Toplam yorum: 3.088.192
Bu ayki yorum: 7.881

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Olabildiğince objektif. Bilinen aşamalara girmeden, ilginç detaylar üzerinden gideceğim.

Okuyucuya, ilk bölüm. "Bütün duyduklarımıza ve söylediklerimize karşın dünya epey uzun bir süredir iyiye gidiyor." (s. IX) Dünya sadece "gidiyor", günümüzden geçmişe bakarak birçok şeyin iyiye, birçok şeyin de kötüye gittiğini söyleyebiliriz, o halde sırf bir gidişten bahsetmek daha mantıklı geliyor bana. En azından sağa sola atom bombası atan deli insanlar tarafından yönetilmiyoruz, bu iyi. İnsan merkezli bakış açısından bakarsak ekolojinin içine etmemiz, eh, bu kötü. Aztek rahiplerinin atan kalpleri keserek çıkarmaları, kalbi çıkarılan insan için ve insanlık için kötü. Liste uzayıp gider, akışa odaklanıyorum. 200 ülkenin çoğundan söz etmediğini söylüyor Davis, bu ülkelerin çoğunun kötü şeyler yapmasından ötürü bu durumun onlar için daha iyi olabileceğinden bahsediyor. Bunu direkt es geçebiliriz, güdümsüz bir ülke kalmadığına göre tartışmaya açık bir iddia bu.

Yeryüzünü Dolduruyoruz. Atalarımızdan en önemlisi Homo erectus, Dik İnsan. Ereksiyondan akla gelsin. Bu ata 300000 yıl boyunca dünyanın belirli bir bölgesinde, Afrika'da ve Asya'da dolanıp durdu. Biz Homo sapiens'iz, şu an Dünya'daki tek insan türüyüz. 160000 yıl önce Büyük Sahra'nın güneyinde evrimleştik. Bir müddet başka bir iki türle birlikte yaşadık ve -muhtemelen- onları ortadan kaldırdık. Cro-Magnon 30000 küsur yıl önce ortaya çıkınca zihinsel ve fiziksel olarak günümüzdeki en yakın formumuza kavuştuk, sonra yayılmaya başladık. Ölümden sonra yaşam olduğuna dair fikirlerimiz ortaya çıktı, eşyalarımızla birlikte gömülmeye başladık.

Lascaux'daki resimler II. Dünya Savaşı'nın başlamasından hemen sonra bulundu. Tarihi bir olay, resimleri yorumlayarak geçmişimiz hakkında önemli bilgiler edindik. Resimlerini yaptığımız hayvanlara bu yolla hükmettiğimizi düşünmüş olabiliriz, büyüye dair bir mevzu olabilir. Başka yerlerde başka resimler, heykeller, figürler yaptık. Denizlere açıldık, dünyanın her yerine gittik. Kutupların belirli bir bölgesi dahil.
Irmak Boylarında Toplanıyoruz. Koyun sürüleri. Zayıfları kesip yedik, güçlüler nitelikli bir türe doğru evrimleşti. Tarımla uğraşmaya başladık, göçerlik yerleşikliğe dönmeye başladı. Dünyanın hemen her yerinde aynı anda devrim oldu, bilişsel işlemler insan topluluklarının uğraşlarını farklı zamanlara dağıtmadı. Dağılım farklı süreçlerin işlemeye başlamasıyla gerçekleşti. Neyse, Ötzi'nin üstünden çıkanlar: sırt çantası, kesici kısmı bakırdan yapılmış bir balta, bir yay ve oklar, çakmaktaşından bir kama, iki adet mantar, bir çakaleriği ve mermer boncuğu olan bir püskül. Ötzi'nin çocuğunu doğurmak için birkaç kadın gönüllü olmuş, henüz böyle bir durum yok ama binlerce yıl önce yaşamış bir adamdan çocuk yapmak süper fikir. Sonra Sümerler ortaya çıktı, yazıyı ekonomik meselelerin kolaylaştırılması amacıyla icat ettiler. Şehir devletleri ve savaşçı krallar türedi, krallar tanrı tarafından seçildiklerini söylediler. Etena nam Sümer kralı birkaç devleti birden kontrol eden ilk kral olabilirmiş, iyi. Gılgamış da bu dönemin eseri. İlk kanunlar. Aynı dönemde Mısır'da da hareketlenme var; Akrep Kral denen bir adam -Dwayne Johnson geliyor gözümün önüne- Mısır'ı birleştirmiş, kimi kaynaklarda Menes olarak geçiyormuş. Mısırlıların çok ırklı bir halk olduğu ortaya çıkarılmış yakın zamanda.

