Hz. Peygamber döneminden hicrî ikinci asra kadar geçen sürede amel karakteri baskın olan Klasik fıkhın, kurucu imamlarla birlikte ilim karakteri de baskın hâle gelmeye başlamıştır. “Amel”den “ilim”e geçiş sürecinde tasavvur denilen kavram oluşturma, oluşturulan kavramlar üzerinden terminoloji geliştirme, inşa edilen terminoloji üzerinden tasdik denilen önerme kurma gibi önemli ve titiz çabalar Klasik fıkhın alın teri faaliyetlerinden sayılmaktadır. İslam’ın Doğu Akdeniz’e geçişi ve ötekinin ilmî müktesebatı ile iletişim ve etkileşimi Müslüman zihnin önüne entelektüel bir ortam koymuştur. Bu etkileşim onların uhdelerine kendi düşünce evrenini kurmak gibi bir ödev yüklemiş ve onlar da kendindelik bilincinin oluşmasına ve gelişmesine katkı sağlamıştır. Geliştirilen kendindelik bilinci sadece öteki ile tanışma, konuşma, soru sorma, cevap verme, tartışma ve hesaplaşmayla sınırlı kalmamış aynı zamanda benzer aktivitelerin kendi aralarında gerçekleşmesine de vesile olmuştur. Nitelikli soru sormak, nitelikli soruya o nispette nitelikli cevap vermek taraflara o oranda üstünlük ve ayrıcalık kazandırmıştır. Soru ve cevaptaki niteliğin egemenliği taraflara güç bahşederken aslında bu güç taraflara özgü değil bizzat hakikatin keşfinedir. Nitelikli soru nitelikli cevaba, nitelikli cevap ise o kıvamda hakikatin keşfine açılacak bir münâzara dilinin inşasına götürmüştür. Düşünen, düşündüren, eleştiren, hakikatin keşfine odaklanan ve fikrin organizesini kendisine gaye edinen münâzara ilmi fıkhî bilginin sürekliliğine ve devinimine katkı sağlayan önemli araçlardan biridir. İşte bu metin Klasik fıkhın, teorik ve pratik zemini ile taşıyıcı ve geliştirici araçlarından biri olan münâzara ilmini fıkhî konular üzerinden anlamayı amaçlamaktadır.