Toplam yorum: 3.075.924
Bu ayki yorum: 2.800

E-Dergi

muftuihsan Tarafından Yapılan Yorumlar

29.11.2012

Kitap, son zamanlarda gündeme getirilen ateizm yani inançsızlık konusunu ele almaktadır. Ateizmi iyi anlamak ve bu düşüncede olan kişilere tatmin edici cevaplar verebilmek için, bu akımın argümanlarını iyi bilmenin gerekli olduğunu tabii ki ortadadır. Hele hele insanlara inançlı olmanın lüzumunu telkin eden bir müslüman için konu, daha da önem arz etmektedir. Kitaptan şu sonuçları çıkarmak mümkün:
1.İnanç problemi, insanlık tarihi kadar eski ve tartışmalı problemlerden birisidir.
2.Aykırı varsayım, teori ve ideolojiler genellikle Hıristiyanlığa bir tepki olarak Hıristiyanlığın bağrından ortaya çıkmışlardır. Bu hareketler aslında Batı kültürünün kendi iç hesaplaşmasıdır.
3.Kendilerini ilmî, felsefî ve özgür düşünceli diye tanımlayan ideolojiler insanlık tarihinin en dogma, en katı, en dayatmacı ve en yasakçı ekolleri haline gelmişlerdir. Bireylerin yaşamlarına, düşüncelerine, inançlarına, kısacası özgürlüklerine dahi ipotek koymuşlardır. Dolayısıyla dinle ilgili eleştirilerinde karşı tarafa/teistlere cevap verme ya da yanlış anlamayı düzeltme şansı vermemişlerdir.
4.Ateistler bütün çabalarına rağmen Tanrı’nın varlığı aleyhinde güçlü kanıtlar ortaya koyamamışlardır. Buna karşın Tanrı’nın varlığı konusunda pek çok kanıt ileri sürülmüştür. Kısaca ateizm, karakteristik(ayırt edici) öğretisi olmayan bir ‘izm’dir; fizikçi, kimyacı, biyolog, tarihçi gibi başkalarının ve dünyanın diğer araştırmacılarının düşünce ve keşiflerinden beslenir.
5.Çağımızda dini eleştiren Comte, Feuerbach, Marx, Freud, Nietzhe ve Sartre gibi ateist düşünürlerin fikirleri yanında, yaşamları dahi bir bütünlük arzetmeyip karmaşık bir yapıya sahiptir. Nitekim inişli çıkışlı bir yaşam grafiği izlemişlerdir. Mesela Freud’un kokain bağımlısı olmasının yanında, duygusal ve bunalımlı bir kişiliğe sahip olması fikirlerinin doğruluğu hakkında da çevresindekileri ciddi tereddütlere sevketmiştir.
6.Bir insanın Tanrı’nın varlığını reddetmesi esasen o kişinin kendi iradesine ve aklî muhakemesine bağlı olan bir şeydir. Ancak bir insanın mutlak surette inançsız olması veya hiçbir surette aklına Tanrı’nın varlığını getirmemesi mümkün değildir. Dolayısıyla mutlak bir ateizmden sözetmek imkansızdır.
Kitaptan önemli alıntılar şöyle:
Tanrı’nın varlığına inanma ya da inanmama konusu insanlık tarihi kadar en eski ve en tartışmalı problemlerden biridir. Hemen hemen herkes bir şekilde bu konuyla ilgilenmiş ve kendince bir kanaate ulaşmıştır. Günümüzde de bu konu bütün çekiciliği ve hareketliliği ile karşımızda durmaktadır. (xı)
İnsanların inançsızlığa doğru sürüklenmesinde Hıristiyanlığın kendine özgü yorumlarının ve kilise öğretilerinin de büyük rolü olmuştur. Nitekim İslâmiyet'in Hıristiyanlıkla ilgili karşı çıktığı pek çok unsurun içerisinde bunlar bulunmaktadır. Ateistler açısından eleştiri konusu olan ve belki de dinden kopma sebebi olan bu inançların büyük bir kısmı müslümanlar tarafından da reddedilmiştir. (s.6)
Pratik olarak bir insanın inançsız olması ya da dinsiz yaşamaya çalışması oldukça zordur. Ancak yüzyılımızda ateizm bir inanç problemi olmaktan çıkarılmış, yıkıcı ve ahlâk dışı ideolojilerin aleti haline getirilmiştir. Yani bir anlamda insanlar kendilerini ya da bir başkasını, içi boş birtakım ilkeler uğruna dinsiz yaşamaya ya da moral değerleri terketmeye zorlamıştır.(s.11)
Hıristiyan dünyasında ateizmin kolayca yerleşmesinin temelinde kilisenin katı tutumu yanında, insanlara sunduğu Tanrı imajının Baba ve Oğul gibi insan figürleriyle açıklanması yatmaktadır. Bu yüzden onlara mantıken cevap veremeyecekleri sorular sorulmuş, birtakım psikolojik tahlillerle inançlarının alt yapıları kolayca ortaya çıkarılmıştır.(s.70)
