Toplam yorum: 3.086.814
Bu ayki yorum: 6.501

E-Dergi

Nurçin Metingil

Daimi Öğrenci/Tutkulu Lektör/Acemi Editör Karadeniz Teknik Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatı bölümünden mezun oldum. Şu an Marmara Üniversitesi Yayıncılık Yönetimi tezli yüksek lisans programındayım. Bir süre öğretmenlik ve çevirmenlik yaptım. Şu sıralar yayınevlerine editörlük hizmeti veriyorum.

Nurçin Metingil Tarafından Yapılan Yorumlar

Bilmeniz gereken şey bunun bir çocuk kitabı olmadığı. Genç yetişkinler için alınabilir. Çocuğunuza almayı düşünüyorsanız yine de öncelikle okumanızda fayda var. Kendiniz için düşünüyorsanız konusunu bilmeden, araştırmadan alıp okumanızı tavsiye ediyorum. Kitabın arka kapak yazısında da bahsedildiği gibi elbette ki alametifarikası hikâyeyi bir çocuğun gözünden, yani her şeyden bir haber gibi, yalnızca onun gerçeğiyle görebilmekte. Yavaş yavaş durumu anlayamaya çalışmak ve onun tragic flawına, yani onun ulaştığı sona onu sürükleyen hatalarına ortak olmak gerekiyor. Ancak orijinalinde var mı bilmiyorum ama daha ilk dipnottan sürpriz bozan detaylar verildiği için tavsiyem dipnotları okumadan kitabı tamamlamak. Hoş, kitapla ilgili daha önceden bilgisi olanlar veya filmini izleyenler için bu geçerli değil. Hikâyeye aşina olmayanlar için sürpriz bozan detaylar vereceğim noktaları * arasında işaret edeceğim yorumumu yazarken.

Her ne kadar bir zamanlar çocuk olsak da geçtiğimiz düşünce yollarını unutabiliyoruz. Çevremizde olan bitenlerden haberdar edilmediğimiz, fikrimizin alınmadığı ve adımıza kararlar alındığı ortamda yaşanılan her şeyin sonuçlarının da bir parçası hâline geliyoruz. Belki de bu nedenle öfkeli insanlar oluverdik, bilemiyorum. Dolayısıyla bir çocuk gözünden yeniden görebilmek bana bir şeylere yeniden bakma şansı verdi. Sade bir dilde ele alınması, herkesin gerçeği hâline gelen bir atmosferi başka bir gözden sunması elbette ufuk açıcı. O dönemde olanlara pek çok kişinin de -insana ancak zamanla daha net görüş sunan- bir çocuk gözlüğüyle baktığını düşününce bu açıyla bakmanın ne kadar aydınlatıcı olduğunu fark ettim. Kitapta da vurgusu yapılan "kendine karşı dürüst" olma konusu da epey ironik duruyor. Ancak karakter gelişimini de en çok bu noktada görüyoruz sanırım. Çünkü bunun aslında konuşulmayan şeyleri örten yapay bir kibarlık olduğu anlaşılıyor. Doğal olarak gerçeklerle yüzleştirmek tüm karakterler üzerinde farklı yansımalara sahip oluyor ve biz bunu yine bir çocuk farkındalığı kadar görebiliyoruz. Ana karakter de yeni arkadaşını tanıdıkça ne kadar benmerkezci olduğunu fark ediyor ve aslında çok daha iyi bir yaşam sürdüğünü söylediği önceki hayatındaki tatsız anılar da olduğunu itiraf ediyor -aslında okura itiraf ediyor ve bize karakterin o ana kadar aslında kendi gerçekliğini reddettiğini de görüyoruz.

Bu noktada bir sürpriz bozan detay vermem gerekecek.

*Bruno'nun ablasına tel örgülerle ilgili soru sorduğu sahneden alıntı yapmak istiyorum.

"Neden o tarafa geçmemize izin verilmediğini anlamıyorum. Ne yanlışımız var ki, neden oraya gidip oynayamıyoruz?"

