Barthold’un Orta Asya Tarihi ve Uygarlığı Yorumları
Vasily V. Barthold, Orta Asya tarihi üzerine yapılan akademik çalışmalarda eserlerine atıf yapılmadan geçilmeyen otorite isimlerden biri (1869-1930). Mezun olduğu üniversitede çalışmalarını sürdürüp 32 yaşında profesör olan yazar, “Moğol İstilasına Kadar Türkistan” ve “Müslüman Kültürü” gibi onlarca verimli çalışmaya imza atmış. Rusya’da yaşanan karışıklıklar ve rejim değişikliği de bilimsel çalışmalarındaki hızını etkilememiş. Bir Rus olarak Arap, Fars ve Türk dillerine değişik lehçeleriyle vâkıf olması, hayranlık uyandıran bir özelliği olmuş. Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün davetiyle Türkiye’ye gelen Barthold, Türkiyat Enstitüsü’nde dersler vermiş (1926). Ders notları kitaplaştırılmak suretiyle günümüze kadar ulaştırılmış.
“Orta Asya”, yazarın farklı çalışmalarının bir araya getirilmesi suretiyle 4 bölüm halinde tanzim edilmiş. İlk bölümde Türkistan coğrafyası, tarihi ve Türkler hakkında genel bilgiler verilmiş. “Bozkırdan Türkistan’ın uygar bölgelerine gelen insanlar, yerli kültürün etkisinde kalmak ve yerleşik düzene geçmek zorundaydılar. Bununla birlikte onlar, nüfusça kalabalık oldukları için, yalnızca dillerini korumuyor, aynı zamanda onu yerli halk arasında yaygınlaştırıyorlardı da. Başlayan ve henüz bitmeyen bu süreç, bölgenin tedrici surette Türkleşmesi sürecidir. Geçmişteki Farsça isminin yerine Türkçe isim alan ilk şehir, bilindiği kadarıyla Taşkent’ti. Bu isim, X. Yüzyıl coğrafyacılarının eserlerinde geçen Binket yerine artık XI. Yüzyılda kullanılmaktaydı.” (s. 43)
İlk bölümün dikkat çeken diğer konusu, Moğol istilası öncesi bölgedeki Hristiyanlık inancı. Aslında bu başlık altında sadece Hristiyanlık inancı değil, Budizm ve İslam gibi diğer inanışlar üzerinde de durulmuş. “IV. Yüzyılda Doğuda önemli ölçüde Hıristiyan hareketi başlamıştı (muhtemelen bazı misyonerler buraya daha önce gelmişlerdi); 334’de Merv’de bir Hıristiyan piskoposluğu görmekteyiz. Ama Hıristiyan yayılması düalist faaliyetlere göre bariz şekilde zayıftı. Pers hükümdarlarının Hıristiyanlara karşı dini takibat başlatması, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nda hakim din haline gelmesinden sonra Batı İran’daki Hıristiyanların (ki oradaki Hıristiyanlar Doğudakilerden hayli fazlaydılar) kolayca Roma topraklarına kaçabildikleri sırada başlamıştı. Bundan başka Rafızilerin yayılışı, yabancı propaganda olarak görüldüğü için, her yerde sıkı takibat altındaydı. Buddistler, Hıristiyanlar ve Marchionitler Horasan’a kapağı atmışlardı; Deysanîler, Maniheistler ve Mazdakîler Sâsânî İmparatorluğu sınırları ötesinde necat bulabilirlerdi.” (s. 53)
İkinci bölümde, Yedisu Tarihi kapsamında 7 başlıkta Usunlar, Karluklar, Türkler, Karahanlılar, Karahitaylar, Kalmıklar ve Moğulistan hakkında detaylar verilmiş. “Türklerin ülkesinde ilk Müslüman hanedan olarak Karahanlılar, elbette İslam’ın yayılmasıyla ilgilenmek zorundaydılar ve bu bağlamda onların saltanat dönemi Orta Asya tarihinde oldukça önemli bir yer tutar. İbn el-Esîr, 349/960 yılında 200 bin çadırdan müteşekkil bir Türk kitlesinin İslam’ı kabul ettiğini nakletmektedir ki, bu kayıt elbette Yedisu ve Doğu Türkistan sakinleriyle, özellikle de Doğu Türkistan’daki göçebelerin sayısı hiçbir zaman bu kadar kalabalık olmadığı için Yedisu halkıyla ilgilidir.” (s. 108)
