler. Şu halde, sağlam temel üzerine oturmuş olsa bile, bu bilimin insana ne yararı olabilir? Bu bilimi hiç kaale almamak ne kadar isabetli olur! Çünkü hepsi yalan, hepsi boş laftan ibaret yahut da olsa olsa müphem birtakım beyanlardan oluşuyor.” (s.119)
Batılı kaynaklarda haklı olarak ‘Doktorların Kralı’ unvanıyla tanıtılan İbn Sina’nın belki de bilim tarihine en büyük katkısı tıp araştırmalarının sonuçlarını derlediği el-Kanûn fi’t-tıb, yani Tıp Kanunu’dur. Söz konusu bu yapıt kaleme alınmış bütün zamanların en ünlü tıp çalışmasıdır ve pek çok Avrupa üniversitesinde temel tıp metni olarak 18. yüzyıla kadar kullanılmıştır. (s.176) Verdiği tanım şöyledir: “Tıp, insan vücudunun sağlık ve hastalık durumunu, onu sağlıklı durumda korumayı ve sağlığını kaybettiğinde tekrar nasıl kazanacağını ele alan bilimdir.” (s.184) Tıp Kanunu, doktor olacak genç beyinlerin alanlarına nasıl yaklaşmaları gerektiğini öğreten bir ders ve uygulama kitabı olduğunu göstermektedir. Burada özellikle “Her şeyin bilgisi, onun meydana geldiği yerden elde edilen sebepleri öğrenmekle kazanılır” tümcesi olağanüstü açılımlar yapacak içeriktedir. (s.188)
Doğu’daki ve Batı’daki etkisi göz önüne alındığında, hiçbir Müslüman veya Doğulu bilginin İbn Sina kadar yüksek bir konuma ve onunki kadar güçlü ve sürekli bir etkiye ulaşamadığı açıkça anlaşılmaktadır. (s.194)

Ayrıca kitapta ele alınmayan, İbn Sina’nın, riyazi ve eğitici bilimler arasında saydığı musikideki ilmi seviyesi, gerek kendi zamanında gerekse daha sonraki devirlerde birçok ilim adamının ilgi odağı olmuş ve bu eserlerindeki metotla ileri sürdüğü fikirler asırlar boyu musiki nazariyatçılarına rehberlik etmiştir.
29.11.2012

Yıllar önce ilk olarak okuduğum, kişiye aksiyon ve okuma azmi kazandırdığına inandığım bir kitabı sizlere tavsiye ederek başlamak istiyorum. İnsanlık tarihinde, hep o bildik sahnelerin tekrarlanıyor. Allah'ın hidayeti ile tanışmamış, ondan yeterince nasibini almamış insanlar ne zaman gücü eline geçirse, gerçek bir zalime dönüşüyor, kendini yeryüzünde istediği en alçakça suçları işleyebilecek denli ‘özgür’ olarak görüyor; hayatı, insanı, tabiatı, bütün güzel değerleri kirletiyor, tahrip ediyor, kırıyor döküyor, gerçek bir suç makinesine dönüşüyor. Sadece kirletiyor, sadece yıkıyor, sadece imha ediyor, Hiçbir hayır üretmiyor. İşte bu kitapta da, İslam düşmanlarının, Allah'ın dinine sarılıp Kur'an'ın gösterdiği istikameti yol edinenlere reva gördükleri zulüm ve işkencelerden bir kesiti, Zeynep Gazali'nin başına gelenleri dehşetle okuyacaksınız. Sırf 'Rabbim Allah'tır' dediği, Allah'ın gösterdiği istikamette yürüdüğü, zalimlerin kirli saltanatlarına teslim olmadığı için bir müslüman kadının başına gelen dehşet verici işkenceleri, tüyleriniz diken diken olarak okuyacak; İslam için nelere katlanılabileceğini şahitlik edeceksiniz.

Adeta ‘Er kişi sadece erkeklerden olmaz’ dedirten hanımlardan biri Zeynep Gazali, ömür boyu mahkum edilmesine karşın 6 yıl ceza evinde kaldıktan sonra 1971 yılında serbest bırakıldı. Bu değerli insan, bunca zulüm ve işkenceye katlanarak inandığı davası içerisinde her zaman ön safta durdu. Zulme boyun eğmeyen şahsiyetlerin yetişmesinde büyük emek verdi. Özellikle zindanlarda yaşadığı işkence ve zulümleri anlattı, ‘Zindan Hatıraları’ adlı kitabı ile Müslüman kadının duruşunu ve şahsiyetini göstererek tarihe müstesna bir iz bıraktı, örnek ve önder kadınlardan biri oldu.