Gretel ona baktı ve aniden gülmeye başladı, ama Bruno'nun ciddi olduğunu görünce durdu.

"Bruno," dedi çocuksu bir sesle, sanki bu dünyadaki en açık şeymiş gibi. "Tel örgü bizim oraya geçmemizi engellemek için değil, onların bu tarafa geçmelerini engellemek için..."

Bu alıntıda da gördüğümüz gibi Bruno kendini konuşulmayan gerçeklerden ötürü hapsedilmiş gibi hissediyor. Adeta dürüst olmamanın bedelini ödüyorlarmış gibi. Tel örgünün ardında ne yaşandığını bilmediği için masum bir çocuk yanılgısı gibi görülebilir başta ama alt metinde bunu okumamak imkânsız.*

Diğer bir konu da güçlü bir otorite figürü olarak resmedilen babanın çocuğun olayları idrak etmede gecikmesine neden olması. Gerçeklik arayışımızda bir onaylanma ihtiyacı duyuyoruz ve yeterince bilgi sahibi olmadığımızda tecrübe ettiğimiz kadarıyla güvenilir -ve en önemlisi güçlü- gördüğümüz kaynağa sığınıyoruz. Bu nedenle aslolanın peşine düşmekte ya gecikiyor ya da buna hiç vâkıf olamıyoruz. Ancak kitapta da görüleceği gibi belki içgüdüsel olarak belki de saklanması güç ifadelerden ve olaylardan yola çıkarak bir rahatsızlık hissedilebiliyor. Bu anlamda harekete geçmek, araştırmak ve kitapta vurgulandığı gibi "büyüyünce -hatta büyümek için- bir kaşif olmak" gerekiyor. Gerçeğin peşine düşmek ve ne pahasına olursa olsun ona ulaşmak gerekiyor. Bu her şartta cahilliğe kıyasla çok daha iyi bir seçenek.

Hikâyede bahsi geçen, tasvir edilen iki ev de ana karakterin bakış açısındaki değişikliklere foreshadowing bir element görevi görüyor. Her iki evde de odasından bakınca gördüğü şeyler karakter değişiminde şahit olacağımız şeylerin bir habercisi.

*Bu çift yerleştirme konusu bir aynayı çağrıştırdı bana okurken. Sanki tel örgünün öte tarafı bir ayna gibi aslında gerçekliğimizi yansıtıyor gibi. Çünkü sadece ev meselesinde değildi. Çocukların doğum tarihleri, kardeşlerin sahip olduğu yakın arkadaş sayısı... Sanki hikâye de bir tel örgüyle ayrılmış gibiydi. Öyle bir denge kurulmuş ki çiftlerden biri mutlaka çitin bir tarafını temsil ediyor görünüyor. Bu konuda daha fazla düşünmek, bu dualitenin nedenini anlamaya çalışmak gerek. Bu konuda fikri olan varsa yorum bırakırsa sevinirim.*

Yazarın bu kitap için eleştirildiğini de belirtmek gerekiyor sanırım. Naif bir şekilde anlatılan atmosferin kısıtlı bilgileri nedeniyle genç okurlar tarafından anlaşılamayacağından ve işaret edilen hassas döneme dair gerekli bağlantıları kuramayacağından çekindiklerini belirtmişler. Bir de tasvir edilen durumdaki bir takım yanlışlar problematik yanlış düşüncelere neden olabileceği de söylenmiş. Ancak yazar bunun ileri okuma yapmadan önce çocuklara yumuşak bir geçiş görevi görmesi için yazıldığını söylüyor.

