Hafız, yıllar süren sabır ve azimle tamamladığı hafızlık yolculuğunun ardından, emeklerinin manevi bir ödülü olarak hocasıyla birlikte ilk kez kutsal topraklara gitmenin heyecanını yaşıyordu; bu yolculuk onun için sadece bir seyahat değil, ruhunu derinlemesine sarsan ve yücelten bir arınma vesilesiydi; valizini hazırlarken, gönlünü de bu kutlu yola hazırlıyor, aldığı her nasihatle yüreğini daha da olgunlaştırıyordu; Medine’ye adım attığında kalbi tarifsiz bir coşkunun içine düşmüş, Ravza-i Mutahhara’da gözyaşlarıyla kılınan ilk namaz, hafızlık yolundaki tüm yorgunlukları silip götürmüştü; Mekke’de Kâbe’yi ilk gördüğü o an, iç dünyasında kopan fırtınalarla birlikte dizlerinin bağı çözülmüş, ellerini semaya kaldırıp dua ederken, ezberlediği her ayetin, sabrettiği her anın, aslında bu an için olduğunu tüm benliğiyle idrak etmişti; bu umre, onun ruhunda yeni bir kapı aralamış, sadece bir hafız değil, kalbiyle de olgunlaşmış bir insan olarak geri dönmesini sağlamıştı; artık Kur’an’ı sadece ezberleyen değil, onun manasını yaşamaya adanmış bir yürek olarak, bu unutulmaz yolculuğu daima içinde taşıyacaktı; ve işte bu satırlar, Türkiye’de ilk kez bu alanda roman tarzıyla kaleme alınmış bir eserin parçası olarak, hem hafızlık sürecinin içsel derinliğini hem de kutsal topraklara yapılan manevi yolculuğun eşsiz izlerini edebi bir dille gözler önüne seriyor.