Ali Şeraiti, niteliksel bir bilinç düzeyiydi. O düzeyde sağcılık, solculuk, İslamcılık, milliyetçilik anlamsızlaşıyor. İnsan, varoluş, tarih, adalet, özgürlük ve arayış evrensel bir anlam kazanıyordu. Bir Müslümana da, Ateiste de, Hıristiyana da, Budiste de konuşuyor, ortak, evrensel ve insana ait bir dil kullanıyordu. Kurumsal dinleri, dogmalaşmış ideolojileri, bütün yerleşik kurumları ve kuralları sotguluyor, her şeye yukardan ve derinden bakmanın özgüvenini kazandırıyordu. Sonuçta, İran'da ve Türkiye'de Ali Şeraiti'nin bu kadar çok ve benzer düşmanının olması tesadüf değildi. Hepsinin ayakları altındaki halıyı çekiyor, hepsinin kullaştırdığı insan tipini özgürleştirip bilinçlendiriyordu.
Ali Şeraiti okuyanlarla okumayanlar arasında her zaman düzey, zeka ve bilinç farkı oldu. Şeraiti okumayanlar, yeşil kuşak İslamcılığına kolay yem oldular. Çünkü dertleri, davaları, düzeyleri, hep güdük kalmıştı. Geleneksel dini literatürle, alışıldık ezberlerle ve bir yığın tabuyla, ne dünyayı anlamak ne de anlamlı bir gelecek tasarlamak mümkün olmuyordu. Belki de bu nedenle, "yeşil kuşak İslamcılığı", yerel ve genel iktidarlardan, toplumsal servetten ve statü ve ün dağılımından istediği her payı fazlasıyla aldı ama, hiçbir zaman muktedir olamadı, kişilikli insanlar çıkartamadı, güven ve umut veremedi... Veremezdi de...