Toplam yorum: 3.089.113
Bu ayki yorum: 8.802

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Eric Fassin son dönemlerde öne çıkan bir isim, demokrasinin krizden krize koştuğu günümüzde sağ popülizme ışık tutarken Türkiye'den ABD'ye kadar pek çok ülkedeki seçimleri ve seçim atmosferlerini karşılaştırmalı olarak inceliyor. Fassin, Türkçe basım için yazdığı önsözde "birleşmiş bir halk" oluşturmak amacıyla hızla yükselen aşırı sağı ve neoliberal politikalarla "savaşan" %99'luk kesimi incelediğini, ikili bir siyasi bağlam üzerinden çıkarımlarda bulunduğunu söylüyor, aşırı solun karşı cepheyle benzer bir söylemi kullanmasının sağ seçmeni çekemeyeceğini, iki tarafın benzer hınçları taşımadığını belirtiyor. Max Scheler'ın Nietzsche'den apardığı "ressentiment" kavramından ilerlersek değeri olan şeylere karşı duyulan bir öfkeden bahsedebiliriz, çok renkliliğe duyulan nefret Trump'ın en son yediği herzelerde açıkça ortaya çıktı örneğin, adam mekanizmanın oldukça uygun biçimde şekillendirilmiş başat bir parçası olduğu için kitlelerin desteğini sağlayabiliyor, insanlardaki hıncı ortaya çıkarıp başkan olabildi. Fassin halkın oy verme sebeplerine odaklanırken Trump'ın ciddi oranda oy alabildiği göçmen nüfusun tercihlerini analiz ediyor. Göçmen karşıtlığı had safhadayken göçmenlerden nasıl oy alınabilir, mantıksız değil mi? Sadece bu politika üzerinden gidilirse evet ama Trump/popülist sağ kültürel ve ekonomik kanatlardan da saldırıya geçtiği için, kısacası at izi it izine karıştığı için, siyaset siyasetsizleştirildiği ve Fassin'in deyimiyle "aktivizm bunalımı" ortaya çıktığı için neoliberalizm önüne dişe dokunur bir engel çıkmadan tam gaz ilerliyor. "Neoliberal sağa göre başka alternatif yok; fakat bu, uzun süredir sosyal demokratların da kabul ettiği bir şey. Geriye solun solu kalıyor. Lakin ilerlemenin ateşli savunucuları da bugüne kadarki mağlubiyetleri yüzünden, sürekli kaybetmeye mahkûm olduklarını düşünüyorlar. Diğer bir deyişle, bu aktivistler, kendilerine bile itiraf edemeseler de içten içe alternatifin olmadığından korkmuyor ve dolayısıyla buna inanmıyor mu? İşte bu, günümüzde aktivizmi tehdit eden bunalımı çok iyi bir şekilde özetliyor." (s. 9) Bu hikâyenin dünyanın her yerinde görülebileceğini söylüyor Fassin, Erdoğan'ın AKP'sinden de örnekler veriyor makalelerinde. Demokrasi adına, demokratik biçimde yapılan darbeler kimi ülkelerde diktatörleri alaşağı ediyor, ediyor gibi görünüyor ama demokrasi de hayvani şirketler için işlevsel bir enstrüman haline getirildiğinden beri içi boş bir şekilde tıngırdamaktan başka bir şey yapmıyor ne yazık ki. "Fransa'da yaşayan biri olarak, Türkiye'de olan bitenin maalesef Türkiye'ye özgü olmadığını söyleyebilirim. Aynı dünyada yaşıyoruz ve karşı karşıya olduğumuz tehditler de aynı." (s. 11)
Makalelerden ortaya karışık yapayım, önce popülizmin gidebileceği uç noktalara bakalım. 2016'nın sonunda Times'ın kapağında Trump vardı, bir önceki yıl kapaktaki Merkel'e bakıp Twitter'dan protesto etmişti: Neden göçmenlere kapılarını açıp -ne kadar açtığı da tartışılır- Almanya'yı mahveden bir kadın yerine Meksika sınırına duvar örmeyi öneren kendisi yoktu kapakta? Merkel bu durumda Avrupa'daki faşizme karşı dik duran bir figüre evrilebilirdi, evrildi. Gerçekten böyle mi peki? Bizde de örneği görülen "yanlama" taktiklerine bakalım, Donald Trump dünya üzerinde ırkçılıktan en çok nefret eden adam olduğunu söyleyebiliyor, televizyonların karşısında. LGBT'ye yakınmış gibi görünüyor, pratikte yapmadığını bırakmadığı insanların yanındaymış gibi gösterebiliyor kendini. "Popülizm patlaması" denen bir olgu bu, bir şekilde acı çeken insanların yanlarında olma duygusu uyandırıldığı için eşcinsellerden veya göçmenlerden oy toplayabiliyor Trump, inanılmaz gibi görülen bir şey akışkanlık ve politika sayesinde mümkün oluyor. Halkı oluşturan bir toplumsal grup yok, popülizmi tanımlayan bir ideoloji yok, o zaman siyasetçiler kendi değerlerini oluşturarak, toplumun her kesimine dilediğini söyleyerek -ses getirecek bir tepki görülmemesi de başka bir inanılmaz ama inanılır olay- iktidara gelebiliyor. Erdoğan'dan bir örnek var burada: "Biz halkız, siz kimsiniz?" söylemi olduğu gibi dışlayıcı, aslında özetlendiği gibi takım tutmaktan bir farkı yok bu olayın. İnsan hakları, bilim vs. gibi insanın bir parçası olan değerler değersizleştirildiği için söylemlerden öteye bakılamıyor ne yazık ki. "Halkın inşası" diyor buna Fassin, belirli hakikatlerin gözlerden silinip yerine içi boş sözcüklerin konması. İkinci makaleden itibaren solun popülizmi bu kişiliksizleşmiş halk üzerinde uygulayıp uygulanamayacağının, hangi koşullarda ve şekillerde uygulanabileceğinin değerlendirilmesi başlıyor, bu sırada yeni muhafazakârlıkla neoliberalizmin kesişme noktalarına geçiliyor. Liberal demokrasiyle piyasa imparatorluğu arasındaki gerginliğin demokrasiden uzaklaşma yoluyla gerçekleşebileceği, popülist söylemlerin bu noktada işe yarayacağı da bir başka konu, bir yerden sonra popülizm ve demokrasi siyasetin ta kendisi haline geliyor, böylece "onlar" ve "biz" karşıtlığı da kusursuz bir şekilde yaratılmış oluyor. Bizde herkesin şikayetçi olduğu bölünmeyi düşünelim, onca söylemden ve devlet politikalarından sonra gerçekleşmesi kaçınılmazdı. Militarizm ve sermaye himayesinde demokrasiden çıkış, Achille Mbembe'nin analizi bu. "Dünyanın zencisi olmak" da aynı düşünüre ait bir başka durum.

