Seneler evvel okuduğunuz bir hikâyenin dimağınızda bıraktığı iz nedir? Peki, geri dönüp şöyle bir baktığınızda bu iz ne zamana kadar sürebilir? Ya okunan öyküler nereye kadar tüm berraklığıyla hatırlanabilir?
Bazen okuduğunuz öyküler yaşamda karşılaşamayacağımız onca tecrübeyi sayfaların arasından önümüze seriverir. Tabiri caizse hayattan daha hızlı büyütür. Tavsiye almadan avuçlarımızın içinde açılan birer penceredir adeta. İnsanı yalnızca dış çevreye veya yaşama ait olanla değil kendiyle, benliğiyle, fikirleriyle, hayalleriyle, duygularıyla da karşı karşıya getirir. Tanımadığı, keşfedemediği bir yüzünü gösterir, aydınlığa ulaştırır. Murathan Mungan hikâye için şu sözleri duyurur bizlere: “Çoğu hikâye, etki gücünü ışığa çıkardığı bu anların aydınlığından alır ve bu özelliği nedeniyle hikâyenin diğer anlatı türlerine göre “büyümenin” kendi içimizde eşik atlama anlamına gelebilecek yanıyla daha doğrudan ilişki kurabilme gücüne sahip olduğu da söylenebilir”.
Şu an parmaklarınızın arasında olan bu eser Rasim Özdenören hocamızın tavsiyesi üzerine, her biri yoğun dil işçiliğinin ürünü olan kısa, derinlikli ve vurucu hikâyeleriyle Türk hikâyeciliğine yeni bir yol açan “İmkânsız Öyküler” kitabının devamı niteliğinde kırk kalemin el ele vermesiyle bir araya gelmiş bulunmaktadır.
Sözü fazla uzatmadan hikâyeler kapısını açıyor, gerisini kırk gönlü güzel kaleme, yüreğinde pencereler açan okurlara bırakıyorum.