Bir Hayalin İçinden Çıkanlar
Tarih, bazen hayalle gerçeğin arasındaki ayrımın ortadan kalktığı bir duruma ses verme amacı güdebilir. Zamanın katlanarak altında bıraktıklarını keşfe çıkan tarihçi, eldeki verilerin anlattıklarıyla ikna olmak ister. Ama insanoğlu kimi zaman inanma istediğine öylesine meftun olur ki hayal, mit, efsane gibi olguları gerçeğin yerine ikame ederek, bilinçli ya da bilinçsiz yalanların müptelası olur. Misal karşılaşılan olumsuz durumlarda kurtarıcı bir süper güce inanmak, kurtulmak için çaba sarf etmekten daha kolaydır. Günümüzde haber kaynağının bin bir teyide ihtiyacı olduğu düşünülürse, geçmişin söylediklerini daha kaotik hale getiren bilgilerin iyi bir biçimde elenmesi zaruridir.
Gumilev de tarihçi olmanın verdiği vicdani sorumlulukla, gerçeği sorgulamaktan çok gerçeği aramak şiarıyla muhayyel bir hükümdarlığın izini layıkıyla sürer. İlk aşamada Gumilev’in basit bir yol izleyerek muhayyel hükümdarlık var mı, yok mu sorusuna yanıt aradığı düşünülebilir. Oysaki hedeflenen amaç pragmatik olmaktan çok didaktiktir. Her akademik kitap kendi tezini ispata yönelirken, Gumilev tezinin ispatıyla kalmayıp metodun ispat üzerindeki işlerliliğini de kanıtlar.
Okurun hem teze hem de izlenilen yönteme aşina olarak ikna olduğu bu anlayışla Gumilev’in farklı bir metodoloji denediği savunulabilir. Aslında anlatılan olaylarla belli bir dönem ve yer tarihçinin hedefinde yer alır. Aşama aşama verilen bilgilerle Moğol intişarının öncesine ve sonrasına İç Asya cephesinden mercek tutulur. Bu dönemde ortaya çıkan, adından sıkça söz edilen, klasik kaynaklarda geçen Rahip Yohannes ve krallığı hakkındaki bilgiler sorgu sandalyesine oturtulur. Çıkan sonuçların ilginçliği kadar izlenilen yol da okura çok farklı bir dünyaların kapılarını açar.
Öncelikle Gumilev, kısıtlı bir bakış açısıyla sadece olayın tarihte kapladığı alanın izdüşümünü yansıtmayı hedef edinmez. O, adeta çok yüksek bir noktaya çıkar; hedef olayların geçtiği bütün bir sahayı ve zamanı içine alacak şekilde kuşbakışı gözlemleyerek tespitlerini genelden özele doğru sıralar. Zira olayların çapı beklenildiği kadar küçük değildir. Dedikodunun ve sınırları tanımayan sözlü şayiaların yarattığı hayali alanın çapı devletleri ve büyük insan kitlelerini içine alır.
Bilgi kirliliği ve söylentilerin yarattığı puslu havaya, nakilci tarihçilerin sathi değerlendirmelerinden kaynaklanan olumsuz tablo eklenince hem okurun hem de tarihçinin işi zorlaşır. Gumilev, bu çıkmazdan yoğun bilgi aktarımıyla eski ve yeni kaynakları layıkıyla sentezleyerek yol bulmaya çalışır. Her ne kadar bu metot okura ağır gibi gelse de aslında bilgi, büyük lokmalar şeklinde değil de daha hazmedilebilecek şekilde okura sunulur. Üstelik tarih disiplininin masalsı yönü Gumilev’in el yordamıyla okurun metne daha rahat uyum sağlamasının önünü açar.
Aslında ilk bakışta eserin sayfaları karıştırıldığında konu bütünlüğünün bölük pörçük olduğu izlenimi edinilebilir. Ama yazarın üslubu öylesine iyidir ki satırlar ilerledikçe anlatılan konuların her seferinde bağlamına daha iyi oturduğu fark edilir. Yine Gumilev’in diğer eserlerinde olduğu gibi farklı disiplinler etkin bir şekilde kullanılır. Bu eserin muadili olan başka eserlerdeki yoğun siyasi anlatının yerini dengeli bir biçimde tarihe yardımcı bilimlerden elde edilen bilgiler alır. Bunun en iyi örneği yazarın coğrafya malumatıdır. Hatta öyle ki yüzyıllar süren zaman dilimindeki coğrafik ve atmosferik değişimler hava durumu bülteni gibi sunulur. Bir tarihçi için coğrafya her ne kadar yeryüzünün şekilleri gibi algılansa da Gumilev’in verdiği bilgilerle bu fikir yıkılır. Zira Gumilev kendine has terminolojisiyle atmosferi (kendi deyimleriyle biyosfer, teknosfer) tarihi coğrafyanın kalbine oturtur.
