Büyük Bir Roman Olmayı Başarıyor...
On beş yaşında, dünyanın güzel olduğu kadar en sarsıcı duygusu olan aşk ile yeni tanışan, bundan öncesinde hayatının merkezinde sadece ailesi ve okulu olan Michael Berg ile otuz altı yaşındaki Nazi dönemi toplama kampı eski muhafızlarından Hanna Schmitz arasındaki izole dünyayı genç aşığın gözlerinden izliyoruz. Aşk, kadın, tutku, cinsellik, heyecan ile yeni tanışan Michael’in, Hanna ile kurduğu bağ en çok duygusal dünyasında mutlak egemenlik kurmuş olsa da aynı yoğun bağın, zayıf yanını herkesten saklayan ve peşini asla bırakmayan geçmişinin karanlığı sebebiyle aniden giden Hanna yüzünden nasıl yıkıcı etkiye döndüğünü de görüyoruz. Hanna’dan sonra hiçbir kadında aynı heyecanı, mutluluğu ve tutkuyu asla yaşayamayan Michael, bu sarsıntı ile mücadele ederken onun dünyasını izleyen edebiyat tutkunlarına da Yunanlıların “aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” felsefesini hatırlatıyor.
Her şeyin ilki asla unutulamıyorsa ve geçmişin karanlık dehlizlerinde, bir kenarda sessizce ortaya çıkmak için hazır kıta bekliyorsa sonradan hayatımıza girenler/yaşananlar “olması gerektiği için” yaşanmış duygular olmuyor mu? Birini unutamadıktan sonra başka bir insanda onun kokusunu, gülümsemesini aramak hayatında olan kişiye ihanet sayılmaz mı? Terk edilen, terk edenin zor zamanlar yaşadığına şahit oluyorsa, imkân olmasına rağmen omuz vermemek intikam mıdır, ihanet mi?
Bernard Schlink kahramanların ufacık dünyasını bize gösterirken, zihnimizde birçok soru işareti bırakmayı, yerine göre kendimize hesap sormamızı sağlamayı da ihmal etmiyor. İşte tam bu sebeple “Okuyucu” genç bir delikanlının, olgun bir kadına duyduğu aşktan daha büyük bir roman olmayı başarıyor.