Toplam yorum: 3.072.201
Bu ayki yorum: 8.100

E-Dergi

ahuzar_1 Tarafından Yapılan Yorumlar

18.09.2010

Ünlü yazarlarla yapılmış ve The Paris Review dergisinde yayınlanmış bazı röportajları Philip Gourevitch derleyip hazırlamış. Röportajlardan oluşan kitapta yazarlar ve yazarlık hakkında samimi konuşmalar yer alıyor…
Troman Capote, Ernest Hemingway, W.Faulkner, Rebecca West, S.King, J.L.Borges, T.S.Eliot, G.Greene, G.Garcia Marquez…

Bu ünlü isimlerle yapılan röportajlar, içerisinde, bir çok yararlı bilgilerle birlikte samimiyetle dolu özel itirafları da barındırmakta…Ve okuru, yazarların özgün, çılgın, büyülü dünyasına taşımakta; sevenlerinin, yazarları daha yakından tanımalarını sağlamaktadır.
Yazarların yazı ve sanatla, hayatlarıyla ilgili söyleşilerinin dışında çok özel taraflarını da kendi ağızlarından dinlemek okura ayrı bir keyif veriyor.
Örneğin J.L.Borges : ‘‘ Yazdıklarımı asla tekrar okumam.Sonuçta yeniden okursam utanç duymaktan çok korkuyorum.’’ derken T.Capote : ‘Birisinin yaptığınız işi satın almasından daha büyük bir destek düşünemiyorum.’’ diyor. Yine W.Faulkner, Orhan Pamuk’u da çok etkileyen o müthiş paragrafından sonra şöyle söylüyor : ‘‘Yazarın tek sorumluluğu sanatına karşıdır.İyi bir yazarsa tamamen acımasız olur. Bir hayali vardır.Hayal öyle acı verir ki ondan kurtulmak zorundadır.Kurtulana dek rahat etmez.Bir yazar annesinden bile gözünü kırpmadan çalar…’’
Yazarların odalarındaki sıcak samimi sohbetlerden çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim.Fakat kitaptaki yazarların hepsini açıkçası tanımıyordum tabi eserlerine de aşinalığım olmadığı için bazı röportajlar bende çok yer edinemedi.Buna rağmen herkesin kendine pay çıkarabileceği bir eser olduğunu düşünüyorum.
17.09.2010

Adından da anlaşıldığı gibi İslam dininde kutsallık kavramını irdeleyen kitap zaman zaman ders havası zaman zaman da tartışma havası içinde bu alanda okura doyurucu bilgiler sunuyor…
Kutsallık kavramına kelimenin etimolojik tahliliyle giriş yaptıktan sonra kutsallığın mekan, zaman, şahıs ve nesnelerde olacağını söyleyen yazar diğer bölümleri de bu dört grup üzerine temellendirmiş…
Kitapta delilsiz bir şey söylenmemsine çok dikkat edilmiş tabi bu takdiri hak eden bir tavır olsa da o kadar çok dipnot kullanılmış ki okur adeta dipnotlar içinde boğuluyor. Bunun daha sağlam bir eser oluşturmak için gösterilen bir çaba olduğunu düşünüyor ve yazarın samimiyetine inanıyorum ama bu eseri bir ders kitabı havasına sokup sıkıcı kılmış. Ayrıca kitapta o kadar alıntı kullanılmış ki –dipnotlarla kastettiğim gibi- nerdeyse yazarın kendi cümlelerine rastlamak mümkün değil sadece sonuç bölümünde durum bunun tersi, burada yazarın kendi cümleleri ağırlıklı olarak yer alıyor.

Konuların ele alınış sistematiği gayet anlaşılır ve pratik ayrıca kitabın basımı, yazı kalitesi de başarılı, imlâ hataları yok denecek kadar az.