Satırlar ilerledikçe zikredilen kavim ve yer adlarının yoğunluğu dikkat çeker. Aslında bu yoğun bilgi akışı yazarın uzmanlık alanı İç Asya tarihine vukufiyetini kanıtlar. Asya’da kavim ve yer adlarındaki çeşitlilik düşünülünce bazı konuları vazıh bir biçimde sunmanın zorluğu anlaşılır. Ama Gumilev burada da devreye girerek isimlendirmelerin filolojik ve kültürel kodlarını ortaya koyar. Milletlerin genetik kodlarını sıfırlayan bu kültürel ve sosyolojik isimlendirmelere dair tespitler ise yazarın güçlü bakış açısını kanıtlar niteliktedir. Özellikle diğer kavim ve gruplar tarafından hızlı bir biçimde benimsenen Tatar etnoniminin sürülen izleri Asya haritasındaki etnik şekillenişteki karanlık alanlara ışık tutacak şekildedir.
Eserin ana ağırlığının Moğolların kuruluş ve yayılışlarına ayrıldığı dikkatten kaçmaz. Moğolların ilk yılları ise oldukça karışık bazı soruların birbirine eklendiği bir bulmacayı andırır. Aslında yazar, muhayyel bir hükümdarlığın izini sürerek, bu tarz bilinmezlerin yarattığı merakın saikiyle nasıl hareket edilmesi gerektiğine dair tüyoları okurlarına verir. Misal Moğol tarihiyle ilgili kaynaklar sınırlıdır. İlk aşama da müellifi belli olmayan Moğolların Gizli Tarihi ve Reşidüddin’in Câmiu't-Tevârîh’i Moğol tarihine ışık tutmak amacıyla kullanılırlar. Bahsedilen eserlerde geçen bilgiler çoğu zaman kati hükümmüş gibi sorgulanmaksızın kaynaklardaki yerini alır. Ama Gumilev klasik kaynağa sadece nakli hedefleyerek yaklaşmaz.
Gumilev, bir Orta Çağ kaynağının nasıl tahlil ve tenkit süzgecinden geçirileceği hususunu ders verir tarzda anlatır. Elde edilen veriler ise çarpıcıdır. Aynı kaynak içinde birbirlerine zıt bilgiler, farklı kaynakların karşılaştırılmasıyla ortaya çıkan tezatlar eserde sunulur. Yine İgor Alayı Destanı gibi Rus tarihi açısından önemli bir destan eldeki doğruluğu kanıtlanmış malzeme ile gerçeklik testine tabi tutulur. Bu açıdan eserin metodolojik yönünün güçlü olduğunu ve yazarın tecrübelerini yansıttığı söylenebilir. Özellikle yazarın mezkûr eserinde yer verdiği bilimsel araştırmalarında kullandığı alan-zaman cetveli, kronolojik tablo ve haritaların tarih bilimiyle uğraşanlara metodolojik olarak yeni yaklaşımları kazandırması mümkündür.
Her yazar metodolojik yaklaşımıyla beraber edebi üslubunu da okurlarına yansıtır. Gumilev, bir olayı neden-sonuç ilişkisini önceleyerek anlatırken; olayların az bilinen, enteresan, gizli ve anlaşılmaz yönlerini de ortaya koyar. Misal Asya’da kullanılan zehirli okların nasıl yapıldığı, düşmana nasıl etki ettiği, oklara maruz kalanların zehrin etkisini nasıl ortadan kaldırdığı gibi bilgilerden bahsedilir.
Üstelik satır aralarında enteresan bilgileri vermekle beraber eserin üst düzey kaynak statüsüne ulaştığı kısımları da mevcuttur. Misal Asya’nın dini tarihi hususunda sunulan bilgiler din tarihini merkeze alan birçok kitapta yoktur. Zira birçok dinin merkezinin Asya olduğu düşünülürse eserin önemi daha iyi anlaşılır. Ayrıca büyük semavi dinlerden ziyade dinlerin alt fraksiyonları, mezhepsel farklılıkları, yayılım alanları, çatışmaları ve Asyalı liderlerin dini tutumları satırlar arasında ayrıntılı sunulur.
Sonuçta, şayet tarih okuyorsanız yeni bilgilerle karşılaşmak sizi şaşırtabilir ama yeni bir bakış açısı kazandıran bir yöntemin pratik sunumuna şahit oluyorsanız şaşkınlığınız daha da artar. Üstelik sadece şaşkınlık da söz konusu değildir. Tarihe bakış açınızı temelden değiştiren bazı bilgiler yeni bir anlayışla eserlerin değerlendirilmesinin önünü açar. Gumilev tarihe karşı olan perspektifinizi değiştirecek güçte bir yazardır. Misal klasik kaynaklara ve destanlara Gumilev gibi yaklaşırsanız sorgularınızın bilimsel sonuçlarına istinaden şüphelerinizin yerini kendi tarih teziniz alır. Zaten tarih yapmak da bir anlamda Gumilev’in metodolojik yolunu izlemekle amacına ulaşır.