Ateizmin insanlara bir vizyon sunması ve varlık alemiyle ilgili tatmin edici açıklamalar getirmesi bugüne kadar mümkün olmamıştır. Sadece niçin var olduğumuzla alakalı olarak değil ayrıca nasıl var olduğumuz ve nereye gideceğimizle ilgili olarak da ateizmin sunacağı bir şey bulunmamaktadır. Doğrusu ateizmden böyle bir izah beklemenin de anlamı yoktur. Çünkü kendisi reaksiyoner bir tavırdır. Sistemli ve ahenkli bir dünya görüşü ortaya koymak yerine dine ve Tanrı inancına karşı eleştirel bir tutum takınmakla yetinmiştir. Ortaya yeni bir şey koyamadığı gibi insanların ufkunu açacak, onlara ümit verecek ve geleceği aydınlatacak bir sistem de sunmamıştır.(s.180)
İnsanı Tanrı’ya götüren yolların sayısı oldukça fazladır. İnançsızlığa götüren yolların sayısı ise makul, mantıklı ve vicdanlı olunduğu takdirde yok denecek kadar azdır. Olanların temelinde ise bizatihi ateizmin kendi gücü değil, din adına sergilenen bilgisizlik, tutarsızlık, ikiyüzlülük yatmaktadır.(s.184)
Ateistler bütün uğraşılarına rağmen Tanrı’nın varlığı aleyhinde güçlü kanıtlar ortaya koyamamışlardır. Buna karşın Tanrı’nın varlığı konusunda pek çok kanıt ileri sürülmüştür. Bu kanıtlar da ateistler ‘Tanrı yoktur’ şeklindeki iddialarını tek tek çürütmektedir. Aslında kimileri için bu kanıtların dile getirilmesine dahi gerek yoktur. Çünkü Tanrı’nın varlığı insan için kanıtlanmaya gereksinim duymayacak kadar açık ve seçik bir konudur.(s.186)
Ateizm, ideolojik bir düşünce haline getirilince felsefi özelliğini kaybetmiş ve politik bir malzeme haline dönüşmüştür. Dünyaya ideolojik bir gözle bakan anlayışlar insanlık tarihi başta olmak üzere toplum hayatını ve dini inancı elbette ki kendi ön kabullerine göre yorumlamışlardır. DİNE VE TANRI İNANCINA YAKLAŞIRKEN GÖRDÜKLERİNİ DEĞİL DE GÖRMEK İSTEDİKLERİNE ÖNEM VERMİŞLERDİR. Zihinlerindeki ilkeleri ve ön kabulleri doğrulamak ve kanıtlamak için her türlü yolu ve propaganda aracını denemişlerdir. Ancak bu tür tavırların kalıcı olmadığını görmek mümkündür.(s.188)
Kitap, Ateizm ve İslam gerçeği başlığı altında İslamiyet'in ateizme bakışı, ateizmin İslam'a bakışı ele alınmakta, son olarak da ateizm karşısında İslam konusu değerlendirerek son bulmaktadır. Bu değerli çalışmasından dolayı Aydın Topaloğlu Bey’e teşekkür ediyor, kitabı tavsiye ederek hayırlı okumalar diliyorum.
29.11.2012

*Hz. Ömer tarihin kaydettiği en ünlü idarecilerden biridir. Ali Fuat Başgil’in ifadesiyle Hz. Ömer, ‘dahi bir devlet adamı’dır ve ‘Devletin temeli adalettir’ prensibinden ayrılmamıştır. (s.182)
*Aşere-i mübeşşereden olan Hz. Ömer aynı zamanda vahiy katiplerindendir. Daha önce Hz. Ebu Bekir’i bir kitap olarak bize sunan Hocamız’a bu çalışmasından dolayı teşekkür ediyorum. Kitap üç ana bölümden oluşuyor: Hilafete kadar Hz. Ömer, Hz. Ömer’in Hilafet Dönemi ve Hz. Ömer’in kişiliği. Kitaptan akılda kalanlar şöyle:
*Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in ailesiyle akrabalık kurmak maksadıyla 638 (H.17) yılında Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan dünyaya gelen kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi. (s.15)
*Hz. Ömer’in en meşhur lakabı olan, ‘Hak ile batılı birbirinden ayıran’ anlamındaki ‘Farûk’u kendisine Allah’ın, Cebrail’in, Hz. Peygamber’in, Müslümanların veya ehl-i kitabın vermiş olduğuna dair rivayetler vardır. İslam tarihinde bu lakapla anılan tek sahabi Hz. Ömer’dir. (s.18)
*Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir döneminde, Kur’an sahifelerinin mushaf haline getirilmesine dair kararın verilmesinde etkin rol oynamıştır. (s.87)
*Yirmiye yakın meselede vahyin Hz. Ömer’in görüşlerine uygun biçimde geldiğini belirtmek üzere kullanılan ‘Muvafakâtü Ömer’ tabiri teşriin ruhunu kavrama hususundaki özelliğini vurgulama amacı taşır.