Gerek insanlık tarihinde gerekse İslam dininde görülen kutsallık kavramını doğru anlaşılması için yazar kutsallık kavramını tüm delilleriyle ortaya koymuş. İnsan hayatını etkileyen ve tüm yaşamına yayılan bu kutsallık inancının Müslümanlar için ne ifade etmesi gerektiğini, neyin kutsal olup neyin kutsal olmadığını, sıradan olan şeylerin kutsallaştırılmaması ve kutsal olanların da sıradanlaştırılmaması gerektiği gibi konuları okura doyurucu bilgilerle tutarlı olarak sunabilmiş. Fakat aynı düşünceleri defalarca tekrarlayıp gereksiz uzamalarda bulunması kitabı sıkıcı hale getiren diğer unsur diye düşünüyorum.

Yine de sonuç olarak insan hayatında önemli olan bu kavramın nasstaki delilleriyle bilinmesi ve bu konuda bilinçlenilmesi açısından kitabın okumaya değer olduğunu düşünüyorum.
16.09.2010

‘‘Köyümüzde iki tip insan yaşıyordu : Mary gibiler ve Başkaları.‘Mary gibiler’ bizim sultanın kokusunu taşıdığımızı fark edebilen ve bunun için daha çok kokumuzla ilgilenen kimselerdi.Başkaları ise onların aksine,yalnızca rengimize, dallarımıza ve taç yapraklarımıza kısaca göze görünen yüzümüze önem veriyorlardı.’’
‘Mary gibiler’ ve ‘başkaları’…Ya sen hangi gruptasın? Giydiği kumaş parçasına değer kazandıranlardan mı yoksa kumaş parçasının değer kazandırdıklarından mı?

Masalımsı, bir solukta okunacak, büyülü bir roman. Mistik esintiler içerisinde şeker tadında bir öykü…

Diana’nın kendinden başlayan ve yine kendinde sona eren bu egzotik yolculuğa çıkmak için ihtiyacınız olan tek şey ise sadece ‘Sen’ sin… Çünkü güller bahçesi yükleri taşıyamıyor ve boş bir özgeçmiş istiyor.

Artemis ve Meryem Ana, Diana ve Mary…Aynı saksıda yaşamak zorundalar. Hem kendi hem de çevrelerindekilerin huzuru için savaşı bırakıp uyum içinde yaşamaya alışmalılar ta ki bir gül olana kadar.

Diana’nın öyküsüne uygun olarak kitap, aynı sözcüklerle başlayıp yi aynı sözcüklerle bitiyor ; öndeyişi ne ise son deyişi de o oluyor öykünün…

Eserde güzel tasarlanmış kurgu hemen dikkat çekiyor. Diana ve Mary temalarından hareketle yazar, kişiyi kendi içine, özüne doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Ve sonunda okura, anahtarı başucunda duran hazineye götürecek şu soruyu sorduruyor : ‘‘ Gülünden sorumlu olmayı başarabildin mi? ’’

Tüm bu felsefî fakat sıkıcı olmayan anlatımın içinde yazarın çıkış noktası yaptığı ve kullandığı bir argümanı var ki bu malzeme insanları duygusal olarak etkiliyor ve onu öyküye bağlayıp bırakmıyor ki bu da ‘anne ve kız (evlat) bağı’dır. Yazar bu bağı ustaca kullanmış ve okurunu duygusal açıdan da doyurabilmiş.

