Yeni nesil Türk sinemacılarından Zeki Demirkubuz’un sinematografisi, kesif bir acı, hınç, mağlubiyet, daha az kesiflikte de kayıtsızlık, nihilizm ve arabesk-kitsch karışımı bir görünüm sunar. Yılmaz Güney-sonrası bir çizginin şekillendirdiği bu hissiyat, yönetmeni adeta pasif hırçın bir psikolojinin içine sürükler, felsefi manada kötü’nün dünyasının tasviri ve temsili adına gerçek hayatta bir varoluş oluşturmanın bununla yüzleşmeden geçtiğinin altını çizer.
Sinemada varoluşçuluğu öne alarak ama buna Dostoyevskiyen-Marksist bir renk vermeyi deneyerek dramatize etmeye girişen yönetmen, kişi ve toplum diyalektiği veya uyuşumunda insanın başına gelen adeta değişmez kader gibi olayların toplumu şekillendirdiğini ve her katmanda sömürü etiğinin cari olduğunu savunur.
Zeki Demirkubuz’la söyleşi:
“Dostoyevski olmasaydı, edebiyat olmasaydı sinemacı olmazdım”