Not kırdığım birkaç nokta oldu benim de. Bunlardan biri kitabın edisyonu. Okumayı bölecek kadar rahatsız edici ne yazık ki. Sonraki basımda tekrar bakılmasında yarar var. Başka bir nokta da kurgudaki inandırıcılık gücü. Mesela 9 yaşındaki bir çocuğun, özellikle okumayı ve araştırmayı seven bir çocuğun, daha açık bir bilince ve farkındalığa sahip olacağını düşünmem gibi. Sürpriz bozan bir detay daha geliyor. *Özellikle tarih ve coğrafya öğrenmeleri için tutulan o taraflı hocanın anlattıklarından sonra ve bununla birlikte Gretel'daki değişime rağmen... Eve askerler girip çıkmasına, pek çok sohbete ve olaya alenen tanık olmasına rağmen... sanki 5 veya 6 yaşlarındaki bir çocuk bilinci vardı. Başka bir konu da elbette yanlış telaffuz edilen kelimeler. Çocuğun bir Alman olarak onları neden İngilizce bir kelimeyle karıştırsın anlamak güç. Yazarın bu konuya neden böyle yaklaştığını bilmek isterdim. Kendi dilinde yazdığı için bir yanılsama yaşadığını düşünüyorum. Almanca bir kelime seçip ona dipnot verilmesi daha iyi olurdu belki de. *
Ahmet Ümit'in "Kayıp Tanrılar Ülkesi" kitabında kurmaya çalıştığı mitoloji ile modern dünya arasındaki o bağı gerçekten takdir ettim. Arkeoloji ve mitoloji meraklılarının ilgisini çekebilir. Mitolojik referanslar, kitaba yeni bir katman ekliyor. Bu referanslar, okuru düşünmeye ve sorgulamaya teşvik edecek cinsten. Özellikle Almanya'daki göçmen sorunları ve aidiyet duygusu gibi evrensel temaların işlenişi, kitabın toplumsal ve felsefi bir derinlik kazanmasına yardımcı olmuş.

Milletler ötesinde insanlığı, hatta daha genelde canlı sevgisini ve haklarını savunan biri olarak baskılayan bir probleme işaret eden ara satırları okumak her zaman beni iyi hissettirir. Almanya'da göçmenlerin yaşadığı problemler, post-Nazi sancıları ve hâlâ insanların aidiyet hissiyle mücadele ediyor olması gerçekten etkileyici. Dolayısıyla bu haliyle kıymet merdiveninde üst basamaklara tırmanabilir. Sadece çok fazla göze sokan, itici cümleler olması rahatsız ediciydi. Özellikle Yıldız karakterinin iyi işlenememiş olması ve onunla bağ kurmakta zorlandığımızı düşünürsek elbette bu durumu daha da rahatsız edici bir odağa çevirmiş olabilir.

Kitaptaki en başarılı dokunuşlar kesinlikle mitolojik bölümlerde yapılmıştı. Dil ve biçem olarak yadırgamadım. Yer yer çok güçlü karakteristik özellikler okuyabildik o metinlerde. Bir de o bölümlerin sonda bağlandığı yer anlamlıydı. Beklenmedikti, hoşuma gitti kesinlikle. Sonunu söylemeden nasıl ifade edebilirim bilmiyorum ama kitabın bence de öyle bitmesi gerekiyordu. Eğer diğer türlü bitseydi, Yıldız karakteri o sözleri etmeseydi gerçekten çok gevrek bir tadı olacaktı kitabın. Her ne kadar güçsüz bir kurgulama olarak baksam da bu haliyle olabilecek en doğru sonla bittiğine inanıyorum.

Mitolojideki baba-oğul çatışmasını günümüz baba-oğul çatışmasına bağlamak bence harika fikir. Klişe ama hâlâ kanayan bir yara bu. Kitapta ilerlerken katilin kim olduğu konusunda tahminim farklıydı. Kaderci anlayışı sarsacak bir twist bekliyordum. Zeus Altarı'nın Berlin'e götürülüşünü, duvarın yıkılışını, doğu ve batı Almanya gerçeğinin halktaki yansımalarını ve ailelerde yarattığı travmaları kitabın bir parçası olarak okumak, kesinlikle daha fazla araştırmaya sevk etti. Daha farklı bir gözle bakmamı sağladı Almanya'daki yaşama. Bir duyarlılık da geliştirdi denebilir. Ancak karakter gelişimi ve dil kullanımı gibi bazı alanlarda geliştirilebilir. Eğer karakterler üzerine yeniden çalışılıp kurgu tamirine gidilirse çok isterim tekrar okumayı. Yine de bu haliyle okuyup başka bir bakış açısı kazanmak için bile Kayıp Tanrılar Ülkesi alınabilir.