Doğuyla batının başarılı bir harmanı olan eser Tva Tv./ Kanada’ nin de söylediği gibi her insana hitap ediyor fakat ateizm yanlısı olan okurların bundan çok da hoşlanacağını sanmıyorum zira kitapta –doğal olarak- yazarın hayat felsefesinin daha doğrusu Tanrı inancının ışıltılarını görmemek mümkün değil…

Gülünden sorumlu olabilmeyi isteyen herkese bu masalsı dünyaya adım atmalarını tavsiye ederim.
11.09.2010

Hayatı, fikirleri ve icraatlarıyla M.A.Ersoy’a benzetilen ünlü düşünür Muhammed İkbal’in türlü makalelerinden oluşan bu eserde bir kez daha İkbal’in alanına hakimiyetine şahit oldum…

İkbal’i evrensel anlamda bir isim yapan hiç şüphesiz onun iyi bir gözlemci olması, kendi kültürünü,tarihini iyi bilmesi ve bununla yetinmeyip dünya çapında geçerli felsefî akımlara da hakim olabilmesidir.Kendi kültürünü, batı kültürüyle ustaca harmanlayıp parlak ve özgün fikirler öne sürebilmek, onun gibi çok yönlü düşünebilmeyi ve geniş bir vizyona sahip olmayı gerektirir.

‘‘Siyasî Ve Sosyal Düşünce, İlim Düşüncesi, Felsefî Ve Tasavvufî Düşünce ve Sanat Düşüncesi ’’ başlıkları altında dört kısımdan oluşan eseri okuduktan sonra İslâm’ın temel meseleleri, Müslümanların modern çağdaki konumu, yaşanan medeniyet buhranı v.b konularda fikirler edinebilmek mümkün. Yalnız her ne kadar sunumda yazarın çok sayıda öneri sunduğu söylense de – ki bazı önerilerde bulunduğu kesinlikle doğrudur ve makaleleri yazmasındaki sebebin samimi olarak öğütler verip Müslümanlara yol göstermek olduğuna inanıyorum- yazarın, mevcut durumun tahlilini öncelediğini düşünüyorum.

1. kısımda İkbal siyâsî ve sosyal düşünce hakkında yorumlar yapmakta ve bunları sistematik bir şekilde sunabilmekte. Müslümanların siyâsî tutumlarını şematikleştirerek İslam Tarihi’nden de rivayetlerle destekleyip okura tutarlı olarak sunmakta. Dikkat çeken bir unsur da gerek bu bölümde gerekse diğer makalelerde yazarın –Müslüman kimliğine rağmen-objektif ve eleştirel bir tavır çabasında olmasıdır. Nitekim bu kısmın bir bölümünde yazar şöyle söylemekte :

‘‘ Dînî bir sisteme yaklaşılırken başvurulacak 3 temel bakış açısı vardır: 1.si üstadın bakış açısı ; 2.si yorumcunun bakış açısı ; 3.sü ise eleştirel araştırmacının bakış açısı…’’
Ardından fikriyat ve tatbikatı uyum içinde olan başkalarını da bizzat örnek olmakla eğiten bir üstad olamayacağını, yine mükellefiyetini yerine getiren akıl sahibi fakat belli varsayımları, hiçbir zaman sorgulamadığı hakikati eksene alarak yorum yapan bir yorumcu da olamayacağını, böyle olduğunu iddia edemeyeceğini belirterek şöyle devam ediyor :

‘‘ Eleştirel bir araştırıcıyı karakterize eden zihin durumu ve tutumu, esas itibarıyla, üstadın ve yorumcunun zihin durumundan farklıdır.Eleştirel araştırmacı, araştırma konusuna bütün varsayımlardan bağımsız olarak yaklaşır ve tıpkı bir biyoloğun bir hayat formunu ya da jeoloğun maden parçasını incelemesi gibi dînî bir sistemin organik yapısını anlamaya çalışır.’’

Fakat Müslüman bir düşünür olan İkbâl’in makaleleri –en azından bu eserdekiler- incelendiğinde eleştirel, yansız bir tutum çabası içinde olduğunu müşahede etmek mümkün olsa da bu gayeye ne kadar muvafık olduğu tartışılır ; şahsen bu hususta tatmin edici bir performans göremedim.