Kitapta ilginç olaylardan biri şöyle:
Zeynep Gazali hapishanede iken onun işkence ve yorgunluğunu artırmak için hücresine eroin kaçakçısı bir kadın getirirler. Bu kadın çocukları kaçırıp boğazlayarak bağırsaklarını çıkartıp içerisine eroin dolduran ve kefenleyerek cenaze nakli altında eroin kaçakçılığı yapan biridir. Kadın Zeynep Gazali'nin hücresine konulduktan bir müddet sonra müslüman olur ve tevbe eder. Namaz kılmaya ve oruç tutmaya başlar. Daha sonra Zeyneb Gazali'nin ailesiyle aralarında irtibat başlar. Kadın, Zeyneb Gazali'nin ailesine: "Zindana bir şey göndermek istediğiniz zaman bana gönderin ben onu ona ulaştırırım," der. Eroin kaçakçılarının ziyareti serbestti, ancak Zeynep Gazali'nin ziyaretçilerle görüştürülmesi ve dışardan ona bir şey gönderilmesi yasaktı.
Bu cani kadın müslüman olduktan sonra Zeynep Gazali'ye dışarıdan çok güzel yiyecekler getirmeye çalışıyor ve ona hizmet ediyordu. Cezaevi idaresi bu duruma çok şaşırmıştı. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kendi kendilerine şöyle demişlerdi: "Biz esrarcı kadını hacı Zeynep Gazali'nin yanına koyarak onu da bozduk. Her halde bu kadın tevbe etti. Yaptıklarından vazgeçti."
Daha sonra eroinci kadını cezaevinden çıkartırlar. Kadın çıkarken ağlar ve: "Ben sensiz nasıl yaşayabilirim?" diyerek feryat eder. (s.196)

‘Allah yolunda, Allah’ın dini, İslam uğrunda şehit olup dünyada sözünde sabit ve ahirette ebedi cennetlere layık şehit ruhlara! Allah yolunda olan herkese, ibret dersi olması için bütün insanlığa ithaf ediyorum’(s.7) diyerek başlayan kitap, ağırlıklı olarak kendine yapılan işkencelerin ve İslam gençliğini yeniden diriltebilmek adına yaptıkları çalışmaların anlatılmasından oluşuyor. Zulme boyun eğmeyen yeni bir neslin oluşumu için yapılabilecek çalışmalar ve o dönemin yönetiminin İslam'a olan bakışı çokça irdeleniyor. Kitabı okurken ‘Acaba bizlere böyle şeyler yapılsa ne kadar dayanabiliriz?’ demekten kendimi alamadım açıkçası. Tüm işkencelere rağmen davasının şuuruyla hiç vazgeçmemiş, en ufak bir ikileme düşmemiş, dik duruşunu sürekli yinelemiş ender şahsiyetlerden Zeynep Gazali.

Bu işkenceler, hareketle bağlantısı olan herkese uygulanmış ve o dönemki hapishanelerde kimsenin haberi olmadan birçok genç işkencelerde öldürülmüş. Kitapta tüm bunlar her ne kadar insanın yüreğini burksa da çokça anlatılmış.

Rüyada gelen müjde
Bu işkencelere artık dayanamadığı ve yorgunluktan uyuya kaldığı zamanlarda 3 kere rüyasında Peygamber Efendimizi görür. Zeynep Gazali bu rüyalarından birini şöyle anlatıyor:
"Görüş sahasını aşan uzun bir yol gördüm. Sanki nurdan yapılmıştı. Ve develer görünüyordu ortalıkta. Hevdeçleri hazırdı. Her birinde sanki nur yapılı 4 adam bulunuyordu. Alabildiğine uzanan bu sahada develerin ardında gördüm kendimi. Heybetli bir adamın ardında duruyordum. Adam, sayılamayacak kadar çok devesi olan kervanın boyunlarından uzanan ipleri tutuyordu. Kendi kendime 'Bu adam Resullulah olabilir mi?’ diye tereddüt içindeyken, kendisi bana sesleniverdi.