Ayfer Tunç macerama Osman ile başlamış oldum. İyi ki de öyle yapmışım gibi hissediyorum; çünkü, yazarı tanıdığıma sevindirecek kadar güçlüydü. Zaten Ayfer Tunç da bir röportajında öyle söylüyor. Diğerlerini okumadan da gayet keyif alınabilecek, anlaşılabilecek bir kitap. Daha ilk sayfalardan beni kendine çekti. En son Nermin Bezmen okurken böyle hissetmiştim. İçine bu kadar girebildiğim, karakterleri böylesine gerçekçi bir kitaba sarılmayı özlemişim. Her bir karakteri başka bir sesle zihnimde canlandırabildiğim için inanılmaz keyif aldım. Her birini içselleştirebildim. Kendime en yakın olarak da nedense Gazi’yi gördüm. Kitabın son bölümü benim en çok etkilendiğim kısımlardan biriydi. Spoiler vermeden bunu anlatmak zor ama şu an baktığım yerden Osman’ı anlayabildiğimi düşündüm. Elbette, üçlemenin sonundan başlamış olmanın neden olduğu bazı cevapsız sorular oldu ama bunlar üzerine derinlemesine araştırma yapıp düşünmeden evvel diğer kitapları okumayı planlıyorum. Hem başka pencerelerden bakabileceğim karakterlere hem de denklemin eksik kısımlarını tamamlamış olacağım bu şekilde.

Hem röportaj hem de günlük türlerinin başarılı bir örneği Osman. Osman’ın zihninin içinde dolaşıyor gibi hissediyorsunuz. Zaten tercih ettiği gibi o akışı sekteye uğratmıyor. Bu anlamda editörlük çalışmanın başarılı olduğunu da söylemek lazım sanırım; çünkü, bu özgün dil korunmasa bu kadar keyifli olur muydu bilemiyorum. Röportaj kısımlarında da kişilerin sıralanması merakı perçinleyecek şekilde oldu. Zaten bir yapboz tamamlar gibi okuyorsunuz ve yazarın araya sıkıştırdığı minik bir detay ya öncesinde ya da sonrasında çok önemli boşlukları dolduruyor. Ben en çok merak ettiğim sorunun cevabını henüz alamadım ama sonunda Osman için bir devam gelir gibi hissettim. Nedenini paylaşmayacağım ama o kadar zengin bir hikâye ki daha ömrü var bence bu serinin.

İnsan okudukça çok kez dönüp bakıyor kendi hayatına. Çok sorgulatıyor. Kendine ne kadar dürüst olduğunu ve bir anlamda çevrenin seni anladığı kadar var olduğunu görüyorsun. Zaten arka planda toplumsal pek çok olay da akmaya devam ediyor. Tarihi böyle bakmak hoşuma gidiyor. Olaylarında içinde görmek, kazanılan ve kaybedilen şeylere fark karakterlerin gözüyle bakmak çok akılda kalıcı oluyor. Şehirlerin şu anki sokaklarında yürüdüm ben sadece, yaşım kadarki değişimine şahit oldum ama kitaplar bana şehirlere karış karış tarihsel bir gezinti sunuyor. Bu anlamda asla tecrübe etme ihtimalimin olmadığı bir hayata yakından bakmamı sağladı Osman.

