Muazzez hep ayakta duruyor, kapıya doğru yavaş yavaş çekiliyordu. Namık bütün kuvvetini sarfetmiş bir adam halsizliği ile oturdu ve birden sesi hafifleyerek, ağır ağır, ağlar gibi, inler gibi, kendi kendine yapayalnız inler gibi söyledi: “Seni son defa olarak görmek istedim. Birkaç güne kadar Kayseri’ye naklediyorum. Seni son defa olarak bir kere görmeden gidersem yaşayamayacağımı hissettim. Seni bilsen nasıl sevdim, Muazzez! İlk önce ben de anlamamıştım. Bilmem ki nasıl oldu, neden oldu!” Sonra omuzlarını silkerek güldü. “Amma da aptalım ha! Neden oldusu, nasıl oldusu var mı? Seni görüp de sevmemek kabil olur mu? Ne kadar güzelsin Muazzez, ne kadar güzelsin! Bak artık bütün hayatım kahır içinde geçeceği halde yine, ‘Keşke seni görmeseydim!’ diyemiyorum. Kahrolacaksam da ne beis var! Madem ki gözlerimde senin hayalin yaşayacak!” Muazzez kapıdan yavaş yavaş dönmüştü. Bu sesin, bu ıztırabın, bu aşkın mukavemet edilemez cazibesi kendisini çekiyor, göndermiyor, yaklaştırıyordu. Onu Sait herhalde bu kadar sevmemiş, böyle inleyerek, böyle çıldırarak, böyle helak ola ola sevmemişti. O yalvarmaya hiç muhtaç olmamıştı. Buna mecbur olsaydı da herhalde bu kadar acı ve bu kadar yakıcı şeyler söyleyemezdi. Çizgileri derinleşmeye başlayan bu tıraşı gelmiş yüz, elbette Sait’in yüzü gibi taze ve güzel değildi. Fakat bu daha kudretli, daha canlı ve ihtiraslı, daha erkek bir yüzdü. Ve ona doğru uzanan eller Sait’in elleri gibi beyaz ve mevzun değil, lakin ihtiras ve perestiş dakikalarında da daha güzel, hele daha vahşi okşayacak ellerdi.