-Ey Zeynep! Sen, Allah'ın ve Rasûlünün yolundasın.
-Ey Efendim! Şu halde ben doğru yolda mıyım?
Sorumu bir kez daha yineledim. Sorumu yineleyince O:
-Sizler ey Zeynep, Hak üzeresiniz! Sizler ALLAH’IN kulusunuz, Onun ve Resulünün yolundasınız. Uyandığımda bu rüyayla sanki bütün dünyayı kazanmıştım. En büyük ödül: Şehadet. (s.201)

“Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) Tam teslimiyet sahibi olan, her olayda ayetler ve dualarla tekrar dirilen İslam şahsiyetlerinin hayatlarından kesitleri okuyabilmek ve bunları kendi hayatlarımızda "İslami duruş bilinciyle" uygulayabilmek ümidiyle...

Asrımızın aktif ve seçkin İslâm davetçilerinden biri olan Zeynep Gazali, meşhur sahabe kadınlarından Nesibe bintu Ka'b'ı kendine örnek alması ve onun gibi fedakâr, gayretli biri olması için kızına çoğu zaman onun adıyla hitap etti.
O HZ. NESİBE BİNTİ KA'B, İslâm’ın büyük olaylardan biri olan Uhud Savaşı’na katılmasına izin verilen hanımlardan biridir. Eşi, Abdullah b. Zeyd, iki oğlu Abdullah ve Habib. Yani bütün aile sahabi. Bu öyle bir şeref ki, İslam’ın o ilk yıllarında herkese kısmet değil. Bu kutlu aile, Uhud Savaşı’na hep birlikte katılmıştır.
29.11.2012

‘Militan bir eleştirmen’ olarak tanıtılan yazarın Türk düşmanlığı ve İslam dinini, insanları Müslüman yapmaya zorlayan bir din olarak tanıtan tarihi bir romanı. İşe biraz da cinsellik katarak kendi yaşama biçimlerini ortaya döktüğü bu romanı, sizleri zaman israfından kurtarmak adına okunası bir eser olarak tavsiye etmeyeceğim. Zaten bir İtalyan yazardan Fatih’i, Türkleri ve İslam’ı öven bir eser de beklemek elbette yanlış. Herkes tarihi kendi penceresinden anlatıyor. Fatih’in vefatı ve peşinden gelen karışıklıklar da fetihlerin devamına elbette ki ket vurmuş. Şayet Fatih’in vefat ettiği sefere çıkılsa idi belki de farklı bir tablo ortaya çıkabilirdi. Tabi ki bunları da gözden ırak tutmamak lazım. Kitabın tek olumlu yanı ‘Türkler Geliyor’ korkusunun bir yansımasını görmek açısından olabilir.
Kitapta özellikle zorla Müslüman yapılma konusu ‘ya İslam ya ölüm’ şeklinde ortaya konuyor. Halbuki böyle olmuş olsa İslam ülkelerinde hiçbir gayr-i müslümin olmaması gerekirdi. Konu özellikle farklı şekilde ortaya konmuş. Konunun aslını Kemal Arkun şöyle izah ediyor:
Gedik Ahmed Paşa, onsekiz bin yeniçeri be bin süvariyi karaya çıkardı. Süvari kuvvetleri hızla Otranto havalisine yayıldı. Umumi taarruz emri vermeden önce cihadın şartları mucibince Molla İbrahim Halil başkanlığında barış heyeti gönderdi. Barış heyetinin karşısına İtalyanlar Papaz Albertini başkanlığında bir misyoner heyetiyle çıkmışlardı. Papaz Albertini her mutaassıp Hıristiyan papazı gibi Türk heyetini saldırganlıkla, Hıristiyan ülkelerini işgal etmekle ve emperyalistlik yapmakla suçladıktan sonra şunları söyledi:
“Siz Türkler kısa zamanda çok geniş topraklar aldınız. Bizim dinimiz barış dini olmasına rağmen siz savaşı tercih ediyorsunuz!” dediğinde Molla İbrahim Halil şöyle dedi:
“-Papaz efendi eğer sizin dediğiniz dibi olsaydı milyonlarca Hıristiyan Müslüman olmazdı, çünkü bizim dinimizde kimse zorla Müslüman yapılmaz. “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256)
-Bir kısım Hıristiyanlar cizye vermemek için İslam dinini kabul ettiler.