Enstrümanları inceleyelim, insanların homojenliğini bozan her türlü politikadan birkaçına değiniyor Fassin. "Ulusal-liberal" kavramı üzerinde duruluyor, küreselleşmenin bir ürünü olarak -başlangıca varmak gibi düşünebiliriz ama dopingli bir başlangıca- ulus-devleti düşündüğümüz zaman kültürel kimliğin ulusal kimliği biçimlendirmesinin yanında tersine bir süreç de başlamış olur, milliyetçilik üzerinden neoliberal politikalara ulaşabiliriz. Bugün bir röportaj gördüm, Suriyeli işçi çalıştıran milliyetçi bir işveren alenen vergi kaçırdığını, gelirini artırmak için Suriyeli çalıştırdığını falan söylüyordu, şaşırılacak bir durum yok. İnsan haklarını geçtim, milliyetçilik gibi ithal edilmiş ideolojiler sermayenin çoktan entegre edilmiş halini gösteren unsurlara dönüşmüş durumda. Altında buluşulacak çatı küçükse hemen bir büyüğü inşa ediliyor, ümmetin siyasi birliği sağlanamadığı zaman hemen ulus-devlet pompalanıyor, ardından şak, neoliberalizm, şaak, göçmen nefreti, şaşırıyor millet, diyorlar ki neler oluyor, oysa burada nelerin döndüğünü biliyorlar. Burada sömürünün son modeli işletiliyor, farklı bir biçim alana kadar eldeki en iyi biçimi bu. Korkunç.

Sonrası daha çok ABD seçimleriyle ilgili analizler içeriyor ama dünyanın her yerinden benzer örnekler veriyor Fassin, kısacık makalelerinde çarkların işleyişini değerlendiriyor.
Gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırı zorlayan yazarların arasına Toscana'yı da katıyorum, sıranın önlerine geçmesini sağlayan biçemi takdire oldukça değer. Yer yer postmodern klişelere yaslansa da Meksika'nın kaotik ortamında biten -neydi o her yerde biten arsız ot?- insanların yaşadıkları dünya gerçek, mesela Meksika diye bir yer yok. Kurmaca bir Meksika var, Sancho Villa ve diğer isyancılar gerçek ama hikâyeleri anlatılan toprakların var olup olmadıkları konusu dönüp dolaşıp kurmaca duvarına tosluyor. Aslında anlatılan her şey bu duvara toslamak zorunda ama okur olarak sınırsız bir güce sahibiz, mesela ben anlatılan her şeye inanıyorum. Meksika diye bir yer var, kayıp bir çocuğun cesedini kuyudan çıkarıp armut ağaçlarının dibine gömen bir adam var, bu adamın tek başına açtığı ve hiç kimsenin gelmediği kütüphanesinde gerçekliği okuduğu metinler üzerinden yaratan bir babası var, bunların hepsi gerçek, gerçeklikleri değillenemez. Galileo'dan mülhem, "Ben gerçek değil desem de gerçek." O yüzden Toscana'nın dünyasında neyin gerçek olduğuna odaklanıyorum şu an ama önce klişeler. Okuduğumuz metnin anlatının sonunda bir karakter tarafından okunmaya veya yazılmaya başlanması, bir. İç savaş zaten o coğrafyanın kaderi ve kederi, bunu klişeden saymayabiliriz veya yarım sayalım, tamamen gerçek bir mevzu olduğu için. Gerçekliği okuduğu metinler yoluyla tekrar kuran -tersi de geçerli- karakter, iki buçuk. Bir kayıp, bir yitim sonucu gerçeklik algısı kaymış olan bir karakter, üç buçuk. Toplamda bu klişelerin gayet iyi bir şekilde kullanıldığı iyi bir metin var elde, okunmasını öneririm. Toscana'nın iyi bir buluşu, çevirmen Pınar Savaş'ın da notunda belirttiği gibi gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırı ortadan kaldırmak için noktalama işaretlerini ketlemek. Alıntılarda, diyalogların başında ve sonunda vs. herhangi bir tırnak veya ayırıcı bir işaret yok, virgül ve noktadan başka. Diyaloğun nerede başlayıp nerede monoloğa geçtiği, anlatı zamanının nerede kesilip karakterin okuduğu metindeki anlatının nerede başladığı olabildiğince belirsiz kılınmış ki metin içindeki metin ana metinden ayrılmasın, diyaloglar tek bir karakterin ürünü olsun veya monologlar herkes tarafından söylensin. Aşırı deneysel bir durum yok, yine de dikkatli bir okuma şart. İsyancılarla askerler arasındaki çatışmaların, ülke tarihindeki ayaklanmaların ele alındığı bölümler nispeten lineer anlatıya uyuyor ama karakterlerin dahil olduğu her bölümden bir oyunculluk bekleyebiliriz. Şöyle aslında, Rushdie'nin Geceyarısı Çocukları nam muazzam, olağanüstü metnini ele alalım, meseleyi çok daha basitleştirelim ve noktalama işaretlerinden kurtaralım, Toscana'nın metnine ulaşabiliriz diyeceğim ama ulaşamayız, Geceyarısı Çocukları'nın girift yapısı bu sihirli dünyaların anlatısını çok uç bir noktaya ulaştırmış durumda. Sonuç olarak elimizde anlatım tekniği açısından yeni -bildiğim kadarıyla yeni tabii- ama ele alınan meseleler açısından çok da yeni olmayan bir metin var.
Güneş kavurucu, insanlar yoksul, su kuyuları kurumaya yüz tutmuş. Icamole'de durum aşağı yukarı böyle. Melquisedec'in kuyusu iş görüyor, bütün köy adamın kuyusunu ihtiyatlı bir şekilde kullanıyor ama Remigio bol bulmuş gibi saçıyor biraz, yıkanmak gibi biraz lüzumsuz işlerde kullanıyor suyu. İlk bölümde suyun önemini anlıyoruz, kuyuya atılan ölü bir hayvanın bütün kuyuları kirleteceğini, yer altındaki su yollarının birbirine bağlı olduğunu söylüyor Lucio, Remigio'nun babası. Mesela Remigio kuyuda bir kız bulduğu zaman onu hemen oradan çıkarmak gerektiğini düşünüyor, zaten azaldıkça azalan suyun kirlenmemesi için. Önce kızın ölü olup olmadığını anlamıyor, çıkarınca anlıyor. Kızın civar yerleşimlerden olmadığını anlıyor, babasının da fikrini alarak armut ağaçlarının dibine gömüyor bedeni. Bu ağaçlar önemli, civardaki sayılı besin kaynaklarından biri olan armudun ana vatanı, yetiştiği yer, toplandığı mekan, yendiği gölgelik, düşmeye teşne yaprakların meskeni bu ağaçlar. Lucio için kütüphanesi kadar önemli. İnsanlar Lucio'ya yemek getiriyorlar, bir de kitap alıyorlar, ödünç. Lucio kitaplarına öyle bağlı ki tek başına inşa edip doldurduğu kütüphaneye devlet yardımı kesildiği zaman bile açık tutuyor mekanı, tek başına işletiyor. Sözün gelişi işletmek, bütün gün oturup kitap okumaktan başka yaptığı bir şey yok. Yazarların metinlerinde yer verdikleri yemekleri gördüğü zaman siniri bozuluyor, gerçek yaşamda bahsedilen yemeklerin uzağından yakınından geçmediği için. Keşiş gibi yaşıyor, Fransızca bir metin okuduğu zaman Fransızlaşıyor, bir katilin anlatılıyorsa küçük bir kızın ölüsü civardaki kuyulardan birinde bulunuyor, mesela. Anlaşılıyor ki kız aşağıdaki kasabada kaybolmuş, Icamole'ye kadar nasıl geldiği bilinmiyor. Lucio mevzudan haberdar olunca hemen okuduğu metinleri hatırlıyor ve ne yapılması gerektiğini söylüyor falan, babayla oğlunun arasındaki ilişkiye baktığımız zaman genellikle babanın sözünün geçtiğini ve oğlanın kendini pek dinletemediğini görüyoruz, baba sürekli olarak okuduğu metinlerdeki karakterleri canlandırıyor, oğlunu o sırada ne okuyorsa oradaki bir karaktermiş gibi görüyor. Remigio için zorlu bir yaşam. Annesinin ölmesi Remigio için büyük bir kayıp, babası içinse kayışı koparmak için geçerli bir neden. Anne sık sık karşımıza çıkıyor, anılarda ve okunan metinlerde. Eşini yaşatmak için durmadan kitap okuyan bir adam işte Lucio, Remigio'ysa kaybının yasını tutup yaşamına devam ediyormuş gibi görünüyor. Lucio'nun okuduğu kitaplar, en azından bir kısmı tamamen uydurmaca değil, aralarında Metis'in bastığı Madrid'de Sonbahar var örneğin. Başka neyin tamamen gerçek olduğu konusunda aynı şeyi söylüyorum, her şey gerçek.