Kitabın özellikle kariyer seçimi yapmakta zorlanan ve aslında neyde daha iyi hissedeceğine karar veremeyen, pek çok şey olduğunu düşünen ama aslında pek de bir şey olamayan, dönem dönem çeşitli krizleri, hayal kırıklıklarını tecrübe eden nicesine hitap edeceğini düşünüyorum. Osman’ın geldiği noktada ne kadar etkili olduğu, bu anlamda suçlunun kim veya kimler olduğunu tekrar tekrar sorarken size, aslında kendi hayatınız için bu soruyu sorduğunuzu fark ediyorsunuz. Bir uyanış, başka bir pencere arıyorsanız bu kitaptaki pek çok karakter size yardımcı olabilir.

Ufak bir not. Zamanda lineer bir ilerleme yok. Dolayısıyla, hem bilinç akışı tekniğinin gerektirdiği hem de röportajların neden olduğu sıçramalarla karşılaşacaksınız. Bu tarz kitaplar okumakta zorlanıyorsanız içselleştirerek okumanızı tavsiye edebilirim. Ancak, ben hep soluksuz ilerleme yöntemini kullanıyorum. Bu daha doğal bir okuma deneyimi sunuyor bana. Zaten yazı tekniği zihnin bir temsili. Doğal akışına bıraktığınızda zihniniz uyum sağlar. Bir süre sonra, yani kitapta ilerledikçe anlamadığınızı düşündüğünüz kısımları anladığınızı fark edeceksiniz. İlerledikçe destekleyen bilgilerle güçlenip daha sağlam bir yer kazanacak zira.

Bu arada bir iş için dışarı çıktığımda, bir yerde oturup bir şeyler içerken okudum bir kısmını. Yanıma biri gelip öyle içten bir şekilde Ayfer Tunç okuduğundan bahsetti ki unuttuğum bir duyguyu uyandırdı. İyi yazar, iyi kitap üzerine konuşmak ve üstelik iki yabancıya konuşturacak bir kitabı okumuş olmak çok iyi geldi. O Osman’ı okuyacak, ben de Aziz Bey Hadisesi’ni… Gün gelir de karşılaşırsak bir yerlerde Ayfer Tunç yine sebep olacak. :) Eğer biri üzerine konuşmaktan keyif alacağınız bir kitabı okuyor veya bahsediyorsa sohbet etmekten çekinmeyin. Böyle böyle zenginleşeceğiz çünkü.
Siddhartha, en az iki defa okuma gerektiriyor bana kalırsa. İlkinde baştan sona düz okuma yapıp ikincisinde döne döne düşüne düşüne ilerlemek en iyisi. Yine de çok büyük beklentilere girmemek lazım. Eğer spiritüel konulara uzaksanız ilginizi pek çekmeyebilir.

Bu konuları oldukça ilgim çekiyor olsa da ana karakter güvenilmez geldiği için sonunu pek tatmin edici bulmadım. Teknik olarak bir karakter gelişimi izliyor olmamız gerekiyordu. Bir bildungsroman olarak yaklaşırsak bu kitaba, karakteri maceraya itecek mutluluk arayışında, tüm o sorgulamalarında ve kararlılığında önce saygı duyuyorsunuz elbet ama bir ergen çıkışı gibi oluyor bu. Dolayısıyla zaman içinde karakterin pişip olgunlaşmasını beklemeye başlıyorsunuz. Yaşamanın eziyet olduğunu düşünen herkes gibi elbette daha yakından, daha dikkatli takip etmeye çalıştım. Ancak bu yolculuğun her aşamasında yine aynı soruya dönmesi, sil baştan başlaması yolculuğun bu kitap için bittiği yerde karakterin aradığını bulduğunu düşünmeme engel oldu. O yüzden Siddhartha benim gözümde hem kahraman hem de antikahraman.