-Protestanlar, dinlerine giren kimselere en az yarım kese gümüşten, beşbin kuruşa kadar maaş tahsis ettikleri ve uzun senelerden beri İslam memleketlerinde bu kadar yoğun Hıristiyanlık propagandası yaptıkları halde ismi bilinen ve dinini kendini bilir kaç Müslümanı Protestan yapabilmişlerdir? Hal böyle iken Hıristiyanlar senede bir defa verdikleri cizye simindeki beş on kuruşa tamah ederek İslamiyeti kabul ettiler demek kadar, ahmaklık, cahillik ve inatçılık olamaz.
Sonra burada unuttuğunuz bir husus daha var. Gayr-i Müslimlerden cizye almayı emreden İslamiyet, Müslümanların da, zekat ve öşür vermelerini emretmiştir. Müslümanların vermiş olduğu zekat ve öşür, gayr- Müslimlerin verdiği cizyeden kat be kat fazladır.
Biz ne kadar çok mütevazi ve nazik olursak, siz Hıristiyanların daha çok hücumuna uğradık. Kafirlerin tamahını üzerimize çektik. Sizler bizim tevazu ve nezaketimizi aciz ve korkaklığımıza vererek bize saldırdınız. Tarih bu sözlerimizin binlerce misali ile doludur. İslamiyette cihada hazırlanmak emri olmasaydı, Müslümanların etrafında olan siz düşmanlar, Müslümanları ve İslamiyeti yok etmek için bize saldıracaktınız.
Cihat emrinin olmamasını dininizin fazileti olarak delil getiren siz Hıristiyanlar biraz kuvvetlenince İslam memleketlerine ve diğer zayıf milletlere saldırmakta, masum kadın, çocuk ve yaşlıları katletmek için fırsat kollamaktasınız. Bu bakımdan biz Müslüman Türkler sizi çok iyi tanırız hey İtalyanlar! Sizi ve işlediğiniz vahşetleri çok iyi bilmemize rağmen dinimiz ve Peygamberimiz emrettiği için size barış elimizi uzatıyoruz, eğer teklifimizi kabul ederseniz, kimsenin burnu kanamadan çekip gideceğiz” şeklinde sözlerine çeşitli hakaretlerle karşılık verilerek Türk barış elçilerini kovdular. Bunun üzerine Türk ordusu çeşitli yönlerden taarruza başladı. Şehir ancak on dört kadar Osmanlı kuvvetlerine karşı koyabildi ve 11 Ağustos’ta teslim oldu.(Fatih Sultan Mehmet Han, s.356)
Ayrıca şu bilgiyi de belirtmekte fayda var:
Gedik Ahmed Paşa ise 1479'te Tocco hanedanına ait Ayamavra, Kefalonya ve Zanta adalarını aldı; Napoli Krallığı’nın iç işlerine karışmak imkânını buldu; ardından 132 gemi ve 18.000 kişilik bir kuvvetle Avlonya'dan hareket ederek Otranto'yu hücum ile zaptetti. Kaleyi bir üs haline getirip oradan etrafa akınlar yapmaya başladı. Bu sefer Roma'nın fethine bir başlangıç sayılıyordu. Papa Roma'yı bırakıp kaçmayı düşündü. Otranto'yu kurtarmak için İtalya devletleri arasında, Macaristan ve Fransa'da Haçlı ruhu canlandı. Gedik Ahmed Paşa taze kuvvetler toplamak için Rumeli'ye döndü. Bu kuvvetleri geçirmeye hazırlandığı sırada Fâtih Sultan Mehmed'in ölüm haberi ve arkasından yeni padişah II. Bayezid'in Cem'e karşı çarpışmak için ısrarlı davetleri geldi. Bunun üzerine Gedik Ahmed Paşa. İtalya'ya geri dönme kararı ile Bayezid'in yanına hareket etti. Fakat Otranto'da ümitsizliğe düşen Osmanlı muhafızları nihayet etraflarını saran düşmana teslim oldular. (İA, 28/403)
Kitaptan alıntılar şöyle:
Büyük kararları, insanın asla her yanıyla almadığını, yalnızca bir bölümümüzün bunları almak için hareket ettiğini ve bunun her zaman beyin olmadığını söylemek gerek. (s.100)
Nedense hep kadınların sevilmeye ihtiyaçları vardır ve küçük güvercindirler hep; bu kadınların çok başarılı bir biçimde kullanmasını bildikleri bir erkek duygusudur. (s.115)
Kadın zevkini bilmek kolay değildir, sen bir ‘şal’ dersin, onlar ‘neden bir top dantel getirmiyor’ diye düşünür. Kolaysa bil bakalım. (s.208)

Paşa’nın ağzından Kur’an’da şöyle yazdığı ifade edilir: ‘Kurak topraklarda beslenen ağaç yine de meyve verir.’(s.260) Bu ayet şu olsa gerektir:
“Toprağı verimli, güzel bir beldenin bitkisi, Rabbinin izniyle bol ve bereketli çıkar. (Toprağı) verimsiz olan yerin ise faydasız bitkiden başkası çıkmaz. İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz.”(Araf, 58). Tabi ki ayet tercüme edilirken bazı anlamlar kayboluyor ve kelimeler farklı şekilde ortaya çıkıyor.