Icamole'nin tarihçesi için genişçe bölümler ayrılmış, 1876'daki savaştan sonra Icamole açık hava mezarlığına dönüştüğü ve ölenlerin hiçbirinin adı bilinmediği için ölülerin Icamole'ye gömülmesi yasak, bedenlerin birbirine karışmaması için. Onca bedenin ayırt edilmesi imkansız gibi gözükse de, evet, imkansız. Bir şeyi değiştirmiyor bu, Remigio emre karşı gelip çocuğu gömüyor ve gömer gömmez kızın annesi çıkıyor ortaya, ondan önce iki jandarma köye geliyor ve küçük bir kız çocuğunun görülüp görülmediğini araştırıyorlar. Köy pek kalabalık olmadığı için işleri kısa sürüyor, kibirle ayrılıyorlar o mezbeleden. Lucio'nun kurgusu bunlar, Son Okur'da kendi hikâyesinin anlatıldığını düşünürsek, üstelik her okurun metni kendince biçimlediğini de aklımızda tutarsak katman katman bir yoklukla karşılaşıyoruz, karakterler hem yer aldıkları metinden hem de yaşamlarından yola çıkarak korkunç bir yalnızlığın içinde yaşamaya mahkum oluyorlar, kendilerini de mahkum ediyorlar bir yandan. Lucio'nun kitaplardan başka çıkış yolu olmamasına rağmen en sonda mevzu bahis metne dönmesi bu yalnızlıktan, eh, belki de hoşlandığını gösteriyor. Yalnızlığa şekil veriyor üstelik, noktalama işaretlerine dair fikirlerinin okuduğumuz metin üzerinde uygulandığını görüyoruz zaten, karmaşık bağlantıları çözmek için metnin gizemlerini açığa çıkarmak, karakterlerle anlatım biçimini denklemek gerekiyor. Metni iyi okumak lazım yani, yoksa aslında kuru olmayan ama kuru bir anlatıyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bazı ipuçlarını bulmak kolay, Lucio'nun okuduğu metinde geçen Alberto Santín'in gömdüğü çocukla Remigio'nun gömdüğü çocuk arasındaki paralellik kendiliğinden oluşuyor, bu noktada da Lucio'nun dünyayı görme biçimiyle Remigio'nunki ayrılıyor. Remigio kitaplarda anlatılan hiçbir şeyin gerçek yaşamda edinilen deneyimlerin yerini tutamayacağını düşünüyor, babasının düşündüğünün aksine. Çocuğu gömerken duyduğu acıyı düşünürken şöyle diyor: "Alberto Santín bunların hiçbirini bilmeyecek çünkü yazmak yaşamak değildir, çünkü okumak da yaşamak değildir." (s. 50) Bu yüzden kitaplarla pek ilgisi yok Remigio'nun, edebiyatla ilgili ne kadar eleştiri ve görüş varsa hepsini Lucio vasıtasıyla görüyoruz. Mesela ölü yazarların metinlerini daha çok beğeniyor, o metinlerde aşırı tüketimin çirkinliğine dair aşırı örnekler olmadığı için. Günümüzün edebiyatında ürünler, duygular, insanlar kolayca tüketiliyor, oysa yüz yıl öncesinin yazarları yaşamın özüne dair yazıyorlar, karakterleri çok gerçekçi -çook gerçekçi- ve kola içmiyorlar.

Lucio'nun takıntıları -kendisince- gerçek edebiyatın peşinden koşmasına yol açıyor ve tutkuyla yaklaşıyor bu işe, örneğin beğenmediği metinler için ayırdığı bir oda/mezarlık var, kitapları oraya atıp çürümelerini bekliyor. Yakamıyor, gömemiyor, ulaşılmaz kılıyor. Bunun yanında çocuğun annesi ortaya çıkınca kadınla kurduğu ilişki de bu tutkusunun yardımıyla biçimleniyor. Kadın da kitap kurdu, deli gibi okuyor ve bu sayede iyi anlaşıyorlar. Kaybedilen eşin yası, kurmacalardaki kusursuz kadının ortaya çıkmasıyla birlikte tamamlanan bir sürece dönüşüyor. Eşin bir kitapta geçip geçmediği konusunda elimizde tutarlı bir bilgi yok, Lucio'nun da kafası karışıyor en sonunda, her şey giderek kurmacanın bir parçasına dönüşüyor ve malum sona ulaşıyoruz.