Üçüncü bölüm, genel olarak Orta Asya tarihinden yansımalara ayrılmış. Bu kapsamda Timuriler, Tacikler, Kırgızlar ve Türkmenler incelenmiş. Burada özellikle Türkmenler için İslam öncesi dönemden 19. yüzyıla kadar ayrıntılı bilgiler verilmiş. (s. 259-337) Kitabın diğer kısımlarında olduğu gibi bu kısımda da dini hayata ve Türklerin İslam’ı kabulüne ilişkin satırlar mevcut: “Halifeliğin Türk komşuları yavaş yavaş İslam kültürünün etkisi altına girmek ve Müslümanlığı kabul etmek zorundaydılar. Kaşgarya’da Müslümanlığın yayılışıyla ilgili en eski efsanelerde, Müslüman kervanlarının taşıdıkları malların, -örneğin pahalı kumaşlar ve şeker- Türklerin hoşuna gittiği, böylece bilâhare bu güzergah üzerindeki Türklerin İslam diniyle tanıştıkları anlatılmaktadır. Muhtemelen aynı şey diğer bölgelerde de olmuştur. X. Yüzyılda Oğuzlar arasında İslam’ın yayılma süreci yavaş seyretmiştir. İbni Fadlan, 922 yılında Oğuzlar arasında tıpkı VIII. Yüzyılda Moğolistan’daki Türklerde uygulanan pagan defin geleneklerine şahit olduğunu yazmaktadır.” (s. 276)
Türkmenlerin, kurulan devletlerdeki konumlarına dair fazlaca bilgiye rastlanılıyor: “Türkmenler, Selçuklu hanedanının tüm fetih hareketlerine iştirak ettiler ve onun çökmesinden sonra atabek hanedanlarını kurdular (küçük yaştaki Selçuklu şehzâdelerine vasilik eden ve bilâhare bağımsız hâkimler haline gelenlere bu isim veriliyordu). Örneğin Suriyeli Nureddin Mahmud 1164’de Mısır’a ordu sevk ettiğinde, ordu saflarında Türkmenler vardı. İşte bu ordunun komutanlarından biri olan Kürd Salahaddin Yusuf, Mısır, Suriye ve Trablus’u ele geçirerek Eyyubi hanedanının temellerini attı; onun Afrika’daki seferlerine ‘Guzlar’ da katılmışlardı ki, bunlardan bir kısmı Kuzey Afrika ve Güney İspanya’yı hakimiyet altına alan Muvahhidlerin emîri Ebu Yusuf Yakub’un (1184-1199) saflarına katılmışlardır. Oğuz beylerinden Şaban adlı birine İspanya’da yıllık 7000 dinar (yaklaşık 35 000 Ruble) geliri olan büyük bir dirlik verilmişti.” (s. 293)
Son bölümde, uygarlık tarihinden yansımalar kapsamında Amu-derya, Sır-derya ve Horasan bölgeleri işleniyor: “Tüm Türkistan gibi, Amu-derya havzasıyla ilgili detaylı bilgilere ancak Arap fetihlerinden itibaren rastlıyoruz. Kitab-ı Mukaddes’teki Gihon nehriyle ilgili rivayetlerden yola çıkarak, ülkenin eski kültürüyle alâkalı bir şeyler bulma girişimleri daha önce de başarısızlığa uğramıştı. Göründüğü kadarıyla İncil’de geçen nehir adı Amu-derya’ya ancak İslamî dönemde verilmişti. Nehrin eski Farsça adı Vahş, Yunanlılar tarafından ‘Oks’ şeklinde tercüme edilmiş ve günümüze kadar nehrin bir kolunun adı olarak korunmuştur. Yunanlılar, bu ismi nehrin orta akımlarında bir yerde işitmişlerdi, ama göründüğü kadarıyla Harezm’de de kullanılıyordu.” (s. 373)
Oldukça kapsamlı olarak hazırlanan bu eserde, derlemeyi ve çeviriyi yapan merhum D. Ahsen Batur’un emeğini vurgulamak gerekir. Ülkemize kazandırdığı diğer eserlerinde olduğu gibi burada da çevirinin ötesinde bir gayretle esere değer kazandırdığını, dipnotlarla, eklemelerle eseri çok daha fazla istifadeye hazır bir seviyeye çıkardığını görmemek mümkün değil.
Eser, Orta Asya üzerine çalışanlar için içeriği ve kaynakları itibariyle çok kıymet arz ediyor. Faydalı bir okuma olması dileğiyle!