Sinema insanın aynasıdır, yaşamının arka planındaki görünmeyenleri, görülmesini istemediklerini, hayallerini, umutlarını, kaygılarını bir rol modeliyle aktarımıdır. Aslında izlediğimiz her rol gerçek hayatımızdan bir kesittir; hayallerimiz, umutlarımız, kaygılarımız, acılarımız ya da tutkularımızdır. Oyuncular da sadece birer “elçi”dir, bizim perdeye yansımış hallerimizdir aslında. Birçok filmde, filmin hepimiz için farklı anlamlar ifade eden bir sahnesinde kendimizi bulmamız, kendimizle ilişkilendirmemiz hatta o sahnelerin üzerimizde neredeyse psikoterapötik bir etki yapması da bundandır. Bazen bizimle benzer sorunları yaşayan bir oyuncunun bu sorunlarını nasıl çözdüğünü kendimize model alırız; biz de öyle çözmeye çalışırız. Bazen bizim çözümleyemediklerimize çare ürettiği için ona hayran kalırız. Bazen o karakter bize uzun zamandır bastırdığımız bir kaybı, yası, acıyı çağrıştırır, yıllardır kimse görmesin diye saklanılmaya çalışılanı ortaya serer. Bazen o oyuncuyla birlikte ağlarız, korkarız ya da mutlu oluruz. İzleyici rolünden çıkıp filmin gerçek kahramanı ya da intikam peşinde koşan kötü karakteri olabiliriz; o bizizdir aslında, bizim yansımamızdır. Bazen de belki de yıllardır bilinçaltımıza bastırdığımız bir sorunumuzu o sahne ya da oyuncularla fark ederiz. Filmler bize bütün bu farkındalıkları, iç yolculukları, keşifleri sağlaması açısından da belkide sanatın en değerli, özgün, yaratıcı dalı olarak görülebilir.