Son olarak toplumsal meseleler. Toscana sürüyle çarpıklığın olduğu ülkesini eleştirmekten geri durmuyor. Şu sadece bir örnek: "Meksika her daim en iyi Meksikalıları sürgüne gönderdiği için akbabaların ganimeti haline gelmiştir." (s. 113)

Sağlam bir metin bu, okumalısınız.
Lovecraft'ın mektuplarından bir parça, makalelerinden de bir parça. Adamın otuz bin mektup yazdığı söyleniyor, o zamanların WhatsApp'i mektup zincirleri olduğu için, Lovecraft da her türlü amatör oluşumu desteklediği için gününün önemli bir bölümünü mektup yazarak geçirdiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında yazar arkadaşlarıyla mektuplaşmaları da var ki asıl ilgi çeken kısım bu ama derlemeye Clark Ashton Smith'e yolladığı mektup dışında dişe dokunur bir metin alınmamış ne yazık ki. Lovecraft'ın zaten bir avuç okuru varken mektuplarının basılması ekonomik intihar olur, elini bu taşın altına sokacak babayiğit henüz yok, interneti kurcalayınca bazı mektuplarına ulaşılabiliyor gerçi. Her neyse, bu bile önemli bir girişim. Laputa Kitap güzelliği.

Sıradan gidiyorum, Lovecraft'ın kısa bir otobiyografisi. Ataları toprak sahibi olduğu için kendini daha çok taşralı olarak görüyor. Evliliğini sürdürmek için yaşadığı topraklardan ayrılıp New York'a yerleştiği kısa sürede tutulduğu buhranları, her gün çıktığı kısa gezintilerin eksikliğini düşünürsek doğadan ayrı kalamadığını söyleyebiliriz. Çok küçükken tuhaf şeylere tutulduğunu söylüyor, babasının ölümünden sonra eksantrik bir büyükbabanın gözetiminde büyüdüğü için bu da normal. Büyükbabası Lovecraft'ı geceleri karanlık koridorlarda ve boş odalarda gezdirirmiş, karanlık korkusunu yensin diye. Poe'nun da küçükken mezarlıklarda takıldığını biliyoruz, çocukluklarında alıyorlar zehri. Peri masallarını, cadı ve hayalet hikâyelerini dinlemekten keyif alıyor Lovecraft, Yerel Şam Pazarı'ndan edindiği eşyalarla bir Arap köşesi yaptırıyor, Abdul Alhazred'in kurgusal unvanını bu sırada aldığını söylüyor. Bulfinch'in meşhur mitolojisini okuyor ve Boston'daki klasik sanat müzelerine giderek "Romalıya dönüşüyor". Roma dönemine hayranlık duyuyor kendisi, Roma'nın yıkılışından sonraki zamanların karanlığından nefret ediyor, yaşadığı çağdan da nefret ediyor, bu yüzden Roma dönemini ve öncesini araştırıyor, Yunan ve Roma mitolojisindeki varlıklara inanıp onları göreceğini hayal ediyor. Okumayı üç yaşında söktüğü ve dört yaşından itibaren uçuk kaçık metinleri okumaya başladığı için pazar okulunda pagan pagan şeyler söyleyip din adamlarını dehşete düşürüyor, okula devam etmiyor liseye kadar, evde eğitim görüyor. Liseyi zar zor bitirdikten sonra üniversiteye gitmiyor, yazma çalışmalarına başlıyor ama önce Poe okumaya başlıyor tabii, sekiz yaşında "idolüm" dediği Poe'yla tanışıyor, Poe etkisi kendini gösteriyor ve kendi sözleriyle "kötü öyküler" yazmaya başlıyor Lovecraft. Bu sırada bilimlere merak sarıyor, evinin mahzenine bir kimya laboratuvarı kurduruyor. Herbert West'in bulunduğu öyküler bu dönemin anılarıyla yazılıyor. Sonra Lovecraft bakıyor ki bilim pahalı ve ailesinin durumu iyi değil, edebiyata dönüyor. Doğup büyüdüğü ev satılıyor bu sırada, Lovecraft için büyük travma. Bir gün zengin olup evi geri almayı düşünüyor ama hiçbir zaman zengin olamayacağını anladığı an kendi dünyasını kendinden emin bir şekilde inşa etmeye başlıyor. Geçinmek için başka yazarların metinlerini düzeltiyor, bir yandan da öykülerini ve makalelerini yayımlatıyor. Yıllar geçiyor böylece. "Sosyal, sanatsal ve politik bakımdan son derece muhafazakârım ve bununla birlikte tümüyle bilim ve felsefeyle geçen otuz dokuz yılıma rağmen uç noktada bir modernistim de." (s. 17) Daktilo kullanmıyor, soğuğa karşı olağanüstü hassas olması zaten bilinen bir şey, 37 derecede kasılmaya başlıyormuş. En önemli kısımlardan biri şu: "Yayımlanmayacak yazılar üretmekteki olağanüstü hızım, ciddi baktığım bir hikâyeyi ağır ağır, özenle incelememe olanak veriyor. Ahenk ve nüanslar da dâhil, ayrıntılara çok dikkat ediyorum ama amacım mümkün olan en kuvvetli sadeliği, sanatı saklayan sanatı yakalamak. Genelde orta uzunluktaki bir hikâyeyi üç günde, farklı uzunlukta seanslarla yazıyorum. Düşünce silsilemin bozulmasını sevmediğimden başka bir işin araya girmesine izin vermiyorum." (s. 19) Cthulhu'nun üç günde ortaya çıktığını düşünüyorum, müthiş bir şey.
Bir makale, kedilerle köpeklerin kıyası. Lovecraft ağır bir kedici ama iş bununla kalmıyor, kediler üzerinden psikolojik, siyasal vs. pek çok çıkarımda bulunuyor. Ağır bir ırkçı, öyle olmadığını söylese de ırkçılık alenen ortada. Kedileri Ari ırkın yılmaz ruhundan parçalar taşıdıkları için, mitolojide önemli bir yer tuttukları için ve daha pek çok sebepten ötürü çok seviyor, kedili fotoğrafları da var kendisinin. Neyse, özet şu: "Köpeklerin en çok hayal gücünden yoksun köylü ve kasabalılar tarafından, kedilerin ise hassas şairler, aristokratlar ve filozoflar tarafından sevildiği az sonra, biraz biyolojik ortaklık üzerine fikir yürütünce daha iyi ortaya çıkacaktır." (s. 25) Valla ortaya çıkan şey müthiş bir hayal gücüne sahip bir adamın dünyayı görmek istediği biçimiyle görmesinden başka bir şey değil. Ağır bir monarşi yanlısı, faşist düşüncenin zaferini bekleyen bir adam Lovecraft, demokrasinin saçma sapan bir icat olduğunu ve aristokratik monarşiyi desteklediğini söylüyor. Seçkinci, "melez" ve "aşağılık" olarak gördüğü diğer ırkları yerin dibine sokarken köpekleri de o ırklarla bir tutuyor. Köpekler aptal, sağa sola salyalarını akıtan köleler, başka bir şey değil. Üniversitenin ilk yılında Hasan Fehmi Nemli çevirisinden külliyatı okuyup derinlemesine araştırmaya giriştiğimde Lovecraft'ın bu fikirlerini öğrenip şok olmuştum, hiç yakıştıramamıştım ama o zamanlar ayrım yapamıyordum, öykülerle öykülerin yazarı arasında derin bir uçurum olabileceğini çoktandır biliyorum.

