Üsküdar’da, üç oda bir salon, eski bir apartman dairesi… Bahçeye bakan küçük bir balkon ve bahçede iki ağaç… Evi ve hayatı paylaşan bir hala ve bir yeğen… Usulca birbirine yaslanmış, birbiri üzerine katlanmış iki hayat…Bir eski ders kitabının sayfalarına sıkıştırılmış notlardan yola çıkarak; İstanbul ve modern yaşam analizi yapan Tarık Sipahi, hiç kimseyle ve hiç bir şeyle savaşmıyor, herkesin körü körüne katıldığı bu oyunda da oynamıyor…O sadece; aralarda kaçırdığı gün doğuşlarına ve onların koyu pembe turuncularına yanıyor… Yıllanmış sakız ağacının toprağı delen güçlü köklerine dolanıp, seyretmeye doyamadığı denizin gümüşi parıltılarına karşı kendince dertleniyor…
Arka planda; soğuk vapur iskeleleriyle, çığlık çığlığa martı sesleriyle, tekinsiz alt geçitleriyle, trafik keşmekeşinin gürültüsüyle, caddelerini hınca hınç dolduran ve sanki her an bireylere geç kalmışçasına iki yaka arasında koşuşturup duran insanlarıyla, meşhur “Şehr-i İstanbul” bu görüntüye uzaktan bakarken, bir yandan da bütün bu olup bitene kıs kıs gülüyor gibi…