*Fıkhın gelişme çağı olan sahabe devrinde en çok fetva vermekle meşhur olan yedi sahabinin başında bulunduğu, Hz. Ebu Bekir’in hilafet makamına gelince yargı işlerini yürütmekle onu görevlendirdiği (s.88) dikkate alındığında Hz. Ömer’in fıkıh tarihindeki yeri daha iyi anlaşılır. (İslam Ans. 34/45-51)
*11. hicri yılda Hz. Ebu Bekir tarafından hac emiri tayin edildi. 12. yılda umreye giden Hz. Ebu Bekir Hz. Ömer’i yerine vekil tayin etti. (s.88)
*Kudüs fethedilince Hz. Ömer, Mescid-i Aksa’nın bir çöplük haline getirilmiş olan yerini tespit ettirerek burada 3.000 kişinin namaz kılacağı büyük bir mescid yaptırmıştır. (s.146)
*635 (H.14) yılında Mescid-i Nebevî’de ilk defa cemaatle teravih namazı kılınmasını emretmiş, kadın ve erkeklere iki ayrı imam tayin etmiştir. (s.150)
*Hz. Ömer Iraklılar için, Karnü’l- Menazil’in hizasında bulunan ve kendilerin için daha uygun olan Zat-ü Irk’ı mîkat mahalli olarak belirlemiştir. (s.152)
* Hz. Ömer döneminde Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretinin başlangıç kabul edilmesi teklifiyle Hicri takvim olarak oybirliği ile kabul edilmiş, bu uygulama 638 (H.17) yılında gerçekleşmiştir. (s.153)
*İslam tarihinde ‘emîrü’l-mü’minin’ tabiri ilk defa Hz. Ömer için kullanılmıştır. (s.158)
*Kütüb-i Sitte’de rivayet ettiği 539 hadis bulunmaktadır, bunların çoğu fıkha dairdir.
*İslam tarihinde ilk hapishane Hz. Ömer zamanında kurulmuştur.
*Hz. Ömer tarihin kaydettiği en ünlü idarecilerden biridir. O, yönetimin bütün yönlerinde, sözgelişi görevli tayininde, görevlilerin denetiminde, hüküm verirken ve devlet malını kullanırken daima adil davranmaya çalışmıştır. Bütün bu konulardaki davranışlarında Kur’an ve sünnetin önemli etkisi vardır. Bunun yanında, dinî hassasiyetinin ve hesap verme korkusunun etkisi de büyüktür. Yüzüğünün kaşında ‘Kefâ bi’l-mevti vâizan yâ Ömer (Öğüt verici olarak ölüm yeter ya Ömer) yazılıydı. (s.159)
*Hz. Ömer’in idari konulardaki davranışlarında, Hz. Peygamber’in yönetimi tarzına aşina olmasının rolünü özellikle vurgulamak gerekir. Hz. Ebu Bekir ile birlikte Hz. Ömer, ‘Peygamber’in veziri’ diye anılırlar. Vezir, yöneticiye en yakın olan kişidir ve yanında görev yaptığı şahsiyetten etkilenir. Hz. Ebu Bekir vahiy döneminin tamamında, Hz. Ömer de 18 yıl gibi uzun bir süre Hz. Ömer’le birlikte olmuştur. Her ikisi de Hz. Peygamber’in yönetimine iyice muttali olduğu gibi, ona yardımcı da olmuşlardır. Dolayısıyla Hz. Ömer, idari tecrübesini büyük ölçüde bu birlikteliğe borçludur. Hz. Peygamber’in, “Sema ehlinden vezirim Cebrail ve Mikail, dünya ehlinden vezirim ise Ebu Bekir ve Ömer’dir” buyurduğu rivayet edilmiştir. Bunun yanı sıra Hz. Ebu Bekir’in dönemindeki tecrübesini de göz ardı etmemek gerekir. Zira iki yılı aşkın bir süre Hz. Ömer, ilk halifenin en yakınında olan kişiydi.
*Hz. Ömer bir şehre vali tayin ettiğinde malını yazardı. Bir valinin hastaları ziyaret etmediğini, güçsüz ve yoksulları kabul etmediğini öğrenirse derhal görevden alırdı. (s.162)
*Siyasî veya idarî etki altında kalan bir adalet teşkilatının hakka ve adalete bağlı kalamayacağını bütün açıklığıyla gören Hz. Ömer, adlî yetki ile idarî yetkiyi birbirinden ayırarak adliyeyi müstakil bir devlet organı haline getirmiş ve müstakil hakimler tayin etmiştir. (s.182)
Özlü Sözlerinden seçmelerle bitirelim:
İnsanların en ağırbaşlı olanı, kendisine kötülük edeni affedendir. İnsanların en akıllısı en affedici olanıdır.
Borcunu azalt, hür yaşa.
Her insanı seviyesine göre değerlendiriniz.
Edep, en iyi mirastır.
Tamah, öfke ve gönlün isteklerine uymaktan kendini koruyan kurtulur.
En sevdiğim insan, bana ayıp ve kusurlarımı söyleyendir.
Kötülükle galip gelen mağluptur; günahla zafer elde eden muzaffer değildir.