Clark Ashton Smith'e bir mektup. Smith'in Verlaine çevirdiğini öğreniyoruz, Fransızca şiirler yazdığını öğreniyoruz, resimlerinden zaten haberdarız, eğer azıcık ilgimiz varsa. "Şimdi çizim tahtana yerleştirdiğin o yeni kâğıt için merakım daha da kabardı. Şeytani dehanın tasavvurlarıyla kâfirleşen o kâğıdı çok geçmeden görebilecek miyim acaba!" (s. 42) Lovecraft'ın bir öyküsünün karakteri olan ressam Pickman acaba Smith'ten esinlenmenin sonucu mu diye düşünüyorum, muhtemelen. Abdul Alhazred ve Necronomicon'la ilgili bilgi topladığını söylüyor Lovecraft, kurmacayı samimi arkadaşlarına yolladığı mektuplarda bile sürdürüyor, çok ilginç. Vathek'ten esinlendiğini de söylüyor arada bir yerde, zaten Doğu kültürüyle ilgili canavar gibi araştırma yaptığı için gayet mümkün. Arkham ve Miskatonic Üniversitesi de bahislerden biri. İnandırıcılık için başlangıç noktası arkadaşlar sanırım, Lovecraft inanmadığı bir şeyi yazmıyor sanki.

August Derleth'e bir mektup. Randolp Carter'ın Hikâyesi nam öykünün kaynağını anlatıyor Lovecraft, aslında öyküyü yazmadan "yazdığını" söylemek mümkün. Gördüğü bir rüyanın detaylarını veriyor: sis, mezarlık, telefon teli, kürekler, sonrasında arkadaşın mezardan aşağı inişi falan, hikâyenin aynısı işte. Lovecraft kendisini Randolph Carter'a çevirerek yazmış öyküyü. Merak ettiğim şu ki Randolph Carter'ın geçtiği diğer hikâyeleri de rüyasında mı gördü Lovecraft, yoksa iş bir noktadan sonra uydurmacaya mı döndü? Bu meselenin yer aldığı mektuplar varsa keşke onlar da çevrilseymiş.

Robert E. Howard'ın intiharından sonra kaleme alınmış bir makale var, bu makale Minima'dan çıkan Solomon Kane'in sonunda da yer alıyor. Howard'a derin bir hayranlık duyuyor Lovecraft, hatta imreniyor. Mektup arkadaşı ikisi ama hiç görüşmemişler, Howard tek bir yazar arkadaşıyla görüşmüş intiharına kadar. Onun hikâyesi de ilginç ve garip. Petrolün yanı başındaki yaşamın da petrol gibi çürümüş vaziyete geleceğinden bahsetmiş bir kez, babasının işi yüzünden petrolle sürekli burun buruna geldiği için yaşamından vazgeçmiş. Howard da çok şahane yazardır, gıyabında teşekkür edeyim.