Göçerler Yerleşiyor. İbraniler olarak anılacak bir Sami topluluğu Sümer ülkesinden Fırat boyunca kuzeye çıktılar, Harran civarından tekrar güneye yönlendiler. 4000 yıl önce oluyor bu, o tarihten yaklaşık 1000 yıl sonra yazılacak olan tarih, efsane, söylence derlemesi olan Kitab-ı Mukaddes'i okursak hikâyeleriyle karşılaşırız. Davis kısaca anlatıyor mevzuyu; Avram'ın Tanrı'yla konuşması, aralarındaki anlaşma gereği sünnet meselesinin ortaya çıkması, tek tanrı olayının o zamanlar için büyük sıkıntılar doğurması, bir dünya şey. Kurgulama kolaylaşsın diye bir baba, bir oğul ve bir torun kullanılmış. İbrahim, İshak ve Yakup. Kenan diyarından Mısır'a yapılan yolculuk, firavunla girilen birtakım maceralar, hikâyeyi biliyoruz. Davut'un pek çok mezmur yazmış olabileceği fikri ilginç. "Kitab-ı Mukaddes, önceden konar göçer bir hayat sürerken sonradan Filistin'de yerleşik hayata geçerek çiftçilik yapmaya başlayan bu yoksul insanlara, Mısırlıların ve Fırat ile Dicle kıyılarında yaşayanların sahip olmadığı bir şey vermişti: Bir bellek." (s. 45) Toplumları bir arada tutan yegane şeyin hikâyeler olduğuna pek çok kaynakta rastlarsınız, en efsanevi olanı Yahudilerin hikâyeleridir. Muazzam bir kültür birikimi, toplumsal hafıza sağlıyor.

Eskiçağın İki Kenti Farklı Yollar İzliyor. Sparta ve Atina. Perslerle savaşlar. İttifaklar ve ihanetler. Herodotos'un anlattığı hikâyeler ve trajediler Atinalıların belleğini oluşturuyor. Yazgıdan daha güçlü olmadıklarını düşünüyor insanlar, yine de mücadele ediyorlar, ellerinde mitolojik kahramanlar var çünkü. Yönetim biçimleri değerlendiriliyor, Aristoteles bir orta yol bulup yönetimi orta sınıfa bırakmayı öneriyor. Kent devletlerinde yaşamayanları barbar olarak görüyor bir yandan, uygar dünya Atina'dan ve civardaki diğer kentlerden ibaret.

Çin'in Binlerce Yıllık Serüveni Başlıyor. "Bitkisel bir uygarlık", ekip biçme işleri Çin'den sorulur. Shang hanedanının varlığını ortaya koyan kuvvetli kanıtlar ortaya çıkarılmış, efsanelerin doğduğu noktada gerçeklik payının olması heyecan verici. Çin'in tarihi hanedanların yükseliş ve çöküş öykülerinden ibaret, göçebelerle yapılan savaşlar var bir yandan. Çin sülalesi bütün devletleri ele geçirerek tek bir ülke oluşturuyor, ad da buradan geliyor zaten. Konfuçyüs ortaya çıkıyor, birtakım veciz sözler söylüyor ve sonrasında ortaya çıkan despotlar bu vecizeleri ortadan kaldırmaya çalışsalar da devlet yönetimi gibi çok önemli mevzularda aksamaların başlamasıyla bu bilge insanın düşüncelerine dönüyorlar. Uzaklaşıyorlar ve tekrar dönüyorlar. Devlet adamı yetiştirilirken Konfuçyüs'ün fikirleri üzerinden sınavlar yapılıyor falan. Deniz seferleri, baharat yolları, Çinliler güzel yürüyor.

Kimimiz Cihana Hükmetmeye Girişiyor. Ariler yayılıyor, "Arilerin Toprağı" anlamına gelen "İran" adını veriyorlar fethedip yerleştikleri bölgeye. Sonrasında Persler olarak bir araya geliyorlar, amaçları sırf fetih. Kral Yolu'nu inşa ediyorlar, o zaman için büyük iş. Sonrasında İskender çıkıyor ortaya, adamları hallaç pamuğu gibi atıyor oraya buraya. İskender Persepolis'te Kserkses'in 150 yıllık sarayını yakıyor, Kserkses'in Atina'yı yakmasının intikamını alıyor. Sonra ilerliyor, Hindistan'ın içlerine. Yıllar boyunca süren savaşlardan sonra aklında ilerlemekten başka bir şey yok ama komutanları isyan ediyor, İran'a güçlükle dönüyorlar. Orada ölüyor zaten İskender. Ölümünden bir süre sonra kurduğu imparatorluk parçalanırken Romalılar çıkıyor ortaya. Etrüskleri tokatlıyorlar, Kartaca'yı hacamat ediyorlar. Sonrası Roma tarihi.