Bana dünyadan üç şey sevdirildi: Aç olanı doyurma, susuzu kandırma, çıplağı giydirme.
Güzel ahlak en iyi arkadaştır.
Yöneticinin en bedbahtı, halkın kendisiyle bedbaht olduğudur.
Her insanı yaptığı işe göre değerlendiriniz.
İnsan için yapılacak çok iş vardır. Sen içinden çıkabileceğin işe bak.
Kardeşinde gördüğün bir kusurun, kendinde bulunduğunun farkına varamama, kişiye ayıp olarak yeter.
Müslüman bir kişinin ağzından çıkan bir sözü hayra yorma imkanı varken şerre yorma.
Sevmen aşırı, sevmemen yıpratıcı olmasın.
Esirgenemeyen esirgenmez.
Kişilik, temiz giyimden belli olur.
Açgözlülük yoksulluktur. İnsanların elinde bulunana göz dikmeme, zenginliktir.
Tartılmadan önce, kendinizi tartınız.
Akıllı kişi, hayrı şerden ayıran değil, iki şerrin hayırlısını ayırt edebilendir. (s.203)
Şarkı, yolculuğun azığı cümlesindendir.
Şiir okuyunuz. Çünkü şiir, güzel ahlakın yolunu gösterir.
Şiirin iffetlisini, sözün güzelini ensab bilgisini aktarınız. (s.201)
29.11.2012

Politikacı vaiz, aktüaliteci vaiz, gazeteci vaiz, cahil vaiz, kışkırtıcı vaiz… liste uzar gider. Bir de güzel vaiz vardır: Kur’an’ı anlatır, hadisleri anlatır. Sünneti anlatır. Sahabeden itibaren selefi anlatır. Aklimizi erdirir. Yolumuzu gösterir, dualarımızı alır. Kendisine rahmetler dileriz.(x) İki bölümden oluşan kitabın, ilkinde va’z ve kıssa, va’zın önemi, tarihçesi, asırlara göre va’z kitapları, tetkik edilen dokuz eserin hadis açısından değerlendirmesi; ikincisinde ise, va’z-hadis ilişkisi, zayıf hadisle amel meselesi, Va’z edebiyatında bulunan(incelenen 9 kitaptaki) problemli hadisler ve tahrici ve sonuç başlıklarından oluşuyor. Şunu belirtmek isterim: Araştırma sonucunda kitaplardaki hadislerin değer sonuçları ortaya konulmuştur. Ancak kitaplarda yazan konular ile hadislerin uygulamada yapılması aynı şey değildir. Bu bir başka araştırma konusudur. Bir araştırma eseri olan bu kitabın özellikle kürsü erbabı için faydalı olacağını ifade ediyor, Mahmut Yeşil'e teşekkür ederek sizleri kitaptan alıntılar ile baş başa bırakıyorum:

Va’z, bir kimseye kalbini yumuşatacak, sevap ve günahla ilgili sözler söylemektir. Kasas da öncekilerin yaşadığı ibret verici olayları anlatmaktır. (s.3) Mev’ızanın amacı, ‘ilim ve amelle nefisleri kemale teşvik etmek, insanları, dini ve dünyevi mutluluğa ulaştırmaktır. Şüphesiz en beliğ mev’ıza Allah’ın kelamıdır. Ona batıl karışmaz. Sonra Peygamber’in va’zı gelir. (s.14)
Aslında kıssa anlatmanın dini ve güzel bir yönü vardır. Bundan dolayı Kur’an, bizlere geçmiş ümmetlerin haberlerin anlatmaktadır. Kur’an’da geçmiş peygamberler ve milletlere ait kıssaların anlatılmasından maksat sadece onların tarihlerini nakletmek değildir. Aksine, muhtelif milletlerin tarihlerindeki birtakım özellikleri belirtmek diğer peygamberlerin hayatlarında ve Hz. Muhammed(sa)’in hayatında karşılaştığı olaylara benzeyen hadiseleri açıklamak, hak ve hakikatin her zaman üstün geldiğini göstermek, insanları teselli etmektir. (s.16) Kıssa, ibret olsun diye, verilen öğüt pekişsin diye anlatılmalıdır. (s.53)
Peygamberler hakkındaki kıssalar, Kur’an’ın dörtte üçünden fazla bir yer tutmaktadır. Bu kıssalar, çok çeşitli amaçlar gözetilerek verilmişlerdir. Bunlar arasında şu üç hedef gerçekten manidardır:
a.Hakikat uğrunda mücadele veren müminlerin Allah tarafından her zaman desteklene geldikleri (Müminin yetiştirilişi)
b.Peygamberlerin kendi hakları tarafından gördükleri sert muhalefet, (Topluma karşı verilen savaş)
c.Zorbaları sonunda tuz buz eden ilahi gazap. (Bu savaşın zaferle biten sonuçları.) (Irklar ve İnsanlar, Abdülaziz Abdülkadir Kamil, Timaş, s.55)
Kıssacı ismi kınanacak bir isim değildir. Allah Kur’an’da: “Biz sana, kıssaların en güzelini anlatıyoruz” (Yusuf, 12/3) buyurmuştur. Ancak kıssacılar genelde yeterli bilgi sahibi olmayan kimselerdir. Nitekim Ahmed b. Hanbel: ‘İnsanların doğru kıssacıya ne kadar ihtiyacı vardır’ (s.22) demiştir.