29.11.2012

İslam tarihi boyunca İslam’ın aleyhinde yapılan ne kadar faaliyet varsa, hepsinin arkasında ya bizzat Yahudi yer almış veya en azından o işte bir katkısı olmuştur. (Fizilal, 3/14) Nitekim Tevrat’ta kendilerinden “kalın enseli millet” diye söz ediliyor. (Fizilal, 3/16) Kurda sormuşlar niye ensen kalın diye? Demiş ki: Kendi işimi kendim yaparım da ondan demiş.
İnsanlığı ve dünya tarihini çokça meşgul etmiş, Peygamberlerini ve toplum içinde adaletli olan kimseleri öldürmüş olmaları nedeniyle Yahudi karakter ve özelliklerinin tanıtımı konusunda hazırlanmış bir kitapla buluşmak isterseniz tam yerine geldiniz. Akademik olmayan, ancak okunduğunda genel bilgileri edinebileceğiniz bu kitabı E. Gönenç Hocamız tatlı tercümesiyle bizlere sunmuş. Alıntılar şöyle:
Dünya tarihinin görebildiğimiz kısmı, İsrailoğulları’nın izleri ile dolu. Dünyayı bugün de görünmeyen elleriyle yönetenler yahudilerdir.(s.11)
İnsanlar üzerindeki en üstün ve en etkin güç fikir gücüdür. Yeryüzündeki maddi güçlere sahip olmaya muktedir olanlar, insanların akıllarına istedikleri düşünceleri yerleştirebilen ve istedikleri kültürü onlara benimsetebilenlerdir.(s.15)
Yahudilerin kendilerinden olmayan milletlere karşı tavırları, hileleri, şiddetli zorluklara maruz kalmalarına, insanlar arasında aşağılanmalarına neden olmuştur. Kendilerini diğer milletlere mazlum olarak göstermişler ve merhamet etmelerini istemişlerdir. Bir yandan mazlum görüntüsü vermeye çalışırken, bir yandan da güçsüz toplumları tuzağa düşürme fırsatını elde etmeyi amaçlamışlardır. Yahudiler, diğer milletleri aldatma hususunda kendi güçlerini kullanmadan önce, sahip oldukları dehayı kullanarak sığındıkları toplumun güçlerini kullanırlar.(s.24)
Yahudilerin işledikleri suçlara karşı gelmeleri ve çirkin arzularını tasvip etmeleri nedeniyle, Hakk’a çağıran davetçileri öldürmeye cüretleri hayret vericidir. Allah işledikleri bu büyük günahı yahudilerin aleyhine tescil etmiştir. (Maide, 70, Al-i İmran 21.)
İsrailoğulları’nın Hazkiyal, Eş’iya, Ermiya, Yahya ve Zekeriya peygamberleri öldürdüklerini tarih tesbit etmiştir.
1-Hazkiyal adındaki peygamberi Yahudi kadılarından biri, yaptığı kötülüklere karşı çıktığı için öldürmüştür.
2-Eş’iya b. Emus’u, Yahudi krallarından biri, kötülük yapmamaları ve büyük günahları işlememeleri yolunda nasihat ettiği için MÖ. 700 yılında bir ağaca bağlatmış ve öldürtmüştür.
