Dönüp dolaşıp bu yere geldik.
“Ben kimim?”
“Ben” denileni tanımaktan daha önemli bir şey bilemiyorum. Çünkü bilinebilir her şeyi onunla biliyoruz. Hissedilebilir her şeyi onunla hissediyoruz. Yapılabilir her şeyi onunla yapıyoruz.
Ama onu bilmiyoruz.
Belki onu “bilmekten” kastımızın dahi ne olduğunu bilmiyoruz.
Bir kere algılarımıza “fazla” bağlıyız. Bizden, yani bu beden & zihin formunun içinden algılayanın “kendisini” sezmedikçe, bin bir filtreden geçip de “gerçek” diye önümüze konulanı yemek veya onunla kavga etmek dışında pek bir şey yapamıyoruz. Oysa, hislerimizin, duygularımızın ve düşüncelerimizin müşterisi olmak zorunda değiliz, çünkü bizi yanıltabilirler. Duyularımız hem özümüze bir yönüyle işaret eden, hem de onu örten gölge oyunları gibiler. Platon’un mağarasında şu seyrine dalıp gittiğimiz, âdeta transına girdiğimiz “ben” hissinin ve kurmaca kimliklerimizin arkasında bir “Ben” var oysa…
Halin ne ise müşteri sen oldun o hale,
Noksanı meğer adl-i ilahide mi sandın?
Kenan Rifai Hz.
İnsan hayatı boyunca birçok şey öğrenebilir, birçok manevi deneyimle renklenip halden hale geçebilir. Arayışı uğruna dünyayı gezebilir, kavramların altını üstüne getirebilir. Disiplinli bir biçimde yıllarca kendi üzerine çalışabilir, hatta ben’ini yok etmeye, “hiç” olmaya çalışabilir. Ama dönüp dolaşıp geleceği yer burasıdır: Hiç olmak isteyen o “ben” kim? Benlik nedir? Onun için bakılması gereken ilk ve son yere bir bakış denemesidir bu yazılar...
İnsanın kendi (y)le bir muhabbetidir…
Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir” dediği noktaya yoğunlaşmadır. “Şeyleri” ve teknikleri vs. düşünme değil, düşünen “özne” üzerine düşünmedir. Eylemlerimizi, duygularımızı ve zihnimizi değiştirmeden evvel ona ev sahipliği yapan “ben” dediğimiz şu yanılsamayı görmek denemesidir. Çünkü kapıyı o tutuyor.
Ve nedense, zat’en açık olan bir kapıyı “açmak” için kilitler ve anahtarlar tasarlayıp duruyor.