Bütün sanatlar şiire dayanır, hatta şiirin kendisi bile...” diyor, Alman romantizminin öncü şairi Novalis. Hakan Savaş, bu sözden hareketle sinemada ve edebiyatta şiirin yüzünü arıyor. Bu yüz, en güzel karşılığını kimi zaman bir filmde, kimi zaman bir yönetmenin ya da bir yazarın yaşamında, dünya görüşünde, insan ve sanat anlayışında buluyor.
Yılmaz Güney’in trajedisinde, gülüşünde; Çirkin Kral’ın kendisiyle savaşında; John Berger’ın “saudade”sinde, sıla özleminde; isyancı baharın kuş ağacındaki serçede (Ülkü Tamer) ve İshak’ta (Onat Kutlar); Federico Garcia Lorca’nın karaşın çingenesinde; Luis Bunuel’in uluyan Endülüs köpeğinde; Ahlat Ağacı’nın aynasındaki “ah!”ların suretinde; sinemayı yeniden icat eden Ekim Devrimi’nde; hayal gücünün yünleriyle gerçeğin seyrek dokunmuş kumaşında yeni desenler dokuyan İngmar Bergman’da; her filminde iki başlangıç, bir son olan Asghar Farhadi’nin çok katmanlı ama tıpkı hayatın kendisi gibi yalın film dilinde; Behçet Necatigil’in yalnızlık sularında; Cesare Pavese’nin intihar ettiği otel odasında, Aziz Nesin’in Zarfsız Kuşlar’ında; Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki karanlık dehlizlerde; Oğuz Atay’ın “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” sorusunda; Ahmet Cemal’in bize bıraktığı mirasta ve vasiyette, bizi bekleyen ve görülmesi istenen yüz, şiirin yüzü...