Kıssanın, va’z için önemli bir malzeme olduğu söylenebilir. Vaiz, Kur’an ve Sünnetten sonra, ibretli kıssalara da va’zında yer vermelidir. Ayrıca bu, dinleyenlerin ilgisini artırması açısından mühimdir. Bu konuda ölçü muhafaza edilmeli, kıssanın doru ve mübalağasız olmasına dikkat edilmeli, konuşmanın tamamını da hikayeye boğmamalıdır. (s.23)
Cemiyet, fertlerine Allah’ı ve O’nun yolunu hatırlatacak insanlara muhtaçtır. Çünkü gaflet, şehvet ve şeytan, İslam’ın toplumda hakim kılmak istediği sırat-ı müstakimde yürümeye mani olan engellerdir. İnsan tabiatı, helake sürükleyen şehevi arzulara ve kendisini sıkıntıya sokacak olan tembelliğe meyillidir. Ayrıca Allah’ın, insana düşman olarak bıraktığı şeytan, onu daima kötülüklere teşvik eder ve Allah ile irtibatı kesmeye çalışır. Bunun için insanoğlunun, hatalarını kendisine söyleyecek, onu kötülüklerden sakındırıp iyiliklere sevkedecek bir vaize ihtiyacı vardır. (s.26)
Kıssa önemli işler gören bir silahtır. Vaiz, bu silahı iyi kullandığı zaman pek çok hayırlı işleri bununla gerçekleştirebilir. Çünkü insan kendisine ibret olacak kıssaları dinlemekten hoşlanır ve onlardan etkilenir. Bundan dolayı Kur’an’da ve sünnette kıssalara yer verilmiştir. (s.28)
Hadis tahricinde gözetilen amaç, rivayet edilen haberin Allah Rasulü(sa)’ne nispetinin doğruluğunu tespittir. Eğer hadis, sağlam bir senetle Rasulullah’a ulaşıyorsa, amaç gerçekleşmiş olmaktadır. Hadisin muhtevası ile ilgili metin tenkidi gerekiyorsa söz konusu edilebilir. Ancak, elimizdeki bir söz, eğer sağlam bir senede sahip değilse, o sözün mücerret doğruluğu, hadis olmasını gerektirmez. Çünkü Sevgili Peygamberimiz bütün doğru ve güzel sözleri söylemekle memur değildir. Bu bakımdan, ‘sağlam bir senedi yok ama, manası sahihtir, doğrudur’ şeklindeki değerlendirmeler, hadis ilimleri açısından isabetli değildir. (s.190)
Bu bölümde (190-239) va’z edebiyatında en fazla kullanılan 160 uydurma hadisin tahrici yapılmıştır.
Akla, mantığa aykırı bir kısmı istisna edilirse, mevzu hadislerin hepsi aslında muhteva açısından yanlış ve çirkin değildir. Bunlardan bir kısmı, tecrübeye dayanan, bir kısmı da o günün örf ve adetlerini, insanların düşünce sistemlerini yansıtan sözlerdir. Bu sözlerin yanlış ve kötü görülmesinin sebebi, yalan yere Peygamberimize nispet edilmelerinden kaynaklanmaktadır. (s.241)
SONUÇ: Mevzu hadislerin en önemli tarafı, Allah Rasulü’nün söylemediği bir sözün O’na nispet edilmesidir. Peygamberimize ait olmayan söz, davranış ve tasviplerin, O’na aitmiş gibi gösterilmesi, dinin yanlış algılanmasına vesile olacaktır ki bu çok büyük bir tehlikedir. Allah Rasulü bunu kesin olarak yasaklamıştır. Ancak uydurma haber olarak nakledilen sözlerin tamamının yanlış olduğunu söylemek mümkün değildir. Onlar içinde de doğru ve güzel sözler olabilir. Ama hadis değildir. Bazı muhaddislerin ‘senet yönüyle uydurma fakat manası sahihtir’ şeklindeki değerlendirmeleri yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Önemli olan cümlenin manasının sahih olması değil, o sözü Allah Rasulü’nün söyleyip söylemediğidir. (s.253)
29.11.2012

Milletimizin hürriyet ve istiklalini kazandığı bu günü en iyi anlatan Mehmet Akif’in “Allah, bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın” ifade ettiği İstiklal marşımızdır. Mehmet Akif, İstiklal Marşı'nı, şiirlerini topladığı Safahat'ına dahil etmemiş ve İstiklal Marşı'nın Türk Milleti'nin eseri olduğunu beyan etmiştir. Yaşar Çağbayır'a bu eseri dolayla teşekkür ediyoruz.
