“Hamza’m, sen dedin ben geldim. Söyle bakalım sen benle neden konuşmadın? Yoksa bu hafta yanına gelemedim diye mi kızdın?” Zeynep sanki karşılıklı konuşuyormuş gibi devam etti. “Neden gelmediğimi sormuyon, Hamza’m. Bir sorsan söyleyecek çok şeyim vardı.” Konuşurken sağ eliyle de toprağı okşuyordu. Hamza’nın saçını okşar gibi. Eline batan dikenin farkında olmadan. Zeynep kendinden geçmişti. “Yaşlılık, hastalık, yalnızlık nedir bilir misin Hamza’m? Çocuklar her gün arıyolar. Onlara çok iyiyim diyom. Derdimi çocuklarıma bile diyemiyom, üzülmesinler diye. Onlar büyük şehirdeler. Buraya çok uzak... İkisi doktor. Biri mühendis oldu. Hatta sağlık ocağı, köprü bile yaptıracaklar buralara. Ama ben yalnızım. Sen, bir hafta yanına gelemeyince benle konuşmadın, ama benim sağlığım çok kötü. Yürürken çok zorlanıyom. Sen beni yalnız bırakalı ben seni hiç unutmadım. Sürekli camın önünde seni gelir diye bekledim, ama sen gelmedin. Gözyaşlarımda hep sen varsın, ama sen gözyaşlarımı silmedin. Aklımdan hiç çıkmadın ama sen uzun süredir rüyalarıma bile gelmedin. Sen beni yanına mı çağrıyon Hamza’m? Buralar, sen olmayınca, bana zindan oldu. Yalnız kalma pahasına da olsa seni bırakıp gidemedim çocuklarımın yanına. Şimdi sen söyle, beni neden çağırdın? Görmek istesen rüyalarıma gelirdin. Ben seni çok bekledim, gelmedin; ama sen bir kere gel dedin, bak yanındayım. Söyle sırlarını, içindekileri tıpkı eskiden olduğu gibi. Biraz önce evdeyken yine seni düşünüyordum. Gözyaşlarımda yine sen vardın. Sen gittin ya Hamza’m, sen gittin ya... Gözyaşım da sensin, yürek sızım da sen. Şu dünyada her zorluğa alıştım, ama sensizliğe alışamadım Hamza’m. Seni çok özledim. Seni özümden çok sevdim.”