Gün döndü, devran döndü; aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Rotasyon icabı tayinimin çıktığı Kütahya ilinin Simav ilçesinin İmam Hatip Lisesi’nde görev yaparken nöbetçi öğrenci koşarak yanıma geldi:
“Hocam sizinle görüşmek isteyen bir ziyaretçiniz var, gelsin mi?” dedi. Ben de: “Buyursun,” dedim.
Nöbetçi öğrenci biraz sonra yanında yürüyen uzun boylu, beyaz tenli, kaytan bıyıklı levent bir delikanlıyla çıkageldi. O, bizi hemen tanıdı. Biz, birazcık tereddütten sonra gözlerinden yakaladık Mehmet’i. Sanki bir kez daha kavuştuk Konya sokaklarında Şemsi Tebrizî ile Mevlana. Sanki “ney” bir kez daha inlemeye başladı Yeşil Kubbe altında.
Felekten birkaç gün çaldık Mehmet’le. O, İstanbul’da okumakta olduğu Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Elektronik Fakültesi Bilgisayar Bilimleri Mühendisliği’nden bahsetti. Biz görüşmediğimiz yıllarda yaptıklarımızı anlattık.
Yedik içtik, gezdik dolaştık. Konuştuk, konuştuk. Sonra ayrılık günü ve saati geldi.
En son otobüs camından sağ elini salladı, ben yerden biraz yüksekçe perondan iki elimi salladım. Gitti!
O gitti ama düşüncelerim gitmedi. Giden o insan bizi görmeye niçin gelmişti? Biz hacdan gelmemiştik ki ziyarete gelsin. Siyasi bir kişi değildik ki istikbal kapılarını aralamayı düşünsün. Akrabalarından bir aile büyüğü değildik ki el öpmeye gelsin. İşte bu ziyaret bütün bunların dışında bir mana taşıyordu.
Bu ziyarette belki o, bir vefa örneği göstermişti. Belki de kendince manevi değeri olan bir iş yapmıştı. Şüphesiz ki o, insanlığını ortaya koymuştu. Büyük bir ruha sahip olduğunu göstermişti.
Peki, biz niçin bu kadar sevinmiştik? Bu kadar duygulanmıştık? Yoksa öğretmenliğin güzel yönlerinden biri de bu muydu?