Kitap iki bölümden oluşuyor: 1. bölümde Mili değerlerimiz başlığı altında “Devlet, ülke, millet, Türk Milleti, Anadolu nasıl Türkiye oldu, Türkiye üzerine beslenen emeller, Düşman nasıl çalışır, Anadolu Türkünün gördüğü zulümler, Türk milli mücadele destanı, Devletin hakimiyet belgeleri, Mehterden İstiklal marşına, İstiklal marşı şairi Mehmet Akif Ersoy, Mehmet Akif İstiklal Marşını yazıyor, İstiklal Marşı TBMM’de görüşülüyor, İstiklal marşı besteleniyor” başlıları altında uzun bir bölüm hazırlanmış. 2. bölüm İstiklal marşının tahliline ayrılmış.Alıntılar şöyle:
Edebî eser ile onu meydana getiren yazar veya şair arasında büyük bir köprü mevcuttur. Eser sahibi, dünya görüşünü, manevî yapısını, içinde bulunduğu toplumun problemlerine bakışını ve bakış açısını yine kendine has üslubu ile ortaya koyar. Kısacası sahibi eseri ile kendi varlığını görüntüye getirir. İstiklal Marşı da öyle bir edebî eser ki onun iki sahibi var: Biri, onu kaleme alıp duygularını dile getiren, millî hasletlerini haykıran şair Mehmet Akif; diğeri ise onun taşıdığı millî ruhu, millî duyguyu uygun bulup benimseyen, resmen kabul eden TBMM ve nihayet bu yüce kurulun asıl sahibi Türk milleti.(s.ıx)
Ezizim veten yahşı
Geymeğe keten yahşı;
Gezmeğe gurbet ölke
Ölmeğe veten yahşı.(s.8)
Ortak değerleri bulunan insanlar, birlik oldukları zaman her türlü güçlüğü yenebilirler.(s.8)
İstiklal Marşı, milli mücadeleyi ve ruhunu ifade etmek kadar, belki de ondan daha fazla geleceğe ışık tutan bir milli kültür kaynağıdır. Onda Türk milletinin şanlı geçmişi kadar geleceğe uzanan mesajlar vardır. Bu mesajlar, eskilerin deyimi ile işin künhüne varmadan yeterince anlaşılamıyor. Türk insanına, bizi İstiklal savaşına zorlayan şartları ve melun elleri tanıtmadan ‘bayraksız bir milletin’ çektiği acıları, sıkıntıları; gördüğü zulümleri sergilemeden, İstiklal Marşını tanıma yeterli olmayacaktır. Ve ondan alınan feyz yarım kalacaktır. Z. Gökalp, bir milletin milli duygusunu kaybettiği zaman milli istiklalini ve vatanını da kaybedeceğini söyler. Bu milletin milli duygusunu en güzel şekilde tazeleyebilecek, pekiştirecek edebî eserlerin en başında İstiklal Marşı gelir.(s.10)
“Öz vatanına mensup olmayan kişi insanlığa da mensup değildir.”(B.G. Belinski)(s.10)
“İstiklal Marşı, her türlü hayat cevherini, vazife aşkını ve minnet duygusunu bizzat içinde taşıyan milli ve tarihi bir abidedir.”(Muharrem Ergin)(s.153)
“İnsanların, fertlerin alt şuurları olduğu gibi milletlerin, insan topluluklarının da alt şuurları vardır. Buna kollektif şuur diyoruz. Belki eskilerin maşerî vicdan dedikleri şey de budur. Bizim istiklâl Marşımız, Mehmet Akifin kaleminden volkan gibi fışkıran, bu büyük milletin, bu milletlerin en büyüğünün ma'şerî vicdanı, kollektif alt şuurudur. Gene belki onu hissettiği için Akif, şiirine imza koymamış, verilen mükâfatı kabul etmeyip bir hayır cemiyetine bağışlamıştır. Gene onun için İstiklâl Marşı’nı, şiirlerini topladığı Safahata almamıştır. Kahraman ordumuza ithaf etmiştir. O kahraman ordu ki bizzat millettir. O kahraman ordu ki hem kahraman, hem halaskar, hem milletin her şeyidir. Türkler için ordu ve millet kavramları öylesine birbirine karışmıştır ki bugün bile Anadolu’da köylü ana, bebeğini beşiğini sallarken “Benim oğlum büyüsün de paşa olsun” diye nida eder. Kim askerine Peygamberinin ismini mahlas olarak vermiş, onu ‘Mehmetçik’ diye çağırmıştır.”(Ayhan Songar)
İstiklâl Marşımız da İstiklâl Savaşımız kadar muazzam bir eserdir. Birini vatan evlâtları kanlarıyla, canlarıyla; tükenmez emekleriyle, alınterleriyle; diğerini de Millî Şair Mehmet Akif engin kültürü, köklü imanı, sağlam kafası, güçlü kalemiyle yazmışlardır. Millî Marşımızın bütünündeki ifade, bin iki yüz sene önce Bilge Kağanın taşa kazınmış şu sözlerinin, başka bir tarihî olay içinde tekrarından başka bir şey midir? " Ey Türk milleti, üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe senin elini (yurdunu), töreni (devletini) kim bozabilir?" Allah’ın izniyle kimse bozamaz, ebediyete kadar yaşayacaktır. İstiklâl Marşında bir milletin gururu, kendine güveni; haklılığını haykırışı; haklarını elde edebilme ve elde tutabilme gayretinin temeli; hür ve müstakil yaşayabilmek için taşıdığı imanın kaynağı; Yüce Allah'a teslimiyetin ve geleceğe uzanan duası vardır. İstiklâl Marşı, Müslüman Türk milleti için bir duadır: Devlet-i ebed müddet duası. (s.385)
İstiklâl Marşı, Millî Mücadele'nin ve meclisin en heyecanlı aylarında Mehmed Akif'in de aynı duyguları yoğun olarak yaşadığı günlerinin mahsulü olmuştur. Onunla ilgili hatıralarda şairin, İstiklâl Marşı'nın bazı mısralarını henüz yarışmaya katılma kararı vermeden yazdığı, katıldığı günlerde de Tâceddin Dergâhı'ndaki odasında zaman zaman vecd haline geldiği ifade edilmektedir. Marşın böyle bir atmosferi yansıtmış olduğu, kendisinin de daha sonra bunu Safahatına almayarak, "O benim değil milletimindir" demesinden ve son günlerinde hasta yatağında, “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” temennisinden de anlaşılmaktadır.