Geri kalan makalelerde tuhaf kurgu yazmak üzerine birtakım notlar, şiir sanatı üzerine birtakım atıp tutmalar, bolca ırkçılık ve tepeden bakmacılık, ukalalık ve benzeri şeyler var, Lovecraft hayranı olan beni tatmin etti açıkçası. Fikirler değil, öykülerini sevdiğim adamdan birkaç şey daha okumak tatmin etti. Lovecraft hayranları mutlaka okumalılar, kesmeyince internetten başka mektuplarını da bulmalılar. Çevirmeliler ve mümkünse basmalılar. Evet.
Raskol'un Baltası ne güzel öyküler basmış ya, geçende kampanyadan aldığım kitapları birer birer okuyasım var ama aralara başka kitaplar sıkıştırıyorum ki hemen bitirmeyeyim, güzelliği zamana yayayım. Banu Özyürek'i hemen okumak istedim, Twitter'da sıklıkla övülüyordu, merak ettim. Evet, Banu Özyürek övülmelidir, iyi bir öykücü. Öykülerdeki birkaç tökezden de bahsedilmeli, bunun yanında öyküler derinlemesine incelenmeli. Fatma Nur Kaptanoğlu'yla kıyaslamalı bir okuma yapılabilir mesela, sesleri çok benzer, hatta birinde dedenin vefatından hemen sonrasındaki cenaze evi sekansını diğerindeki bir öyküde yer alan anneanne, anne ve meftun dede üçgeninin hemen berisine yerleştirmek mümkün. Bizim kuşağın torunluğu ağırlıklı olarak annenin veya babanın kayıpla baş edememesi üzerinden biçimleniyor, biyolojik duvar yıkıldığı için ölüme bir adım daha yaklaştıklarını fark eden ebeveyn bir yana, ikinci sıraya yükseldiğimizi bildiğimiz için ölümle kendiliğinden bir mesele doğmuş oluyor. Korkuyu dizginlemek için anneden ve babadan beklediğimiz teskinlik bir türlü görünmüyor, zira onlar da ilk kez olmasa bile ölümle "bu ölçüde ilk kez" bir yüzleşmeyle karşı karşıya kaldıkları için kendi acılarını, belki de duyguların bastırılmasından ilk kez kurtulabildikleri için -onların bir iki kuşak büyükleri baskılamayı süper bir nimetmiş gibi öğretmişler, yaşamlar bu gölgenin altında serpilmiş, gördüğüm kadarıyla- ilk kez özgürce duygulanmanın serbestliğinde, üstelik o zincirleri taşıyanlar ve çocuklarına takanlar öbür tarafa göç etmişken yükü kaldıramıyorlar. İş çok kişiselleştiği için burada bırakıyorum, ben de bir iki öyküde anneanne ve anne meselesini kurcaladığım için çıkarımdan çıkarıma koştum, öykülere dönüyorum. İthaf anneye, Özyürek'in bazı öykülerinde anne önemli bir yer tutuyor. Bunun yanında bütün öykülerde anlatıcının yaşamı üzerinden gidiyoruz, ses hemen hiç değişmiyor, olayın odaklanma ölçüsüne göre detaylandırmanın inceliği değişse de hemen hemen tek bir karakterin yaşamından kesitler gördüğümüz söylenebilir. Çok kişisel/kahraman odaklı bir dünyanın, anlatının sundukları içinde bolca sosyal iletişimsizlik ve karakterin kendiyle "aşırı" iletişimi var. İlk öykü Bir Günü Bitirme Sanatı, öyküler arasında en uzun olanı. İtalik bir bölümle başlıyor, mektubun girişi. Sonradan ana anlatı bu mektupla paslaşmalı olarak ilerleyecek. Semra'yla tanışıyoruz doğrudan, anlatıcıya umut verdiği söyleniyor. Hemen ardından bir günün başlangıcına şahit oluyoruz, uyanma anından sonra düşünceler yığılmaya başlıyor. Anlatıcı ayak parmaklarıyla oyalanmayı bir tür ölüm gibi görüyor, kafasındaki kaosu susturabildiği için. Kendinden, başkalarından ve Semra'dan kurtuluyor böylece ama mektubun başlangıcını ele alırsak hatırlamanın bu geçici kurtuluştan daha önce geldiğini, hatırlamanın her zaman her şeyden daha önce geldiğini ve aslında kurtuluşun da başka hatırlayışlar için bir nevi boşluk yarattığını söyleyebiliriz. Anlatıcının hapları ve temizinden bir agorafobisi var, sosyofobisi de var, aslında çok sayıda fobisi var ve bu fobiler kalbini havaya uçurabilecek seviyede. Bu infilakı göze alarak Semra'yı arıyor, yer ve zaman belirleniyor, buluşacaklar. Buluşma anına kadar birtakım kaygılar peydah oluyor. Semra'yla buluşuyorlar ama Semra telefonla konuşuyor, anlatıcı yumruk atmak isteyip atamıyor. Yapmak isteyip yapamadığı çok şeyden biri, hepsinin hayalini kurup o ânın ağırlığından kurtuluyor, gerçekliği hafifletmek veya silikleştirmek için bir nevi savunma mekanizması. Şiddete meyil de bir başka mesele, başka öykülerde de karşımıza çıkıyor. Neyse, buluşuyorlar ve anlatıcı garip davranmak istemeye istemeye garip davranıp rahatlıyor nihayetinde, evine dönüyor ve "elindelikten" yoksun olduğunun farkında olduğunu söylediği bir mektup yazıyor, sonrasında pek çok mektup yazıyor. Telefonla aramayı düşünüyor. Rüyalarını ele geçirmeye kalkışmıyor ama kalkışsa yerinde olurdu. Sırf Semra üzerinden ilerlemiyoruz, anlatıcının işinden ve meskeninin civarında olup bitenlerden de facialar ve sosyallik hayalleri devşirilmesine şahit oluyoruz. Sokakta oynayan çocukların babalarıyla yaşanacak aşklardan depremin sokaklara döktüğü insanların arasına karışma hayallerine kadar pek çok arzuya denk gelsek de "elde edilemeyen" bir yaşamın bu arzuların gerçekleşme ihtimali olmadan akıp gittiğini duyuyoruz daha çok, hatta bu yaşamın elde edilmemesinin istendiğini de düşünebiliriz, bilinmeyendense bilinen -ne ölçüde kötü olursa olsun- daha iyi. Allah konuşsa deli korkacağını söylüyor karakter, Allah'a neden o kadar yalnız olduğunu sorduktan sonra. Bir cevap istenci yok, çocukluktan beri böyle, arada derede öğreniyoruz bunu da. Dünya ekseninden kayıp düşse ne olacağını merak edip korkan bir çocuk, büyüdüğü zaman kendisi dünyanın çekiminden kurtulup düşüyor, her şey giderek uzaklaşırken o benmerkezciliğine sarılıp varlığını sürdürüyor. Geriye kendinden başka bir şey kalmamacasına.
M.'nin 78. Yalanı geliyor ardından. Evlilik, pilav ve M.'nin dönüşünü beklemek. Sigara içiliyor, sigaranın dumanının anlatıcıyla M.'nin adının yazması bekleniyor. Karakterin nesnelerle kurduğu sihirli ağlardan yalnızca biri, huzursuzluğu dindirmek için gereken tek insan ortalarda olmayınca sunacağı sihir nesnelerde aranıyor, öylesi bir gereksinim ve yalnızlık var elde. Anlatıcı M. ile evli ama M. karakterle evli değil, eve geç gelmesinden ve bazen hiç gelmemesinden anlıyoruz bunu. Tatar Çölü'nün bekleyiş psikolojisi anlatıcıya aktarılmış, öyküde romana küçük göndermeler var. İletişimsizlikten ötürü M.'nin ciklemesi veya havlaması dahi bekleniyor, yeter ki paylaşılabilecek bir iletişim düzlemi oluşsun ama olmuyor bu tabii, M. ortalarda yok. M.'nin eve geldiği saatleri not ediyor, kapıdan pırıl pırıl, son model bir M.'nin girmesini bekleyip ona evlenme teklif etmeyi düşünüyor, paylaşılan bir gerçekliği oluşturmanın hayalini kuruyor. Yaşadıkları M.'yi doğrudan ilgilendirse de M. hiçbir şey olmamış gibi davrandığı için, nasıl desem, varlıksal bir yalanı söylüyor her an, anlatıcının gerçekliğinin içinde bir leke gibi, bütün uyumsuzluğuyla duruyor. Kurduğu hayalle şahitlik istencini sunuyor anlatıcı, yaşamını aynı düzeyde paylaştığı bir diğerinin, sevdiği insanın gerçekliğe uyumlu bir katılımını bekliyor. Çirkin gerçeklikte eve gelip 78. yalanını söylüyor M., Markov.

M.'nin 79. Yalanı düzyazı şiire benzer bir formla anlatılıyor. Başta epigraf niteliğinde bir giriş var, bir yalan varsa ikinci yalanın olmayabileceğine, 78 yalan varsa 79. yalanın olabileceğine dair. Burada bir dipnot var, Eskimoların böyle bir atasözünün olmadığı söyleniyor. Bence buna lüzum yok, zira epigrafın oyunculluğu bu açıklamayı zaten içeriyor, esprisini açıklamaya çalışan komedyenin halini düşünelim. İkinci bir mevzu da M.'nin kafasında kırılan vazonun ardından yenecek helvayla alakalı. Ya ben anlamadım -ki bu hiç şaşırtıcı olmaz- ya da bir sıkıntı var ortada. Markov'un "yalancıların azizi" olarak tasvir edileceği söyleniyor, ismini de düşünürsek Türk olmadığı söylenebilir. Sonlarda anlatıcının "bütün dillerde şıkır şıkır oynayacağı" söyleniyor üstelik. Bu durumda anlatıcı Türk o zaman, başka memleketlerde ölünün ardından helva yeme geleneği varsa Türk olması şart değil ama yoksa, o zaman Markov'un neden Markov olduğunu düşünüyorum ve aşırı yorumluyorum, yazarın tercihi neden Markov, çok kişisel bir simgelem sebebiyle mi? Bu böyle kalsın, vazoya dönersek anladığımız kadarıyla güzel bir vazoydu ve tek parçaydı, artık değil. Anlatıcı, "Bana yalan söyleme!" diye bağırıp geçiriyor vazoyu ve ekliyor: "Markov / Hu-hu / içine tüm eğri büğrü cümleleri / atabileceğin bir çuval değildim ben;" (s. 56)

