Asta'nın Günlüğü"nden önce, Ruth Rendall'ın yine Barbara Vine müstearı ile yazdığı "Merdivenli Köşk"ü yayınlanmıştı. Her iki romanda da benzer bir üslup kullanıyor yazar. Mesela, “Merdivenli Köşk”te, kötü olayların cereyan edeceğini, muhtemelen bir cinayete tanık olacağımızı daha ilk sayfalardan -sanki- ilan ediyor. Günümüzde başlayan öykü, kendisi de olaylarda rol oynayan anlatıcı tarafından geriye dönüşlerle 1960’lı yıllara taşınıyor. Teker teker tanıyoruz kişileri. Çoğunluğu kadın ve yakın arkadaş olan roman kahramanlarının kimine talih gülmüş ve maddi rahatlık sağlamış, kimileri ise doğuştan tanışmıştır hayatın zorluklarıyla. Orta yaşın üzerindeki Cosette ilk guruptandır. Güzel, soğuk ve bencil bir kadın olan Beth ise kadersizdir hep.
"Asta'nın Günlüğü"ndeki zaman sıçramaları da aynı. Bu kez 1905 yılında tutulmaya başlanan bir günlük sayesinde, nerdeyse bütün bir 20.yüzyıl içerisinde geziniyoruz. İngiltere'ye Danimarka'dan göç eden bir ailenin yaşam öyküsündeki sır, metnin merkezini oluşturuyor. Ancak bu sırrın çözümü için ne resmi ne de özel detektiflere yer vermiyor yazar. Sır ve ailenin trajedisi yan yana sürüyor. Günlüğü miras alan Asta'nın torunu, bir yandan ailenin sırrını, yani teyzesinin gerçek anne ve babasının kimliğini bulmak, öte yandan büyükannesine komşu bir evde işlenen cinayetin failini ortaya çıkarmak için, hem günlüğün kayıp sayfalarının hem de olayın yaşayan tanıklarının peşine düşüyor ve böylelikle Ruth Rendall, post-modern edebiyatın metinler arasılığını ve kayıp metin esprisini de yerli yerinde kullanmış oluyor.