3-Ermiya adındaki peygamberi yahudiler taşlayarak öldürmüşlerdir. Çünkü Ermiya, Allah’a asi olmaları ve kötü amelleri nedeniyle onları çokça yeriyordu. Bu peygamberi M.Ö. 7. yy’ın ortalarına doğru öldürmüşlerdir.
4-Hz. Yahya (as)’yı Rum imparatoru tarafından Yahudilerin başına tayin edilen ve İbranî olan Heridos öldürtmüştür. Heridos zalim ve kötü biriydi, kardeşinin Herudiya adında güzel bir kızı vardı. Bu kızın amcası olan Heridos, onunla evlenmek istiyordu. Kız ve annesi de bu evliliği arzuluyorlardı. Hz. Yahya (as) bu evliliği duyunca karşı geldi ve kardeş kızıyla evlenmenin haram olduğunu belirtti. Bunun üzerine kızın annesi Hz. Yahya (as)ya kin gütmeye başladı. Hz. Yahya (as)’yı öldürtmek için b,r tuzak hazırladı. Kızını en güzel bir şekilde süsledi ve amcasının odasına attı. Kız Heridos’un önünde dans ederek gönlünü kazandı. Bunun üzerine Heridos, “Dile benden ne dilersen” dedi. Herudiya annesinin isteği doğrultusunda, Hz. Yahya(as)’nın kafasının bir tasın içinde getirilmesini istedi. Kral, evlenmek istediği yeğeninin isteğini yerine getirdi ve Hz. Yahya (as)’yı öldürdüler ve bir kap içine koydukları kafasını oraya getirdiler. Mübarek kanı henüz durmamıştı.
5-Hz. Zekeriya (as)’yı da Heridos öldürtmüştür. Çünkü Hz. Zekeriya (as) oğlu olan Hz. Yahya (as)’yı desteklemiş ve haram olan evliliğin yapılmasına karşı çıkmıştır.(s.38)
Peygamberler mucizelerin asıl sahipleri değildirler. Mucizelerin tek sahibi Allah’tır. Peygamberlerin her birine has mucizeler vererek onları desteklemesi Allah’ın kanunudur. Bütün peygamberlere aynı mucizeyi vermemesi ise, mucizenin devamlı tekrar eden doğal bir olay olduğu kanısını insanlara vermemek içindir.(s.63)
Dua, imanın tercümanıdır.(s.161)
Yahudiler, perde arkasına gizlenip toplumlar arasında istikrarsızlıklar çıkararak, kendilerini yeryüzünün efendisi haline getirecek sistemleri, yıktıkları toplumların enkazı üzerine kurmak istemektedir. (s.226)
Bazı araştırmacılar, dünya savaşlarını, mason teşkilatı aracılığıyla yahudilerin çıkarttıklarını gördüklerinde dehşete kapılmışlardır.(s.232)
Cahil kimseler, yahudilerin sorununun sadece Araplarla olduğunu sanırlar. Halbuki gerçek sorunları, kendileriyle Yahudi olmayanlar arasındadır. Yahudiler karşıtlarını aşamalı olarak yok etmeyi hederler. Gerçekleştirilecek aşamalar uzun veya kısa dönemlidir. Emellerinin gerçekleşmesinin en büyük garantisi ise, yeryüzündeki bütün güçlerin içine sızmalarıdır.(s.310)
Yahudi Mourberger 1962 yılında yayınladığı “Günümüz Arap Alemi” adlı kitabında şöyle der: “Tahsil görmüş Müslüman kadınlar, toplumu dinden uzaklaştırmaya en ehliyetli olan ve toplumun tamamını dinden koparmaya en muktedir kişilerdir.”(s.334)
Yahudileri beyinlerini ve gönüllerini dolduran inanç gereği, liderlerini planlarını uygulamaktan bıkmazlar. Zaman ne kadar uzasa ve çalışmaların meyvesi ne kadar gecikse dahi, bıkmadan çalışmalarını sürdürürler. Yahudiler asla koyun sürüleriyle kaynaşamayan kurtlar gibidir. Kurtlar uzun zaman koyunlarla birlikte yaşasalar da, kurtluk özelliğini kaybederek koyunlarla dost olmaları mümkün değildir. Bunun için her fırsatta Yahudilik adına çalışırlar.(s.364)
