Konuştukları dil ortaktı fakat bu insanlar Vedat için yeterince yabancıydı. Güvenebileceği ya da güvenemeyeceği insanları birbirinden ayıramıyordu. Sevebileceği ya da sevemeyeceği insanları birbirinden ayıramıyordu. Kiminle tanışabileceğini tartamıyordu, kiminle muhabbet kurabileceğini bilemiyordu. Sokaklarda dolaşmakla meşgul olan bu kalabalığa hissettiği yabancılık öyle bir boyuta ulaşmıştı ki onları kendinden büyük görüyor, kendini küçümsüyordu. Bu büyük şehirde, oldukça mühim bir işler peşinde koşuyormuş gibi görünen bu insanların uhrevi bir ödevleri vardı sanki! Herkes bütün her yeri bilmekteydi, tüm otobüs hatlarını, tüm metro duraklarını, tüm sokakları ve bu şehirde adım atılabilecek her bir noktayı! Vedat ise şehre olan yabancılığını bir tür güçsüzlüğe dönüştürmüş bulunmaktaydı. Öylece yürüyor, yolunun sonu nereye çıkacak bilmiyordu ve bu bilgisizliğinin onu korkutmasına izin veriyordu. Zira kendini yardıma muhtaç hissediyor ve kendine sürekli olarak çeşitli konularda yardım etmiş bu yabancı kalabalığı, üstün bir insan türü olarak görmekten kendini alıkoyamıyordu.