Yara doğurganlık meselesi üzerine bir öykü, başka bir iki öyküde de jinekolojik problemlerden bahsedildiği için bunu bir izlek olarak alabiliriz. Huzursuzluk tam gaz sürüyor, anlatıcının rahminde 1 lira büyüklüğünde bir, ne olduğunu hatırlamıyorum, sıkıntılı varlık diyeyim, böyle bir şey olduğunu söyleyen doktorun önlüğündeki yağ lekesi anlatıcı için güvenilmezlik karinesi haline geliyor. Aslında bütün problem doktorun insancıl davranması, yakınlık göstermesi, profesyonel soğukluğu ortadan kaldırması ama böyle bir şey olmuyor. Ameliyatta görev alan hemşirelerden biri yapıyor bunu. Hemşirenin kıyafetinden bahsedilmediğine göre yakınlık yoksunluğunu nesnelere yüklemece tekniğinden bahsedebiliriz yine. Nispeten kısa bir öykü ama buruğu diğerlerine denk.

Kalan öykülerden şöyle bir bahsedeceğim ama okur şöyle bir okumasın, sıkı bir uğraşın içine girerek okusun isterim. Sosyalliğe yeteneksiz karakterler var, annenin boynundaki damarları her geçen gün daha da çirkinleştiriyor. Aslında insanları çirkinleştiriyor bu, yoksa onca ölüm/ortadan kaybolma isteği belirmezdi. Başka bir mevzu, olmayan gelecekle çarpık bir şimdinin arasında durulan çürük zemin. Geleceğin hayali kurulurken parodiyi andıran bir iyimserlik beliriyor, Pıtırcık'ın hayalleri gibi. Okuyan bilir, mesela Pıtırcık evden kaçtığı zaman çok uzaklara gideceğini, çok zengin olacağını ve ailesinin kendisini deliler gibi özleyip pişman olacağını abarta abarta tahayyül eder. Eh, bir çocuğun abartısıyla bir yetişkinin hayallerini aynı çizgide birleştirmek zor olsa da çok yaklaştıklarını söylemek mümkün. Bir de ne zaman acı verici bir olay gerçekleşse o ânın gerek hayal kurmayla, gerek o atmosferin detaylı bir duygu/nesne betimiyle genişletildiğini, uzatıldığını görüyoruz, bu da travmanın süreğenliğini gösteren iyi bir örnek. Son olarak Bilen Duyan Kıvrılan Varsa, Lütfen öyküsüyle ilgili bir şey söyleyip bitireyim. Fatih Altuğ'un Onat Kutlar'la ilgili bir makalesi var, Altuğ, Deleuze'ün kıvrılma, katlanma vs. kavramları üzerinden Kutlar'ın birkaç öyküsünü açımlıyor, Yaşanmış Ağır Bir Ezgi'de okunabilir. Bu öykü için de benzer bir inceleme yazılabilir, çok da şahane bir şey olur. Katlanan, kıvrılan, kırılan veya dümdüz duran, çizgilenen, çaprazlanan bir karakter var bu öyküde, akademisyenler veya eleştirmenler göreve.

Öyküler ne hoş. Kalabalıklık yok, meseleler ilgi çekici, on numara beş yıldız.
Orhan Koçak'ın bir sunuş yazısı var, Todorov'un başka metinleriyle bu metni arasında paralellikler kurup mevzuyu açıyor. Poetika başka bir disiplinin -felsefe, psikoloji vs.- ve kavramlarının ödünç alınmadan, tamamen edebilikten yola çıkarak edebiyatın kendi terimleriyle incelenmesi çabası denebilir. Aristoteles kendi dönemindeki edebi türlerin ayrımını bu yolla yaptıktan sonra haliyle kerteriz noktası vazifesi görmeye başladı, Todorov da bu bahsi güncele taşımak istiyor. Koçak, Todorov'un makalelerini eşeleyerek "projeksiyon", "açımlayıcı şerh" ve "poetika" kavramlarını kısaca inceleyerek Todorov'un poetikasının yapısalcılığa ve dilbilimsel yapısalcılığa yakın olduğunu, kuramsal temelin anlam parçalarından yola çıkılarak oluşturulduğunu belirtiyor ve hiyerarşik ağdan bahsediyor. Poetikanın edebi olguların yorumlarını içermesi, dilin sözcükler ve dil kurallarını içermesiyle benzer bir küme ilişkisi oluşturuyor. Todorov'un poetikadan türettiği bireysel yorum denemeleri "okuma" olarak adlandırılıyor, biraz açımlayıcı şerhe benzese de sistematikleştirilmiş bir yakın okuma niteliği taşımasıyla ondan ayrılıyor. Metnin anlamının incelenmesi poetikaya göre bir "sonuç" oluyor, metnin özü değil. Etkin okumanın ve yorumsayıcılığın sınırsızlığında Todorov bir açıdan post-yapısalcı oluyor Koçak'a göre, yapısalcılık Todorov'a göre bazı açılardan yetersiz, okuma ve betimleme arasındaki fark üzerinden Todorov'un açıklamaları var, bu kısmı derinleştirmiyorum ama Todorov'un Rus Biçimcileriyle ve yapısalcılarla fikren yakınlaşıp uzaklaştığı noktaların belirlenmesinde önemli bölümler mevcut, poetikanın açımlanmasında tekniklerin ve kavramların karşılaştırılması sırasında bahisleri geçecek, okunması lazım. Todorov'un kaynaklarını inceleyen Koçak, Propp'un yapısal çözümlemelerini döneminin Aristoteles Poetikası olarak görüyor, yapısalcılığı özetleyerek Todorov'un niyetine geliyor: "Poetikanın nihai konusunu oluşturan 'edebiliğin' elde edilmesi de okurun bu matrisi şu ya da bu şekilde zihninde canlandırabilmesine, başka bir deyişle bu farklılaşmaları kendi okuması içinde 'işletebilmesine' bağlıdır: Todorov'un Poetikaya Giriş'i, her iy okurun kısmen bilinçli kısmen de bilinçsiz olarak gerçekleştirdiği bu işlemlerin bir ilk dökümünü sunmaktadır." (s. 13) Metin bir uygulama rehberi değil, daha çok poetikanın neliğine ve bileşenlerine dayalı bir çerçeveleme, sınır çizme girişimi olarak görülebilir ve evet, Beckett'in öznelerinden Kafka'nın kıstırılmışlığına kadar pek çok anlatı öğesinin, atmosferinin kıyasını yaparak çıkarımlarda bulunabiliyorsak ve dilsel ayrımların bilincine vararak anlatının kurulma biçimini ayrımsayabiliyorsak sezgisel olarak poetik bir okuruz. Todorov okurun metinler arasında koşutluklar bulmasında, edebi bir yorumsama şeması oluşturmasında yardımcı olabilir. "Ben kafama göre okurum," diyen de öyle okusun ama Todorov mühim bir düşünürdür, bir dinleyin adamı bence.
İngilizce basıma önsözde metnin geçirdiği değişimi anlatıyor Todorov, metni ilk haliyle 1967'de Yapısalcılık Nedir? başlıklı ortak bir yapıtın parçası olarak yazmış, 1973'te ayrı bir kitap olarak basılacağı zaman gözden geçirerek eklemeler yapmış. Tarih ile bilim arasındaki ilişkiyi farklı bir gözle görmeye başladığını söylüyor, metindeki değişimin sebebi bu. Edebiyatın tarihsel boyutundansa biçimsel boyutuna ağırlık verdiği söylenebilir. "Edebiyat üzerine teorik söylem yapıtlarla değil 'edebiyat' ile, ya da diğer empirik nesnelerin içgüdüsel olarak karşılaştırılıveren genel kategorileriyle ilgilenir. Edebiyat teorisinin temel sorununu oluşturan şey de bu seçim olanağıdır (ve dolayısıyla bu keyfilik tehididir)." (s. 17) Metnin ilk hali elimde olmadığı için karşılaştırma yapamadım, bu konuda doyurucu bir açıklamaya giremeyeceğimden geçiyorum ama şunu söyleyebilirim; Todorov teori ve şerhi birleştirerek bir senteze ulaşmaya çalışıyor. Bildiğimiz anlamıyla edebiyat 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupalılar tarafından sistemleştirilmeye çalışılmış ve halihazırda uğraşın sürdüğü bir alan, özerkliğini Alman romantizmiyle birlikte edinmiş ve 20. yüzyıldan itibaren farklı "okulların" çabalarıyla beslenmiş. Aristoteles'ten Yeni Eleştiri'ye kadar kısa bir tarihçe sunuluyor, ardından farklı disiplinlerin verileriyle biçimlenen teorilere yer veriliyor. Yapısalcılığa da dokunuluyor ucundan, daha çok teoriye yer verdiği, şerhe pek bulaşmadığı söyleniyor ki anlamla pek az ilgisi vardır yapısalcılığın, en azından yorumlamaya denk gelen anlamla. Todorov için yorumlama, sentezin bir kanadı olarak önemli bir yere sahip. Doğru veya yanlış değil, zengin ya da fakir, açıklayıcı ya da kısır olmak üzere çeşitleri var ve yeri sağlam. Todorov tarihsel bir proje oluşturduğunu ve düzanlam şerhi yaptığını söylüyor, aslında kavramları olduğu gibi almayıp bileşimden bir poetika çatmaya çalıştığı söylenebilir.

