Kıyamet kopmuştu. Herkes saldırıyordu ona... Kendisiyle yapılmış olan söyleşide yazıldığına göre, gazeteciye lakayt bir ifadeyle “Size ne yahu!” demişti. “Milyonları bulan bakım ve onarım harcamalarını siz mi cebinizden karşılıyorsunuz?” Hem de aynen bu üslûpla! “Otel yatırımı için dünya kadar para harcayacağım, sonra otelimi kimse görmesin isteyeceğim! Neyim ben? Salak mı?” Bazıları “Reklamın kötüsü olmaz” der ya hani… Her zaman doğru mudur bilemem ama bu defa işe yaramıştı doğrusu! O tarihten birkaç hafta sonraydı. İyi giyimli, ilerlemiş yaşlarda, gözlerinden, fazlasıyla görmüş geçirmiş olanlarda rastlanan hanımefendice bir hüzün okunan bir kadın kapımı çaldı. O köşkün mirasçılarından biriymiş. Benden bir roman yazmamı istediğini söyledi. Ailelerinin hikâyesini... Başlangıçta, itiraf edeyim gazete haberlerinden kaynaklanan bir merakla, biraz da nezaketen dinledim onu. Pek de fazla ciddiye almadım. Şu zenginlere özgü egosantrizmden mustarip olduklarını ciddi ciddi düşündüm hatta. Kim ne yapsındı ki onların ailelerinin içinden geçtiği badireleri? Veya daha doğrusu hiç geçmediği badireleri! Fakat dinledikçe ilgi çekici de bulduğumu yadsıyamam. Zira kahramanların bazıları pek de öyle sıradan insanlar değildi! Onunla uzun uzun konuştuk. Bana, “Çok fazla belge var,” dedi. “Ben kendim yazabilmek isterdim, ama becerememem doğrusu.”
Utanmış ve sıkılmış görünüyordu.