İyisiyle kötüsüyle insanın kendi içindeki iki uçlu - artı ve eksi- potansiyeliyle yüzleşmesini izliyoruz. Bu karakterin zaman çizgisi linear değil. Yani kötüden iyiye veya iyiden kötüye tam bir dönüşüm yok. Dönüp dolaşıp yine aynı noktaya geldiğini, tüm aşamaları yeniden yaşadığını ve bildungsroman içinde birden fazla bildungs hissi verdiğini söylemek mümkün. Yani insan artıları ve eksileriyle bir bütün olarak insan. Bu bağlamda bana William Butler Yeats'in The Second Coming şiirini anımsattı. Orada der ki "turning and turning in the widening gyre" (dönüp duruyoruz genişleyen çarkın içinde). Yani yaşamlarımız bir spiritüel eksen üzerine oturturulmuş, bundan çıkış da mümkün değil. Siddhartha'da benzer bir benzetme yapıyor (s.95-98). Arkadaşı Govinda ile yeniden karşılaştıklarında "Görüntülerin çarkı hızla dönüp duruyor." diyor. Tıpkı Alice'in nargilesini tüttüren tırtılla sohbeti gibi bir konuşma yapıyorlar hatta. Nasıl biri olduğunu sorduğunda "ölümlü nesnelerin hızlı bir değişim içinde olduğunu" söylüyor Govinda'ya. Özetle insan kendi içinde ve hayatın ta kendisinde nasıl kendini bulmak için büyük bir inançla farklı farklı düşüncelere, felsefelere sarılıp var gücüyle bunları savunuyorsa aynısını Siddhartha'da da görüyoruz. Hatta sonu bana bu ısrarlı arayışın insana pek iyi gelmediğini söylüyor. Sonunu söylemeden bunu detaylıca anlatamıyorum ama o çember ne kadar geniş olursa olsun, biz yine başladığımız yere döneceğiz ve ilginçtir ki yine eksik hissedeceğiz. Çoğu kişi sonunu benden farklı okuyabilir, okuyor da. O yüzden okuyanlar düşüncelerini yazarsa sonuyla ilgili kaç farklı his var görmüş oluruz.

Amacı olan kişi amacına ulaştı mı özgürleşiyor, diyor Siddhartha. O halde amaç edinerek kendimizi esir mi ediyoruz? Var gücümüzle hayatın zorluklarına karşı dik durmaya çalışıyor, hayatın anlamını sorguluyor ve nihai mutluluğa, burada Nirvana'ya, ulaşma umuduyla upuzun listeler yapıyoruz. İşte o listeler bana Siddhartha'nın hayal kırıklıklarıyla dolu yolculuğundan başka bir şey değilmiş gibi geliyor. Kitabın böyle bir etkisi oldu üzerimde. 1922 yılında, savaşın ardından, yapılan bu sorgulamanın bugün hâlâ yapılabiliyor olması da o çemberden yüzyıllar da geçse çıkamayacağımıza daha çok inandırdı. Üzerine derin derin düşünecek çok cümle vardı içinde. İnsanın biraz sakinleşip kendine dönmesine, hayattakini duruşunu sorgulamasına vesile olabilecek bir kitap. Ne istiyorum, ne arıyorum, ne bulacağım, hiçbir şey bulamazsam ne yapacağım... Biraz düşünün bu sorular üzerine kitabı okuduktan sonra.

