“Bir de benim Akif’im var. Bu Akif, hayatımın otuz üç senesidir. Bu otuz üç senede o, bir tek defa bayağı olmadı. Onun iç yüzüne baktığım vakit gökyüzüne, denize bakar gibi ferahlardım. Sonra onun altmış üç senelik hayatını öğrendim; bu ne berrak altmış üç senedir, siyah ve pis tek bir dakikası yoktur.
Fakat dostluğumuz eskiyince, onun kusurlarını görmeye başladım. Bu kadar temiz ahlakıyla bu adam melek olmalıydı. Halbuki melek filan değildi. Herkes gibi insandı. Onu melek olmaktan kurtaran -kurtaran diyorum, çünkü “melek” tatsız şeydir- bir tarafı vardı: Huyu! Çok çetin huyluydu: Mademki onunla dosttunuz, onun gibi düşünecektiniz; onun kızdığı şeye kızacaktınız; onun sevdiği şey sizin için de sevimli olacaktı. Benim puta tahammülüm yoktu. Ve onun tapılacak kadar güzel olan faziletinin lüzumsuz bir külfet olduğunu ona bazen onun sesiyle haykırıyordum, aramızda kavga çıkıyordu.
Bu kavgalar bile tatlıydı. Onun acı tarafı, alınganlığıydı, bazen sizi, sessiz sedasız kendi kendine izah ediyordu: Filan sözü söylemekle ona tariz etmiştiniz. Hatta bazen tebessümünüz tarizdi, bazen da sükûtunuz.
O anlarda dostluğu demirden leblebiydi.