“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / Hiçbir yere gitmiyor” der Edip Cansever şiirinde; Çocukluğumun Tanrısı da işte o hiçbir yere gitmeyen gökyüzünde doğmuş bir aşkı anlatıyor. Aşkın insanı nereye götürebileceğini bir çocuğun cesareti, samimiyeti ve gözlemleriyle anlatıyor.
Başkalarının tanrısına kafa tutarak anlatmaya başlar Anış ve çok geçmeden kendi tanrısını yaratır. Uzaktaki her şeye âşık olduğu yaşlarda bambaşka bir iklimden gelen ve kendilerine hiç benzemeyen pilota tutkuyla bağlanır. Bu bağı koparmamak için kimi zaman hayallerinden kimi zaman hayatın sıradan gerçekliğinden güç alır. Sonunda kaptanı kendisiyle tutmanın bir yolunu bulur. Mektuplar gider, mektuplar gelir. Kimi zaman bu sessiz çığlıkların zarflara sığmadığı da olur.
Okuduğu yatılı okulun görüşme odasında kaptanın oğlu babasının öldüğünü söylediğinde Anış bir yol ayrımına geldiğini anlar. Ya diriltecektir sözcükleriyle o Tanrı’yı yeniden ya da ölümün yollarından birini kendisi için seçecektir. Ama aşkın büyüsü kolay bozulmaz. Üstelik öldü denilen kaptandan ona hâlâ mektuplar gelmektedir. Anış bir dua gibi üfler sözcüklerini ölüler ve diriler dünyasına, mektuplarıyla. Yaptığı belki de hem kendisinin hem kaptanın yeniden dirilmesi için bir kalp masajıdır.
Şaşırtıcı sonuyla aşkı, hüznü, arayışı kalbinizin bütün odalarında hissedebileceğiniz bir roman bu. Çocukluğumun Tanrısı, gerçekliğe ve ölüme karşı bir meydan okuyuş.