“Safâ ve saffet” kökünden geldiği dikkate alınırsa tasavvuf; gönlü ve kalbi Hakk’ın dışındaki bütün ilgi ve alâkalardan temizlemek, kişinin gönül noktasından başlayarak iç dış bütün hayatını kuşatan bir çerçevede devam etmek üzere, diri bir Allah şuûru ve keskin bir İlâhî zevk duygusuna bürünüp Hakk’tan bir an bile gafletin bulunmadığı İslâmî bir hassasiyete sahip olmak demektir. Unutulmamalıdır ki Hakk’ın huzuruna ancak “kalb-i selîm” ve yüz akı ile çıkılabilir.
“Allah hiçbir kulunun göğüs boşluğuna iki kalp koymamıştır” âyet-i celîlesi bu düşüncenin bir delili olarak düşünülebilir. Bizi gaflet ve nisyâna sürükleyerek Allah’ı unutturan duygular, dışımızda değil, umûmiyetle içimizden gelen his ve heveslerdir. “Hevâ ve hevesini ilâh edineni gördün mü?” âyetinde bu durum ne güzel anlatılmaktadır. Bizi yerine göre isyan ve nisyâna sevk eden şeyler bu tip iğreti câzibe ve geçici ilgilerdir. Kâ’b bin Mâlik’i (r.a.) Tebûk savaşına iştirakten alıkoyan sebep, onun “kızgın güneş altında gölgeye ve olgun meyveye olan düşkünlüğü” idi. İşte tasavvuf, bizi gaflete düşüren ve mâsivâ denilen bu tür ilgi ve alâkalardan kopararak “Ne ticâret ne de alış-verişin Allah’tan alıkoymadığı insanlar” seviyesine yükseltmek, rûhu, nefsin, hevâ ve hevesin getirdiği gafletten tasfiye ederek, arındırmaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in isminin Mustafa olması, diğer peygamberler için “ıstıfâ, yestafî, ıstafeytüke, estafî ve ıstafâki” gibi tasavvuf kökünden türetilen kelimelerin sıfat olarak kullanılması, tasavvufun menşei bakımından düşünülmeli, onun ne kadar yerli ve İslâmî olduğu anlaşılmalıdır. Zîra rûhun “Bezm-i elest”teki saffetine eren peygamberler ancak vahyi alabilmekte idiler. Peygamberliğin şartlarından biri de rûhun İlâhî karakterini muhâfaza ederek günah ve ma’siyyetle lekelenmemesidir. Bu yüzden tasavvuf; “Allah ve resûlünün ahlâkı ile ahlâklanmak” ve böylece “istifâ”nın kulda tecellî ve tahakkuku için gösterilen bir cehd ve gayrettir denebilir. İki sultana birden kulluk edilemez. Kalbin bir anda yönelişi tek şeyedir. Ya maddeye ya da Allah’a kulluğu her an Allah ile beraber ve O’nu her an hissederek yaşamak gerekir. Bu durum Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dilinde “İhsan” şeklinde ifâde edilmiştir.