“O benim ne vaktim oradan geçeceğimi âdeta ezbere bilirdi, demliğin altını kısıp bir çırpıda kumrala çalan saçlarının üzerine tül eşarbını örter, sudan bir bahane ile pencerenin başında alırdı soluğu. O esnada kapının önüne tünemiş ihtiyarlardan çekinircesine bakışlarımı yakalamaya çabalardı. İskemlesini koltuğunun altına sıkıştırmış hırdavatçı yarım ağızla: “Ustam, bu yokuş başını kesen pejmürde tahta yığınından hayır yok sana. Bak sen beni dinle, Yıldız’a geçiver. Yıldız düz ayaktır, rahat edersin,” demeyegörsün babası olduğuna ihtimal verdiğim kır saçlı adam kestirip atardı. Bu kestiriş gönlümü hafifletirdi; ne vakit oradan geçsem onu göreceğimden emin olurdum. Gel zaman git zaman yıllandı hatıralar. Bizim yaşanmışlıklar zincirimiz pencerede amansız bekleyişlerden ve sade tebessümlerden ibaret kaldı. Ne o aşağı kadar zahmet edip karşıma çıkmaya cesaret edebildi ne de ben başımı azıcık kaldırıp onunla konuşmaya güç yetirebildim. Ben yıllar yılı adını dahi bilmediğim bir sureti sevdim.”