Rum ve Türk halkı işte böyle uzun yıllar beraber yaşadı. İçtikleri suları, aşlarını, gözyaşlarını, sevinçlerini, hoş sohbetlerini paylaştılar. Hangi mezhepten olurlarsa olsunlar kimse kimseyi hor görmedi, incitmedi. Aksine bu dünyada sadece insan olarak var olduklarını çok iyi biliyorlardı. İyi insanların memleketiydi burası. Evvelden aşinaydı sanki birbirini seven kalpler. Güzeller güzeli Rum kızı Eleana, yüreğini Türk genci Mehmet Emin’e emanet etmişti bu yolculukta. Bir daha gelmedi böyle sevda Apolyont’a. Nice gönüller kavuştu ama onlarınki başkaydı. Ne Rum halkı ne de Türk halkı memleket dediği bu topraklardan, Apolyont’tan hiç vazgeçmediler. Bu onun hikâyesi, küçük bir adanın hayata karşı sımsıkı duruşunun hikâyesi. Yüzyıllardır süregelen macerasında hâlâ umudunu yitirmeden, “Ben daha ölmedim,” deyip evlatlarını bağrına basan Apolyont’un hikâyesi. Ne acılara ne sevdalara ne mutluluklara şahitlik etti. Sevgi doğanın ikinci güneşi olduğu gibi o da onu sevenlerinin ikinci güneşiydi. Bir ada, içinde Binbir Gece Masalları’nı kıskandıracak türden yaşamın en derinliklerinden gelen hayatın kendisi. Ne göçler ne aşklar ne dostluklar. Çok hikâye yazıldı adına ama o kendi hikâyesini yıllar önce yazmıştı zaten. Ağlatmıştı koskoca çınarı sevdası ile.