Ankara, kurucusunun gözleri üzerinde iken de, O'nu sonsuzluğa uğurlayıp büyük adı ve anlamını giyindikten sonra da, Türk'ün ve Türkiye'nin kalbi idi. Her türlü kırılma ve kamalanmaya karşın, bugün de öyledir! Ankara, kurucusu gibi, kurucusuyla birlikte varlığında varlığımızı, adı ve anlamında benlik ve bizliğimizi bulduğumuz; sevip bağlandığımız bir yurt, hava ve yön idi. Bu kent, varoluş ateşini bizden aldığı, o ateşten varoluşumuzu besleyen özü ve gücü bize sunduğu için, özleyip öncelediğimiz, hep diri ve taze tutmak için düşleyip didindiğimiz bir "Kemal hali"nin öteki adıydı. Ussal ve ulusal hareketin başkentiydi. Onun içindir ki Falih Rıfkı Atay, 1932'de yazdığı "Ankara Havası" adlı yazısında "Bu hava seyahatsiz de bulunabilir. Elverir ki aransın!..." demişti.
Elinizde tuttuğunuz kitapta, yazar kuruluş Ankara'sında (1923 / 1938-40) yapılan yapılara imza atmış, bu "Kemal yeri"nin bayındırlaştırılmasında birbiri peşi sıra sorumluluk yüklenmiş üç mimarla, onların elinde biçimlenen eğitim yapılarını işliyor. O yapıların ardındaki havayı, bir taze zaman diliminde Başkentin kurulmasına emek vermiş üç büyük mimarı ve yapılarını günümüze açılımlarıyla irdeliyor. Başkent Ankara'nın "tarih"i ve "talih"ine bu yapılar içinden ve üzerinden bakıyor. "Sağ kalanlara yaşamak ve çalışmak olanağını vermek için canlarını vermiş olanların mirası"nı da kuşanmış bir kentsel ve kültürel kalıt olarak, soluduğumuz havaya karışmış bu mimarlık yapılarına bakışımızı ya da bakışsızlığımızı tartışıyor.
Ankara'nın, "Kemal hali" ve havasından, kendiyle birlikte öteki kentlerimizi de tanınmaz duruma sokan yeni "hava"lara ağan süreçte, içine tıkıldığı mimari karmaşayı ve kentsel çıkmazı eleştiren yazar, kitabını "yaşayıp gitmek"le "yerleşik yaşamak" arasında öksüz bırakılmış bir umuda ezgi olarak niteliyor.