ALINTILAR
Alice'in yörüngesindeydim. Kabına sığmayan, fırıl fırıl dönen bir parçacıktım. Onun alanına girmek, o bilim bakışına, o 'Paradigma Gözler'ine yakalanmak istiyordum.
Fizik bölümü, Alice dahil, küçücük hiçlikleri arama konusunda uzmanlaşmıştı. Soft ise büyük bir hiçliğin peşine düşme cüretini göstermişti. Çalışması başarılı olursa şişen kabarcık kopup bizimkine teğet bir evren oluşturacak biçimde genişleyecekti. Başka bir dünya. Bu dünyayı saptamak olanaksız olsa da bizim dünyamız kadar gerçek olacaktı. Soft’un amacı, büyük patlamayı yeniden yaratmaktan başka bir şey değildi.
Yeni bir evren. Onun kıvrıllıp bükülerek bu evrenden koptuğunu, Soft'un laboratuvarındaki solucan deliği denen göbek bağından silkinerek kurtulduğunu gözümün önüne getirdim. Bu düşünce, sabahı, tepemizde cıvıldayan kuşları, tebeşirle çizilmiş bir çizgiye benzeyen bulutu, öğrenci kurulunun dört bir yana yapıştırılmış seçim ilanlarını tuhaf taze bir ışıkla aydınlattı. Belki de bu, yeni evrenin ta kendisiydi.
Ben nerede bitiyorum, sen nerede başlıyorsun?
Duraksadı. Kopma noktası neresi mi demek istiyorsun?
Sen gidersen benden geriye ne kalacak demek istiyorum?
Ben bir yere gitmiyorum. Sesi çok sakindi.
Yine de cevap ver.
Senin tamamın kalacak, dedi. Benden hiçbir şey kalmayacak. Ben gitmiş olacağım ve sen hala burada olacaksın.
...
Hiçbir şey söylemedi.
Beni terk etseydin, dedim, benden o kadar çok şeyi alıp götürürdün ki senin içinden dönüp geriye kalan şeye, yani birlikte terk ettiğimiz Philip Engstrand’ın kabuğuna bakıyor olurdum.
Yok'un kuramlara kafa tutması, fizikçileri kapıştırması hoşuma gitmeye başlamıştı. Yarık, gedik, boşluk, göbek... Yok, düzanlamlı bir dünyayı bombardımana tutan bir metafor patlamasıydı kesinlikle. Onunla aramda gizli bir bağ hissettim.
Yüreğim ve asansör: Düşüş içinde bir düşüş. Kaybettiğim şeyi aramam için o ıssız koridorlarda yürüyeyim, bir cesaret o ıssız koridorlarda yürüyeyim, bir cesaret o steril laboratuvarlara gireyim diye doğrudan mideme ve Fizik binalarının o kasvetli çekirdeğine inen bir düşüş. Başka nereye gidebilirdim.
Fiziğin kibri, dedim, dünyanın geri kalanının atomaltı olaylara metafor sağlamak için var olduğunu sanmasıdır. Bir parçacığın dönmesi, bir kuarkın rengi ya da çeşnisi. Bir alan ya da ufuk. Güzellik, hakikat ve acayiplik. Fizikçi, konusunu, yörüngesinde metaforların döndüğü bölünemez çekirdek olarak görme eğilimindedir. Fizik evrensel dildir; yani dünya dışı varlıkların ortaya çıktıklarında konuşacakları dil.
Yok’un o hafta geri çevirdikleri şunlardı: Kayak başlığı, koni biçimli bir rondela ve tırtıklı makas. Kıvır kıvır bir lazanya, burgu makarna ve yapışmaz spagetti tanesi. Bir cilt Plutarch ve Kopenhag kartpostalı. Kare uçlu bir tornavida, perçin çekici ve plastik dondurma kaşığı. Yabanmersini, istiridye, yanık losyonu. Rosetta taşının fotoğrafı, altın varaklı bir sigara tabakası ve bir beton blok. Objektif kapağı, ayaklı şapka askısı ve bir dilim çikolatalı pasta.
Ama şunları kabul etti: sürgülü bir hesap cetveli, bir bowling ayakkabısı ve perdahsız terrakota bir kül tablası. Ayrıca bir fötr şapka, bir dolmakalem ve bir nar. Köpan Avı’nın Heritage Press baskısı, Özgürlük Anıtı’nın oniks kopyası. Porselen bir tabakta sunulan şamfıstıklı dondurma. Bir cıva damlası. Bir de kısırlaştırılmış bir dişi kedi: orasına burasına bantlanan elektrotlardan ötürü kürkü alacalı hale gelmiş, tüyleri ağarmış kıdemli laboratuvar kedisi B-84’tü bu.