Tüm Dünyayı Saran İnançlar Edindik. Arilerin ilk Hint uygarlığını yok edip kendi inançlarını ve kast sistemlerini dayattıklarını görüyoruz, günümüze kadar gelen sistemler bunlar. "Bugün Hinduizm olarak bilinen dinin temelinde, Arilerin, Upanisad bilgelerinin ve başka bilgelerin inançları vardır, ayrıca hiçbir aman bütünüyle yok olmayan eski İndüs halkının dini de kısmen Hinduizmi etkilemiştir." (s. 114) Siddhartha geliyor, onun hikâyesi. Sonra İsa. Milattan önce doğduğu söyleniyor, en az dört yıl önce. Bir hata var orada yani. Yaşamının özeti anlatılıyor, ilginç yerlere geleyim yine. Ölümünden sonrasına bakarsak ilk Hıristiyanların kendilerini Yahudilerin özel bir cemaati olarak gördüklerini öğreniyoruz. Yahudi perhizi kurallarını uygulayıp çocuklarını sünnet ettiriyorlarmış. Sonrasında Saul/Pavlus çıkıyor ortaya, dini biçimlendiriyor. İsa'nın yaşamını bilerek feda ettiğini Pavlus söylemiş ilk, İsa'nın böyle bir iddiası olmamış. Sembolik anlamların peşinde koşmuş bu adam, aslında İsa'nın yapmak istediğini baltalayan en önemli adam olabilir. Muhammed'in hikâyesi geliyor sonra.

Avrupa Büyük Rolüne Hazırlanıyor. Roma güç kaybediyor, Germenler ortaya çıkıp at koşturuyorlar, uygar dünyayı tehdit ediyorlar. İkiye ayrılma olayı, yıkımlar, gerisini biliyoruz. Karanlık Çağ denen dönem, önemli icatlar derken gidiyor böyle.