İnsanlar, yahudiler hakkındaki bu gerçekleri artık idrak edecekler mi? Müslüman milletler Yahudi emellerinin ve planlarının farkına varıp, akıllarını başlarına toplayacaklar mı? İslam’ın hükümlerine dönüp, güçlerini kıran, birliklerin bozan, şereflerini hiçe sayan, sahip oldukları nimetleri sömürmek, kaynaklarını paylaşmak ve yırtıcı kuşların leşlere saldırdığı gibi üzerlerine saldırmak isteyen şeytanların tuzaklarından kendilerini koruyacaklar mı?(s.384)
29.11.2012

Bir toplumun kalkınıp gelişmesinde en önemli faktörlerden birisi olan eğitimin hedefinin sadece belli konularda insanlara bilgi yüklemek değil, aynı zamanda yüce ideallere sahip insanlar yetiştirebilmek olsa da bu hedefe asla ulaşılamamıştır. Sadece dünyayı düşünen ve ölümden uzak, tükettikçe var olacağına inandırılmış insanlar topluluğu olmaktan ileri gidememişiz. Öteki dünyayı da insanlara öğretecek/hatırlatacak bir eğitimin varlığını işleyen bir kitapla karşı karşıyayız. Görünmeyen bu üniversiteleri bize anlatıyor. Ersin Nazif Hocamıza teşekkür ediyoruz. Kitaptan alıntılar şöyle:
Sevme sevilme tasavvuf kültürüyle yoğrulmanın odak noktasını oluşturur. Gönül zenginliğinin büyütülmesinde, Peygamber sevgisinin bütün sevgileri aşması, yeri doldurulması mümkün olmayan bir önem taşır. İslam’ın çok boyutlu değerlerinin hayatı bütün yönleriyle kuşatmasında sevmesini ve paylaşmasını bilme vazgeçilmez bir yer tutar. Seven sevilir, sevilmek isteyen sever. (s.11)
İnsanların olgunlaşması, iç zenginliklerini tadına varması ve ölümsüz hayatı kazanmaları için bütün kaynaklarını seferber eden ve binlerce, onbinlerce yardımcısıyla birlikte eğitim veren büyük gönül zenginleri vardır. Büyük gönül zenginleri adeta görünmeyen bir üniversite gibidirler.
Görünmeyen üniversiteler bilinen eğitim kurumlarından oldukça farklıdırlar. Gösterişli binaları, en yeni alet ve cihazlarla donatılmış laboratuarları yoktur. Bütün kaynaklarını ve güçlerini insanın emeğini ve tabiatı üretime dönüştürme yolunda kullanmazlar. Onların öğretim malzemesi, değişik yönleriyle bütün bir tarih, ilgi ve faaliyet alanları da, görünen ve görünmeyen, biri diğerinin tarlası olan sınırlı ve sınırsız dünyaları anlama ve kazanmadır.
Öğretimin özünü, başta Peygamberimiz ve sahabileri olmak üzere bütün velileri sevme ve bağlanma oluşturur. Ve Peygamberimizin izleyicileri olan o büyük insanların her biri başlıbaşına birer ‘görünmeyen üniversite’dirler. Bu kurumlar çağdaş dünyada eşi ve benzeri bulunmayan öğretim ocaklarıdır.
Görünmeyen üniversitelerin bütün insanlığa yönelik kurtuluş çağrıları, değişik biçimlerde, her zaman ve mekanda durmadan tekrarlanır durur. Peygamberlerin mirasçısı olan ilim ve tasavvuf yolunun büyükleri, bu görünmeyen üniversiteler, yeryüzünün bütün köşelerine dağılmışlardır. Sayılarını ancak Allah bilir.(s.19)
Günlük hayat içinde, dış çizgileriyle bizler gibi yaşayan, karşılaştığımız sorunlarla karışlaşan, ancak tutum ve davranışlarıyla büyük ruh ve gönül zenginliği sergileyen Mehmet Zahid Kotku, yorulma bilmez çalışmalarıyla bir ‘Görünmeyen Üniversite’ idi.