Milletin iradesine ve Allah'ın müminlere vaad ettiği zaferin er geç gerçekleşeceğine inanan Mehmed Akif in şiirindeki özelliklerden biri de millî ve ulvî değerlerle dinî motifleri dengeli bir şekilde kıtalara yerleştirmesidir. Bayrak, hilâl, yıldız, hak, hürriyet, istiklâl, yurt, millet, vatan gibi millî kavramlarla iman, şehâdet, helâl, cennet, hudâ, ezan, mâbed gibi dinî motifler birbiriyle uyum halinde zengin bir belâgatle kullanılmış, böylece Millî Mücadele'yi gerçekleştiren halkın ruhunda mevcut iki önemli kavram İstiklâl Marşı’nın da iki temel temasını oluşturmuştur.(İA, 23/355)
29.11.2012

Dinden ve eğitiminden uzak kalmanın nelere mal olacağını ortaya koyan bu eseri tavsiye ederek alıntılara geçiyorum:
Güneşe gözünü kapayan yalnız kendisine gece yapar, kendisini karanlıklara hapseden yalnız kendisine zarar verir.(s.9)
Dinsiz insan ve dinsiz toplum olamayacağı gibi, dinsiz eğitim de olmaz. Olursa huzur vermez. Dinsiz eğitim, problemleri çözmek yerine, bizzat kendisi problem olur.
İnsanın yaratılışında hep mutluluğa kavuşma sevdası vardır. Dünyaya gelir gelmez bu sevda başlar. Allah’ın şu merhametli takdirine bakın ki, bir taraftan insanı mutluluğa muhtaç bir varlık olarak yaratmış, bir taraftan da onu mutlu edecek formül ve reçeteyi göndermiş. Onun adına da DİN demiştir. İnsan Allah’ın sunduğu bu reçeteyi uygulamakla hem kendisini mutlu edecek hem de Yaratıcısının hoşnutluğunu kazanacaktır.(s.16)
Terbiye, bir rehberliktir. Bilenin bilmeyene yaptığı tesirdir. O, “bir cemiyette yetişmiş neslin henüz yeni yetişmeye başlayan nesle fikir ve hislerini vermesi” şeklinde tarif edilmiştir.(s.18)
“Alışkın olmayan için sigara, içki, kumar asla ihtiyaç ifade etmez. Fakat bir defa alışınca bunlar, ekmeğe ve suya olan ihtiyaç kadar dayanılması güç birer ihtiyaç şekline girer. Genç okuyucum! Alışkanlıklara doğru atacağın ilk adıma bilhassa çok dikkat et. İyice düşün ve iradene sahip ol; kötülük yolunun çamuruna basmamaya çalış. Tâ ki sonra ayağını yıkamak zahmetine katlanmaya mecbur olmayasın. Kumar masasında, meyhane köşelerinde, kahve peykelerinde ömür geçiren nice bedbaht görürsün ki bunlar hep ilk adımın kurbanlarıdırlar. Unutmamalıdır ki, terbiyenin bir rolü, düşmüşü kurtarmak ise; diğer rolü de henüz düşmemişi korumaktır.”(A.Fuat Başgil)(s.26)
Biz eğitimin, özellikle hayırlı nesiller yetiştirmek için din eğitiminin etkisine ve gücüne inananlardanız. ‘Kötü insan yoktur, kötü eğitimler vardır’ sözü de eğitimin etkisini ve gücünü anlatmaktır.(s.29)
Tefsir-i Kebir’de şöyle bir söze rastlamaktayız: “Alimler öğrencilerine, ana-babalarından daha şefkatlidirler. Çünkü babalar ve analar, çocuklarını genellikle dünya ateş ve afetlerinden korumaya çalışırlar. Alimler ise onları ahiret ateşinden ve o günün dehşet ve şiddetinden korurlar.”(s.43)
Allah’ın senden başka kulları var. Ama senin ondan başka rabbin yok. Böyle iken O, seni senden başka kulu yokmuş gibi terbiye ediyor. Fakat sen, O’na O’ndan başka rabbin varmış gibi hizmet ediyorsun. (s.46)
Allah insanın zahirini yani nefsini nimetleriyle, batınını yani kalbini rahmetleriyle, ibadet eden nefisleri şeriatın ahkamıyla açık gönülleri tarikatın edebiyle, sevenlerin esrarını hakikat nurlarıyla terbiye ediyor. Kemiğe işitme kabiliyeti, yağa görme kabiliyeti, ete konuşma kabiliyeti veren Allah’ın şanı be büyüktür. Bu ne muazzam bir terbiyedir.(s.47)