Çeviri oldukça başarılı. Özellikle derin cümlelerde çeviri size zorluk çıkarmıyor. Kitap akıp gidiyor. Ben sadece semboller, tema üzerine düşüncelere dalıp durduğum için biraz bölerek okudum. Kütüphanemde olduğu için mutlu olduğum bir kitap oldu. Vakti zamanında yakın bir arkadaşım bunun bana göre bir kitap olduğunu söylerken yanılmıyormuş.
Otomatik Portakal, okurken rahatsız etmeyi başaracak kadar canlı bir anlatım sağlayan birinin kaleminden çıkmış. Hikâyenin yarısını karakter gelişimine harcamış ki bu ikinci yarıda ele alınan konu için elzem. Anti kahraman yarattığını düşünürsek aslında riskli bir seçim. Yazıldığı dönemin atmosferini yansıttığı halde o zamanın okurunu dahi dehşete düşürmüş. Özellikle, bir kitabın değerine ilk birkaç sayfada karar verme gafletine düşenlerin kitabın besleyici kısmına ulaşamamaları mümkün. Eğer olur da çeşitli sebeplerden kitabı yarıya varmadan bırakmayı düşünürseniz, bir şans verip ilerlemenizi tavsiye ederim. Mükemmel bir perspektifle ele alınmış ve detaylarda derin anlamlandıran bir kitap. Müthiş bir son yazıldığını söyleyemem, sonda tatmin edici bir veda olmuyor bu kitaba. Üstelik ikinci kısımda çok fazla boşluk var. Başta inşa ettiği o etkiyi ikinci kısımda kaybediyor. Birden her şey hızlanıyor ve nedense oldu bittiye geliyor kitap. Yine de bu haliyle bile size ve okuma tecrübenize çok şey katacağını düşünüyorum.

Kitap argo bir dille yazılmış ve çevirmen de bunun hakkını vermiş. Birkaç noktada daha iyi tercihler olabilirdi diye düşünüyorsunuz ama genelinde atmosferin içine giriyor, karaktere inanıyorsunuz. Kitabın detaylı olarak suç sahneleri işlediğini göz önünde bulundurmanızda da fayda var. Size uygun olmayabileceğini veya benzer travmalardan dolayı ruhsal sağlığınızı tehdit edebileceğini düşünüyorsanız grupla okuma tavsiye edebilirim. Bir okuma grubuyla bölüm bölüm okuyup üzerine tartışarak ilerlemek tatsız duygulara çekilmenize engel olabilir.

Buradan sonrasında sürpriz bozan detaylar verebilirim.

Kitabın adıyla başlayalım. Tavsiyem adını unutup öyle okumanız olur. Çünkü bu konuda pek tatmin olamayacağınızı söyleyebilirim. Çeviriden dolayı mı bilmiyorum ama adıyla kitap bütünleşmiyor pek. Orijinalinde o anlamı daha çok yakalıyorsunuz ama yine de metin içinde çok da etkili kullanıldığını düşünmüyorum. Tokat gibi çarpması gerekiyordu son bölümlere doğru. Yine de üzerine düşününce bir yere bağlanıyor elbette. Kitabın arka kapak yazısında da okuyacağınız gibi argo bir deyişten geliyor adı. Yazar çok beğeniyor ve bir kitap adı olarak kullanmak istiyor. Başkaları tarafından yönlendirilen tuhaf bir tip anlatılır bu ifadeyle. Clockwork kelimesi saat mekanizmasıdır ve bildiğiniz gibi saatler kuran kişinin zamanını gösterir. Orange yani portakal kelimesinin seçilmesinin de yine arka kapak yazısında bir açıklaması var. Ancak ben bunu bir saat mekanizmasıyla can bulmuş bir portakal gibi yorumlamak istiyorum. Doğasından uzaklaşmış ve bir portakal olmanın gereksinimlerini yerine getirme konusunda mekanik bir sistemin boyunduruğuna girmiş oluyor. Bilin bakalım, kim gibi? Evet, Alex.

Alex, 15 yaşında bir ergen gibi değerlendirilebilir ilk okumada. Yani henüz kendini bulamamış ve fırtınalı bir arayış içinde kaybolmuş biri gibi görünebilir. "Ah, çevresi kötü olmasa iyi çocuktur aslında." gibi düşünebilirsiniz. Ancak kitabı okudukça kendini aslında tanıyan ve kötülüğü bir seçim sonucu elde etmiş olduğunu anlıyorsunuz. Çizgileri olan, neyi sevip sevmediğini gayet iyi bilen, özüyle ilgili iç sorgulamalarla boğuşmayan biri. Göreceksiniz ki vicdan azabı, pişmanlık duymuyor. Sabahlarının resmedilişi de melankolik değil. Yani Alex'i bir çocuk olarak göremeyiz artık.

