Bulunduğu yeri değiştirmek anlamına gelen yolculuğun nasıl hayra vesile olacağını ve yolculuk esnasındaki farkındalığı işleyen kitabı tavsiye ile başlayalım söze. Alıntılar şöyle:
TAKKECİ İBRAHİM’İN ÜZÜMÜ
Kapalıçarşı’nın takkeci esnafından İbrahim bir gün düşünde Efendimiz(sav)’i görecek ve kendisine, bulunduğu mahalle camisini süsleme görevi verilecek! Takkeci İbrahim, gördüğü düşten emin olamadığı için, ayın düşü üst üste görmek zorunda kalıyor. Düşünde Efendimiz tarafından kendisine emir buyruluyor ki, Bağdat’ta, belli bir yerdeki asmanın üzümünü yesin. Oysa Takkeci İbrahim canı gibi sevdiği camiyi süsleme hayalleri kuruyor. Fakat düşünde gördüğü buyruk da kesin. Takkeci İbrahim bu camiyi süslemek istiyor ama hayalindeki süsü caminin duvarlarına geçirebilmesi de paraya bağlı. Takkeci İbrahim çarnaçar yola düzülüyor, Bağdat’a ulaşıyor, düşünde kendisine tarif edilen asmayı buluyor. Asmanın altında bir adam oturuyormu. Adamla tanışıyorlar. Takkeci İbrahim, başından geçenleri anlatıyor. Adam Takkeci İbrahim’i dinledikten sonra ona diyor ki: “Allah sana akıl fikir versin, iki salkım üzüm yemek için ta İstanbul’dan kalkıp buralara gelmişsin. Ben de bir süredir bür düş görüp dururum, düşümde, İstanbul’daki bir caminin duvarının temelinde bir küp altın bulunduğunu, onu almamı telkin eder.” Takkeci İbrahim, adamın anlattığı caminin, tam da kendisinin süslemek istediği cami olduğunu hemen anlar ve adama: “Ben, Bağdat’taki asmadan yemem gereken üzümü yedim, gidiyorum, hadi, sen sağlıcakla kal” diyerek onunla vedalaşır ve İstanbul’a döner. Tarif edilen duvarın dibindeki küpü bulup çıkarır ve elde ettiği altın karşılığında camiyi de istediği gibi süsler.
Yolculuk, bir güzergah üzerinde durmadan bir yöne doğru ilerlemekten ibaret değildir. Yolculuk kimi zaman zaman tünellerinden geçmeyi de gerekli kılar.
Takkeci İbrahim’in kıssasından şu hisseler çıkar:
1.İnsan nasibini arıyor, onu buluncaya kadar çaba göstermesi gerekiyor; aramadan (çaba sarf etmeden) bulması mümkün olmuyor. Takkeci İbrahim, remzleri bile değerlendirecek kadar uyanık bir insandır; düşünde gördüğünü değerlendirmesini bilmiştir.
2.Takkeci İbrahim’in Bağdat’taki asmadan gerçek üzüm yeyip yemediğine dair kıssamızda bilgi yoktur. Ama bu üzüm, Takkeci tarafından iki anlamda yorumlanmıştır: Birisi, bilgi anlamında; öteki nasip anlamında. Takkecinin, Bağdatlı adamın küpteki altına dair gördüğü rüyayı: “Ben yiyeceğim üzümü yedim” diye cevaplaması (yorumlaması) onun, elde etmek istediği bilgiyi öğrenmiş olduğunu tazammun ediyor.
3. Takkeci İbrahim, kendisine rüyasının tabirini sorma zahmetini ihitiyar etmemiş olan Bağdatlı zatın rüyasında gördüğü altın küpünün kendi nasibi olduğunu kabul ediyor ve bu hususta Bağdatlıya herhangi bir açıklamada bulunmuyor ve zaten bulunması da gerekmiyor. Çünkü o kendisinin nasibidir. Takkeci, kendi düşünün tabiriyle ilgilenmiş, üst tarafını üstüne vazife bilmemiştir.