Çağın büyük düşünürü Said Nursi’ye göre, O(insan), bir anahtar külçesidir. Maddi olsun, manevi olsun açamadığı kapı yoktur onun. Kokular aleminin kapısını burnuyla, sesler aleminin kapısını kulağıyla, tatlar aleminin kapısını diliyle, bilgisayarın, otomobilin, uçağın, yerin ve göklerin kapısını aklıyla açmıştır; cennetin kapısını da iman ve ibadetleriyle, hayır ve hasenatıyla açacaktır. Onu böylesine muhteşem mücevherlerle, özellik ve güzelliklerle donatan Allah’tır. Bunu itiraf etmek insan olarak yaratılan bir varlığın boynunun borcudur.
İnsan, her ne kadar kainatın içinde olsa da kainat onun içindedir. Hz. Ali bunu şöyle ifade eder:
“Derdin sendedir, ama görmüyorsun / İlacın sendedir, ama bilmiyorsun,
En büyük alem sende dürülmüş halbuki / Sen kendini küçük bir cisim sanıyorsun.”(s.51)
İnsan ateist olamaz. Ateist olmuşsa bu bir sapmadır. Eşyanın tabiatına aykırı bir oluştur.(s.52)
Şair der ki: “Seni aramam için beni uzağa attın / Alemi benim, beni kendin için yarattın.”(s.57)
“Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister” kaidesince Allah sınırsız cemal ve kemalini görmek ve göstermek istediği için kainatı ve insanı yaratmıştır. Kainat ve insan Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin bir cilvesidir. Muhyiddin İbni Arabi’ye isnad edilen bir söz vardır: ‘İnsan bu aleme kesb-i kemal ve seyr-i cemal için gelmiştir.’(s.62)
“Milletin kalb hastalığının sebebi dindarlık duygusunun zayıflamasıdır. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir. Bu memleket insanlarının kalkınma makinesinin buharı diyanettir.”(Said Nursi)(s.69)
“Dünyasına dünyasına, aldırma dünyasına/Dünya benimdir diyenin, dün gittim dün yasına.” (s.73)
“Yaradan’ın elinden çıkan her şey iyidir. Her şey insanların elinde bozulur.” (Rousseau) (s.86)
Bizim yüce kitabımız Kur’an’ın ilk emrinin ‘oku’ olması ve Allah’ın adıyla okumaya davet etmesi de, insanlığın kirlenmesini önlemeye yönelik davetlerden biridir. “Yaratan Rabbinin adıyla oku” ki, kirlenmeyesin, bozulmayasın. Bunun zıt anlamı şudur: Yaratan Rabbinin adıyla okumazsan, kirlenirsin, bozulursun, eğitim ve öğretimden beklenen hayırlı ve bereketli sonuçları alamazsın.(s.87)
“Anladım işi sanat, Allah’ı aramakmış / Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.”(s.98)
Abdullah İbn-i Ömer (ra) buyuruyor ki: “Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar da oruç tutsanız haramdan kaçınmadıkça yaptığınız kabul olunmaz, faydası olmaz.”(s.107)
“Sokaklarda küfürbaz bir gençliğe rastlıyorsanız şaşırmayınız: Talebelerimizdir.”(Peyami Safa) (s.125)
Eski, Cumhurbaşkanlarımızdan Kenan Evren, damadından kendisi için kesilecek kurbandan dolayı kasaba vekalet vermesini ister. Damadı çıkar ve bir müddet sonra geri döner, Evren sorar:
-Vekalet verdiniz mi? Cevap:
-Bugün bayram efendim, bütün noterler kapalı, o yüzden veremedim.
Bu cevap üzerine Evren herkesin asgari ölçülerde din bilgisini öğrenmesi için anayasaya din dersini ‘zorunlu ders’ olarak koydurmaya karar verir.(s.149)
Şair: “Vatanımda sular akar başıboş / Herkes birbirini kakar başıboş
Allah’ım sen acı şu saf millete / Akşam yatar sabah kalkar başıboş.”(s.161)
“Alemin küfre göre hem başı, hem sonu hiç / İki hiç arasında varlık olur mu ki hiç?” (Necip Fazıl)(s.163)