Kitabın içindeki sorgulanan düşünceyi az çok biliyorsunuzdur. Papazın da üzerine basa basa söylediği gibi, birinin elinden karar verme hakkını alırsak o kişi kötülük yapmadığında iyi biri kabul edilebilir mi? Hepsinden öte bu kişiyi insan olarak görebilir miyiz? Yaptıklarına bakınca zaten insanlığını sorguluyor olacaksınız ama Pavlov'un klasik koşullanmasını da temel aldığını düşününce burada daha derin bir sorgulamanın bulunduğunu rahatlıkla görebiliyorsunuz. Peki insan olmaması durumunda dönüşülen şey ne? Şu anda bile özgürce aldığımızı düşündüğümüz kararlarda dahi ne çok şeyin etkisi altında olduğumuzun farkında değiliz. Mesele insan olup olmadığı sorusu değil aslında. Burada toplumsal huzuru sağlayabilmek adına suç işleyen kişinin kazanılmasının mümkün olup olmadığı sorusu. Bu çok ilginç. Klasik koşullanmanın bir yöntem olarak seçilmesi kesinlikle kitabı çekici kılan bir detay. Sonucunu görmek istiyorsunuz. Peki, suça iten nedenler çözümlenmeden bu koşullandırma içsel bir hapishane yaratmıyor mu? Kitabı o sona bağlayan asıl sebep de bu aslında.

Tedavi için kullanılan teknikte Alex'in bilinçaltını görüyoruz. Başta bunların seçilmiş gerçek görüntüler olduğunu düşündüm ama ya bilinçaltının bir yansıması ya da Alex oradaki kişiyle öyle özdeşleştiriyor ki kendini orada olanlardan bağımsız bir halüsinasyon tecrübe ediyor. Olaylar paralel gidiyor gerçek hayatıyla ama nedense daha vahşi yansıyor. Bu da demek oluyor ki Alex kötü biri olmayı seçmiş ve hatta derinde daha vahşileşme isteği var. Ancak bir şekilde bazı yaptırımlar onu frenliyor, şaşırtıcıdır ki. Yalnız bir detay var ki okurken çok dikkatim dağıldı. Okumaya devam etsem de zihnim orada kaldı. Bu görüntülerin içinde Nazi Almanyası'ndaki işkenceler de vardı. Ancak eğer gözden kaçırmadıysam Alex'le ilgili böyle bir detay verilmiyor. Alex'in zihninde neden böyle bir görüntü var ? Alex'in kötü olmayı seçmesindeki neden bu detayda gizli olabilir mi?

Detaylarda çok fazla lezzet var ve her biri okuma sürecini verimli hale getiriyor. Metni kanırta kanırta okumakta fayda var. Dönem ve yazar okuması yaptıktan sonra yeniden okumak iyi olabilir. Müziğin dramatik yapının bir parçası haline gelmesi, tedavi amaçlı uygulanan teknikle ilgili detaylar, papaz ve bakanın iki farklı görüşü temsil etmesi ve din ve devletin bireyin menfaati için yaklaşımına bir bakış açısı sunması, ihtiyaç duyulan şeyin iyiliğin var olmasını mı, yoksa tercih edilmesi mi sorusu, iğnenin etkisiyle görüntülerin izletilmesinin Alex'te zihinsel bir değişime sebep olmaması ve beyinle beden arasında uyum problemi yaratması, bununla birlikte toplumu koruma adına Alex'i dış tehlikelere karşı savunmasız bırakması sorunu ve Alex'in aslında yine topluma kazandırılamamış olması gibi üzerine düşünülecek çok şey var. Okumanın güzelliği asıl burada yatıyor işte. Tüm bu sorular cevap bulmasa bile sadece sorulması dahi düz bir okumadan daha çok şey kazandırıyor. Bu kitap da kendinize ve topluma dair derin düşüncelere itecek ve çok daha geniş bir açıdan bakmaya başladığınızı fark edeceksiniz.