İkbal’in bu çabasına saygı duymakla beraber Müslüman düşünürlerin ya da herhangi bir değere (din ya da bir tasavvura ) sahip kişilerin bu çıkmazdan sıyrılmalarının çok zor olduğunu sanıyorum. Zira sınırlı kabiliyetlere sahip, ‘sınırlı’ insan, ‘bilgi’si ne olursa olsun ‘mutlak hakikat’ e ulaşmak için yine sınırlandırılmış olan aklını kullanır ve ister istemez gerçeği kendi düşüncesine indirgeyerek sınırlandırmış olur. Aşırı septik bir tutum olarak karşılanabilir ama entelektüel çabasında olan düşünürlerin en başta şüpheci olması gerektiğini sanıyorum. Kendinden ve tüm bildiklerinden kaçan bir sürgün kadar…Zira E.Said ‘Entelektüel’inde şöyle der :
‘Askıda kalmaya çalışan sürgün için bile gerçek bir kaçış yolu yoktur çünkü bu arada olma durumunun kendisi bile sahteliğinin üzeri zamanla örtülen, insanın kolayca alışabileceği katı bir ideolojik konum, bir tür mesken haline gelebilir.’
Yine 1.kısmın 5.bölümünde çok güzel tahliller yer almakta.Bu makaleden İkbal’in İslam düşüncesini yeniden inşa çabasını ve ümmet ruhunun canlandırılması isteğini görüyoruz.Bu amaçla yazar dînî ve sosyal mezhepçilikleri kınayarak şu müthiş sözleri sarf ediyor :
‘Hakikatin bizatihi kendisinin varlığı tehlikede olduğu zaman hakikatin yorumları uğruna savaşamayız…’

3. kısma İkbal , ‘İslam Ve Mistisizm’ makalesiyle başlar ve şunları söyler :
‘‘Kadim dünyanın entelektüel tarihi size, bütün çağlardaki dekadansın (çürüme ve çözülme) bu kendini mistifiye etme ve bu nihilizm sığınağına sığınmaya çalıştığı önemli gerçeğini gösterecektir.’’
Çözümün bu tür mistik, gizemli nihilist tuzaklarda yok olma değil, tevhid akidesinin yeniden hayata, düşünce, sanat ve siyasete çeki düzen verebilmesinde gizli olduğunu belirtir ve bu konudaki cümlelerini şöyle bitirir :
‘‘ Müslüman Gençler! Bu mistifiye ediciden sakının! Burnu boğazınıza çökecek kadar uzun bunun! Persçiliğin sislerinden çıkın ve Arabistan yarımadasının o parlak güneşine doğru koşun..!’’

3.kısmın bu ilk makalesi ne kadar anlaşılırsa maalesef sonraki bölümleri de o kadar muamma ! İktisat ve felsefe tahsili yaptığını ve hukuk da okuduğunu bildiğimiz İkbal bu bölümlerde Avrupalı ve Doğulu filozofları mukayeseli bir tahlile girişiyor.Kâh Kapila, Sankaraçarya gibi özgün Hint filozoflardan , kâh Hegel ve Kant’tan bahsediyor…İslam felsefesine sıra gelince de Abdülkadir Geylânî’nin İnsan-ı Kâmil adlı eserini baz alıyor…Fakat fikirlerini sistematik bir bütünlük içinde –ki haklı- sunamadığını iddia ettiği A.Geylânî’nin durumuna kanımca kendisi de düşüyor.Çünkü bu bölümler gerçekten de çok muğlak.Bu, yazarın yoğunlaşmayı tercih ettiği eser ve konunun zorluğundan kaynaklanıyor olabilir.Yine konunun kendi hakim olduğu alan olması ve çeviri hataları da eklenince bu bölümlerin anlaşılması daha bir zorlaşmış.

Kitap, ‘Sanat Düşüncesi’ adlı kısa ama öz bir makaleyle sona eriyor.İkbal’in bu eseriyle okurlara çok sayıda istifadeler sunduğunu düşünüyorum.Ve tüm kitapseverlere naçizane tavsiye ediyorum.