Halkın dilsel birikimleri çağdan çağa akıp geliyor. Görünüşte çok şeyin değiştiği sanılır. Oysa değişen, yalnızca yazarların kendilerine özgü üsluplarıdır. Çünkü söz kültürünün akışımının kaynağı, insanın anlatma-dinleme güdüsündeki duygu iletişimidir. Varlığını en çok anlatı'da belirginleştiren kültürel göç, düşünce yaratımlarının bir yerden bir yere iletilmesi olgusudur. İnsan, 'zaman'dan kaçtığında da, içsel erincinin sonsuzluğuna doğru yol aldığında da, töreye bağlı anlatı alanlarına sığınır. Onun için, kültürel kimliğin kökeni anlatı alanlarında aranmalıdır. Öbür kültürlerle yönelmenin temel kaynağı da bu birikimlerdir. Acılar, mutluluklar, umutlar, kamu duyarlığı... anlatı bağlamında toplumsal bilince dönüşür. Halk Anlatıları'nda, Adnan Binyazar, anlatı kavramını irdelerken, söylencelerden destanlara, masallardan ağıtlara, Dede Korkut anlatılarından Şahmeran, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Köroğlu gibi halk hikayelerine, Nasrettin Hoca fıkralarına, Yunus Emre'ye, Pir Sultan Abdal'a; oradan çağdaş anlatının verimli alanlarına: Nazım Hikmet'e, Fazıl Hüsnü Dağlarca'ya, Cahit Külebi'ye, Ceyhun Atuf Kansu'ya, Yaşar Kemal'e, Ülkü Tamer'e, Orhan Duru'ya, Murathan Mungan'a... uzayan bir anlatı geleneğinin boyutlarını saptamaya çalışıyor.