Günümüze kadar gelen bir yolun tarihi anlatılıyor, bazı açılardan. Hikâye işte, adı üstünde, form bu olunca aşırı detaya inilmiyor, tarihimizin bizi bir arada tutan hikâyelerden oluştuğu gösteriliyor. Güzel metin, olayının biraz başka olmasına rağmen yanında İnsan Nasıl İnsan Oldu? da okunursa faydalı olabilir, olmayabilir, bilemiyorum artık. Politika kulitika benim aklım ermez, okur geçerim. Temiz.
Tahar Ben Jelloun Endonezya'ya gittiği zaman Pramocdya Ananta Toei'yle görüşmek istiyor, ev hapsi cezasına çarptırılan ve herhangi bir şey yayınlaması yasaklanan Endonezyalı büyük yazarla. Bu görüşmenin Toei için iyi sonuçlar doğurmayacağı söylenince görüşmüyorlar. Hapsedilen yazarın Fransızcaya çevrilen eseri Yozlaşma ses getirince, konu da oldukça güncel ve küresel olunca Tahar Ben Jelloun aynı konu üzerine kendi metnini yazıyor. "Anlatılmak istenen, insan ruhunun aynı musibet tarafından kemirildiği sürece, farklı bir gökyüzü altında da bulunsa, aynı canavarlara yenik düşeceğidir." (s. 5) Musibetten birkaç örnek vereyim, yoldan çıkışını izleyeceğimiz Murat üçün beşin hesabını yapmaktan bunalmış durumda. Tütünü, ekmeği, suyu, her şeyi koca koca gider kalemleri olarak büyüdükçe büyüyor. Oğlu yol kenarlarına dikilen aydınlatma direklerinin altında ders çalışıyor, Faslı pek çok yoksul çocuk gibi. Eşi doyumsuz bir kadın, her şeyin iyisini istiyor. Yolunu bulan hemen herkes iyi yaşarken Murat neden beş parasız yaşıyor? Adam çalmıyor, net. Etrafında Saddam'ın indirilmesi için muhabbetler dönüyor, adam çalmıyor. Yardımcısı Hacı Hamit pis pis sırıtarak dolanıyor ortada, paraya para demiyor, bizimki çalmıyor. Etrafta hediyelik koyunlar, paralar, eşyalar havalarda uçuşuyor, bizimki çalmaması bir yana, hiçbir hediyeyi kabul etmiyor. Önüne gelen projelerin altına imzasını atması yeterli, masa başı mühendisinin yapacağı başka bir şey yok ama atmıyor o imzayı, araya sıkıştırılmış zarfları kabul etmiyor. Hacı Hamit işe her geç geldiğinde Murat bir kağıda not alıp kayıt altına alıyor gecikmeleri, belki bir gün şikayetçi olur da kanıt gerekir diye. Böyle bir adam. İlkelerini ve ideallerini bir kenara koymak, paraya boğulmak istemiyor. Namuslu bir yaşam sürmek istiyor. Etrafındakiler -çocukları hariç- çalmasını istiyorlar, bariz. İş yerinde huzursuz bir ortam yaratıyor, evin huzurunu bozuyor, istenmeyen adam olacak neredeyse. Eşi Hlima'yla neden evlendiğini hatırlayamıyor mesela, güzellikler geride kalmış. Hlima Murat'a adam olmadığını söylemeye vardırmış işi, eşinin yaşamını kabusa çevirmeyi başarmış kısaca. Murat düşünüyor, bu kadınla üniversitede tanıştı. Kadının ailesi tutucu olduğu için kaçak göçek görüştüler. Evlenmeden sevişmedi Hlima, evlendikleri zaman da adamı kapana kıstırdı. Tipik bir hikâye. Murat tuzağa düştü, daha iyisini yapabilirdi ama ailevi travmalar yolunu hiç aydınlatmadığı için görmesi gerekenleri göremedi. Fransa'ya gidip başka bir dünyayı da görmüştü ama evinden hiç kurtulamayacağını düşünmüş olabilir. Evden ve aileden kurtuluş yok, yeterince ağır yaralar taşınıyorsa.
Kuzen Naciya bir vaha olarak duruyor. Oğluyla yalnız yaşıyor, Murat'la da ilgileniyor biraz. Hlima gibi Murat'tan çalıp çırpmasını istemiyor, dürüst olmasını istiyor hatta. Murat kırılma noktasına kadar dürüstlüğünü koruyor ama amirleri tarafından bile saldırıya uğruyor. Rüşvet işlerinin paralel bir ekonomik hamleden başka bir şey olmadığını anlatıyor amiri. İyi bir şey değil rüşvet ama gerekli, bazı işlerin bazı işlerden daha hızlı halledilmesi gerekiyor. Söylenmek istenen şu: "Bütün işler bazıdır ama bazı işler daha da bazıdır." Meşruluk temeli de kurulduktan sonra üstlerinin yaptıklarını onaylamayan Murat için soru işaretleri ortaya çıkıyor. Otobüsler de rezalet. Mesai saati bitimlerindeki metrobüsler gibi. Pis bir koku, kalabalık, leş. Abbas güç veriyor bir süre, Murat'ın en yakın arkadaşı. Liseyi birlikte okudular, Abbas avukat çıktı. Arap uluslarının sorunları ve problemleri hakkında tartışmaları kesildi, ayrı yollara çıkmışlardı. Abbas da yolunu şaşanlardan. "Meşru şiddet" uyguluyor borçlulara, böylece adli süreci oldukça kısaltıyor. Hukukun ağırlığı alternatif çözümleri de birlikte getiriyor, aynı şeyi ekonomik sıkıntılar yaşandığı zaman da görüyoruz. Aslında mevzunun Kazablanka'da geçtiğini söylersem bir şeyler aydınlanabilir, filmdeki atmosferi ve insanları hatırlarsak. Neyse, "devletin açıklarını kapatmak" için işlemleri hızlandırmak veya rüşvet almak arasında pek bir fark yok. Murat'ın geçmişine baktığımızda sicili temiz ve fakir bir babayla karşılaşıyoruz, o da devletin açıklarını devletin kapatmasını beklemiş ama öyle bir şey olmamış. Murat, babasının vefatıyla birlikte abisini de yanına alarak babasının banka hesabıyla ilgili işlem yapmak üzere bankaya gittiği zaman on dört yaşından beri çalışan babasının beş kuruşunun olmadığını görmüş hesapta, şaşırmış. İki çocuk büyütmek yeterince masraflı olmuş zaten, hesabın tamtakır kuru bakır hali normal. O zamanlardan, yirmi yıl öncesinden isyan çanları çalmaya başlamış bile, Murat duymamış sadece. Duymaya başlıyor ama; yine bir otobüs yolculuğunda iç sesini dinlemek zorunda kalıyor. İç sesi yardırıyor, Murat'tan kurtulmak için intihar ettiğini söylüyor ve susuyor bir anda. Murat, "geçişin zor olacağını sezinler" ve kendini hazırlamaya başlar, artık daha fazla dayanamayacağını düşünür.