Önsözden sonra tanım kısmına geliyoruz, en başta Todorov edebi metnin kendisini yeterli bir bilgi nesnesi olarak gören tutumla yazarın yaşamı gibi pek çok etkeni de metne dahil eden diğer tutumu birbirinden ayırıyor ama ikisinin de birbirini dışlamadığından bahsediyor ve ilk tutumu açmaya başlıyor, yorumlama olarak adlandırıyor bu tutumu. Şerh, yorum, metin açıklaması, okuma, çözümleme ve eleştiri olarak da adlandırılabiliyor. Şöyle özetlenebilir: Her şey yorum değildir, metinde dilin yapısının yorumu farklılaştıracak pek çok etki noktası mevcuttur ve yapıyı bilmeden anlam da tam olarak bilinemez. Bunun yanında tamamen maddi olan ölçümler de yorumu zenginleştirmez. Okur olarak metni yeniden yazarız, oluştururuz, donanımımız ölçüsünde. Poetika bu iki yaklaşımdan faydalanan bir yapıdır. "Poetika, tek tek yapıtları yorumlamaya karşıt olarak, anlamı adlandırmayı değil her bir yapıtın ortaya çıkışını yöneten genel yasaların bilgisine ulaşmayı amaçlar. Ancak, psikoloji, sosyoloji, vs. gibi bilimlerin aksine, bu yasaları edebiyatın kendi içinde arar. Demek ki, poetika, edebiyata dair hem 'soyut' hem de 'içsel' bir yaklaşımdır." (s. 37) Todorov diğer bilim dallarıyla edebiyat arasında kurulan ilişkileri incelerken edebiyatın psikolojiyle kurduğu ilişkinin sosyolojiyle kurduğu ilişkiyle birlikte ele alınabileceğini, kısacası böylesi birleşimlerin kabul edilebilir olduğu fikrine karşı çıkar, "cisimler bilimi" çerçevesinde bir "kimya çözümlemesi", "geometri çözümlemesi" olmadığını söyler. Sadece edebi olanla uğraşıyoruz yani, pişmiş aşa su katmıyoruz. Evet.

Anlambilimsel görünüşle poetikanın bölümlerine geçiyoruz. Dilin nitelikleri anlamla doğrudan ilgili olduğu için dille başlıyoruz, "sözdizimsel ve anlambilimsel görünüşler" bizi türleri değerlendirmeye götürüyor. Dili belirli kurallar çerçevesinde kullanarak dizimi oluşturan bir edime ulaşıyoruz, edebiyatla dilin en kalın çizgilerle kesiştiği nokta bu. Ayrıştıkları noktada lirizm başlıyor, şiirin başına buyrukluğu. Ayrımı "gerçeğe uygunluk" beklentisinin çerçevesinden incelediğimizde türlerle, özellikle romanın tarihiyle karşılaşıyoruz. Romanın pikareskliğinden günümüzdeki gerçeklik algısıyla ilişkilerine kadar gelen kısa bir inceleme var, ardından şiir için aynı değerlendirme yapılıyor. Sözün bağlamlarıyla ilgili bölümle birlikte derin bir nefes alıyoruz, zira teorik kısımdan biraz uzaklaşarak edebi örneklerle karşılaşmaya başlıyoruz. Oh be. Gerçekçi romanda Madam Bovary, romantik romanda "lirik kanatlanışlar" değerlendiriliyor. Sözcük tercihleri bu somutluğu veya uçarılığı sürdürmede başat öneme sahip oluyor, Todorov sözcükler arasındaki ilişkilere göre kavramlarını kuruyor ve açıklıyor. Verdiği örnekler üzerinden aklınızdaki örneklerle kıyaslama yaparak terimleri oturtabilirsiniz. Kip, zaman, ses, görüş açısı gibi başlıklar etrafında bir metnin organik bir şekilde hangi parçalardan oluştuğunu anlatıyor sonrasında.

Bu metin, karanlıkta el yordamıyla ilerlediğini hisseden okurlar için başlangıçta intihar sebebi olabilir ama biraz sabredilirse iyi bir yol göstericidir, nitelikli okumalara yol açabilir.