Klasik bir aşk öyküsü diyerek açıkçası hep okumayı ertelediğim kitaplardan biriydi; ama elime alınca bir başyapıtla karşılaştığımı anlamam uzun sürmedi. 800 sayfalık bir kitap kısa sürede tükenip gitti. Bir ailenin iktidar hırsı yüzünden kendi kızlarınının yaşamını nasıl cehenneme çevirdiği, insanların kendi hür iradeleriyle hareket etmeksizin nasıl bir pisliğin içinde yok olup gittiği, Orta Çağ Avrupasının iğrençliklerle dolu ifade edilemez portresi çizildi gözlerimizin önüne. Her fırsatta Avrupa'yı ve batılılaşmayı gözümüzün içine sokup olmazsa olmaz kaderimizmiş gibi bize sunanların bu portre hakkında bir fikirleri var mı bilmek isterdim. Gerçekten her şeyiyle bir başyapıt. Saçma sapan kitapların 100 Temel Eser'in içine girdiği günümüz Türkiye'sinde hayran olduğumuz Avrupa'nın sütten çıkmış ak kaşık olmadığını gösteren bir yapıtı okumak daha mantıklı sanırım. Hadi kaybettiğimiz tarihimizle kıyaslayın. Beğenmediğimiz Osmanlı'yla kıyaslayın da bizimkilerin ne kadar masum kaldıklarını kendi gözlerinizle görün.
Philippa Gregory'nin okuduğum ilk yapıtı olmasına karşın, üslubunlaki güzellik, akıcılık beni büyüledi. Gereksiz hiçbir ayrıntıya yer vermeyişi ve abartmadan birtakın sahneleri betimleyişi, merak unsurunu hep ayakta tutuşu gerçekten çok hoşuma gitti. Neden bizde böyle yazarlar çıkmıyor diye hayıflanıyorum çoğu zaman. Hiç şüphe yok ki öteki yapıtlarını da okuyacağım.