Evine gelenler arasında hiçbir fark gözetmeden, herkesi dinler, sorularını cevaplandırmaya, sorunların çözmeyen çalışırmış. Kendisine gelenlere bir seçim yapmaların önerir, “Bir kapı, her kapı; her kapı hiç kapı” dermiş. Gerçekten seçmesini bilmeyenler, her zaman seçilmişlerin değerini kavramada ve yerlerini belirlemede güçlük çekerler. (s.22)
Günümüzde tüketim ekonomisinin ürettiği yapay ihtiyaçları giderme yarışı içinde, verdiğimiz sözleri tutmak bazen öylesine güçleşiyor ki, sanki söz veren bizler değilmişiz gibi oluyor. Oysa kişi, hayat içinde canlılığını ve eşya yağmuruna karşı direncini korumak istiyorsa, ilk yapması gereken eylem, verdiği sözü unutmamak olmalı. Verilen sözü yerine getirmek için yorulmak bilmez bir gayrete girmedikçe, çağa ve zamana karşı güçlü olunamaz. Çünkü “İslam’ın ölçü ve değerleri içinde tutkuları kar gibi erimeyenin elinde İslam kar gibi erir.”(s.30)
Hocaefendi, “Bilmek bir meziyet ise, yapabilmek daha büyük bir meziyet ve devlettir” derdi.(s.31)
Ölümü güzelleştirmeden hayatı güzelleştiremeyiz. Ölümle akan hayat anlam kazanır. Bu dünyadaki hayatımızı anlamlı ve verimli kıldığımız ölçüde, öteki dünyadaki sonsuz hayata hak kazanırız. Yani sonsuz hayattaki yerimiz, ölümle son bulacak sınırlı hayattaki başarımıza bağlıdır.(s.34)
İnsan hayatının dönüm noktalarında biri, aile kurmadır. Bir toplumun sağlıklı ve dengeli olması, o toplumu oluşturan ailelerin yapısı ve aile üyeleri arasındaki uyum ile çok yakından ilgilidir. En küçük, ancak en önemli sosyal birim olarak aile, toplumun olduğu kadar, ekonominin, sosyal yapının ve kültürel dokunun da temel taşıdır. Bu gerçeği vurgulamak için rahmetli Fethi Gemuhluoğlu “İşini değil eşini bulan kazanır” derdi.(s.45)
İnsanlara, hatta tüm canlılara hizmet götürmek, kardeşlerimizle olan bağlarımızı güçlendirmek, başlıbaşına bir eğitim ve öğretim işidir. Tasavvuf, bu eğitimi ve öğretimi kazanmanın yoludur. Tasavvufun olgunlaştırıcı yöntemi içinde hedef: Esat Coşan Hoca’nın kısa ve özlü bir biçimde belirttiği gibi, “İnsanın Allah’ı sevmesi ve Allah’ın da insanı sevmesidir.” (s.67)
Çağımızın en önemli sorunu: inançları ve düşünceleri uğruna yorulma bilmez bir çalışmaya girecek insanların sayısını hızla çoğaltmaktır. Çünkü dünyada silah teknolojisi ne kadar gelişirse gelişsin, inanmış bir insandan daha güçlü bir silah yoktur. Ayrıca silahlar ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, etkilerini ve güçlerini insanların elinde gösterirler. Gerçek öldürücüler, silahlar değil, onları kullanan insanlardır. (s.90)
‘Bir lokma bir hırka’ anlayışı hep eleştirilir. Bu anlayışın bizim insanımızı atalete yönelttiği iddia edilir. Oysa burada önemli olan basit ve yalın yaşamaktır. Tasavvuf yalın yaşama, sevgiyle silahlanma ustalığıdır. Tüketirken bir hırka bir lokma, üretirken de bin lokma bin hırka üretmektir. İhtiyacı olana verme kültürüdür. Veren el kültürüdür. "Yalın yaşıyoruz öyleyse varım" demeliyiz. Bunun kaynağı da tasavvuftur.
Nasıl bahçesiz gül, gülsüz bahçe olmazsa, düşüncesiz eylem, eylemsiz düşüncede olmaz. Bu yüzden, iki dünyayı bir bütünün iki ayrı yüzü olarak gören Anadolu'da, "güneş biziz hayat bizdedir.", "bahçe biziz gül bizdedir", "arı biziz bal bizdedir" ve "düşünce biziz eylem bizdedir" denilir. Hayatın yaşanır kılınmasında, düşünce eylemden, eylem ayrılmaz. Çünkü düşünceyi eylem, eylemi düşünce ayakta tutar. Düşünce eylemin, eylem düşüncenin habercisidir.