4.Aslında, Bağdatlı zatın rüyasının ardına düşerek İstanbul’a geldiğini ve oradaki bir küp altını onun bulduğunu farz etmek hikmete aykırı düşmektedir. Çünkü bu durumda, Takkeci’nin nasibine de, o kadar meşakkatten sonra, sadece iki salkım üzüm düşmüş olacaktı ki, bu onun tasarısını (camiyi süsleme işini) gerçekleştirebilmesinin yolunu açmayacaktı. Anlaşıldığı kadarıyla onun (Bağdatlı zatın) o altına ihtiyacı olmadığı gibi, onunla yapmak istediği bir işi de yoktu. O, o asmanın altında, kendisinin de farkında olmadığı bir bilginin kaynağı olarak duruyordu. Misyonu, Takkeciye, ona gerekli olan bilgiyi vermekten ibaretti.
5.Fırsat herkesin önüne eşit biçimde getirilmiş olmasına rağmen, ondan istifade etmesini bilmek yalnızca bir hedefi olana nasip oluyor. Fırsat herkes için belki eşit bile değil:Takkeci rüyasında iki salkım üzüm, Bağdatlı zat bir küp alrın görüyor. İki salkım üzüm gören onu değerlendirince bir küp altını da elde edebiliyor; fakat bir küp altını gören onu değerlendirmeye teşebbüs etmeyince iki salkım üzümden bile mahrum kalıyor.
6.İhtiyacımız olan bilgi, bir yerlerde, kuvve halinde duruyor. Ancak kuvve halindeki o bilginin fiil haline çıkartılması, ona ihtiyaç duyan kişiyi veya kişileri bekliyor. Bilinçli olarak tayin edilmiş bir hedef, kendi güzergahında, kendine lazım bilgiyi farkediyor ve o bilgi her nerede ve kimde olursa olsun, onu keşfetmekten mahrum düşmüyor. Öte yandan, böyle bir bilgi, bizzat sana tevdi edilmiş bile olsa, senin hedeflerin arasında o bilgiden istifade etmeyi gerektirecek bir bir behre (hisse, nasip) bulunmuyorsa, sen, kendinde olan bilginin (ve haliyle başka imkanların) bile farkına varamıyorsun. Çünkü o istikametteki feraset ve basiret, o istikametteki yolcunun nasibi olarak konuşlanmış bulunuyor. (s. 53-56)
Kötü olan aşktan mahrumiyettir. Aşk yoksa herhangi bir yere yönelmenni potansiyeli elde bulundurulmuyor demektir. Oysa aşk varsa, sorun, ona yön belirlemek olarak ortaya çıkar. Böyle bir sorunla baş edilebilir. Ama öbür türlüsünde, yani bir boşluğa yuvarlanmış olma halinde neyle başa çıkacaksın? (s.62)
İbnü’l-Arabî, Süleyman ed-Denbelî’den bir sohbet nakleder. Bir vakıada Cenab-ı Hak Denbelî’ye kendi mülkünün azametinden bahsedince, o da: “Yarabbi benim mülküm seninkinden daha büyüktür, demiş ve izah etmiş: Yarabbi çünkü, sana dua ettiğim zaman bana cevap verirsin, senden bir şey istediğim zaman ihsan edersin. Senin mülkünde senin gibi (bir Allah) yoktur, fakat benim mülkümde sen varsın!..” (s.175)
“Oku” buyruğu neyin okunmasını öngörüyordu dersiniz? Buyruğu verenin kendi zatının ve o zatın halk ettiği ayetlerin(işaretlerin) okunmasını değil mi? Belli bir düzlemde harfsiz, hecesiz, kelimesiz ve sessiz bir halde bulunan bu evren, onu okuyan tarafından dile getirildiğinde (tercüme edildiğinde) ancak harflerin ve seslerin dolayımına sığınmak zorunda kalmıyor mu? Ve böylece gene evrenin bir halinden başka bir haline geçilmiş olmuyor mu? Ve aslına bakılırsa ilim denen faaliyetin de bu paradoksun çözümlemesine matuf bir çaba olduğu söylenemez mi? (s.183)