Birkaç mesele: Otobüs yolculuklarındaki siyasi birkaç tartışma. Sadece tartışma ve patırtı, bu kadar. Murat'ın gecenin bir köründe sokakta tanıştığı öğrenci kadın, kafayı kırmasıyla birlikte bu kadında huzur bulacak. Nabiya bunun adı. Naciya'ya yakınlaşma çabaları. Geçiş sürecinde Hlima'nın çıkardığı arızalar. Adam eve uğramıyor çünkü, bir süre sonra o kadından bu kadına gitmeye başlıyor ve ilk vurgunundan itibaren bambaşka bir hayatın hayalini kuruyor. Aldığı zarfı Varlık ve Hiçlik'in arasına koyuyor, hoş bir detay. Paranın özgürlük getirip getirmeyeceği fikrinin sorgulanması, kadınlar üzerinden gelişmemiş ülkelerdeki kadınlığın sorgulanması, ataerkil dünyanın rezillikleri falan, bunlar ara ara karşımıza çıkıyor. İşlerin cortladığı noktaya geleyim. İki adam takılıyor Murat'ın peşine, üstelik Hacı Hamit cebelleziden haberdar olduğu için pis pis sırıtarak Murat'ın sinirlerini bozuyor. Adamın elinde koz var artık ve karşısında hiç yıkılmayacağını hissettiren bir adamın yıkıntısı duruyor. Yıkıntı oğluyla konuşuyor, rüşvet vermeden hocaları tarafından hiçbir kuruma önerilmediğini söylüyor. Rezil bir dünya bu, bizimkinin bir kopyası gibi. Akademide dönen rezilliklerin yanına ülkenin bakanlıklarındaki kokuşmuşluğu katın, mis gibi bir yozlaşmayla karşılaşırsınız. Utanacağım bahsetmekten ama biraz anlatmalıyım, bizde medyada allanıp pullanan bazı projeler var, o projelerden birindeki cukkalamaları görenin aklı şaşar. Korkunç bir dümen kurulmuş, ülke Hacı Hamit'ten geçilmiyor resmen. Utanacağım kısım şu ki üç kişiydik ve tek bir ses çıkaramadık. Korktuk, dilsiz şeytanlığa soyunduk resmen. Evlilikti, boktu, püsürdü diye başa bela almak istemedim. Sonradan fena yamuldum zaten, bir şekilde çıktı benden. Neyse. Naciya değirmenin suyunu soruyor bir noktada, Murat anlatıyor ve Naciya'dan tekmeyi yiyor bir güzel. Naciya, Murat'ın dürüstlüğünü ve ahlâkını beğendiği için yakınlaşmış ama yozlaşmayı görür görmez uzaklaşıyor Murat'tan. Bu bir musibet. Diğerinde yakayı ele verme olayı var, daha fena. Patlıyor adamımız. "Olaylardan her zaman önde olmuştum. İleriyi görme yeteneğim olduğundan değil, babamın söylediği gibi önceden olayların sonuçlarını kestirebildiğim için. Buna tedirginlik denirdi." (s. 86) Tedirginlik ortadan kalkınca, cep para görünce Murat rahatlıyor, parayı iade etme fikri ortadan kalkıyor, o sırada cortluyor zaten. Tabii bu cortlamanın bir hayal ürünü olduğuna dair "twist" var en sonda, okurun vereceği anlama göre değişir durumlar.

Toplumsal yozlaşmanın örnekleri ara ara veriliyor, mesela bir taksi şoförü dinden sapıldığı için ülkenin burnunun boktan kurtulmadığını söylüyor, ahlâksız insanların milletin bacısına hallenmesinden yakınıyor ama aynı haltı kendi de yiyor. Mısır dizilerinin insanları aptallaştırdığı söyleniyor bir yerde, Murat'ın gençliğindeki filmlerin güzelliğinden hiçbir şey kalmamış, diziler toplumun kökünü dinamitliyor. Bunun gibi bir sürü detay var.

Metin iyi. Ahvali anlatıyor. İnsanın kırılacağı noktayı da anlatıyor. Bir noktaya kadar hepimiz dayanabiliriz, umarım o nokta umduğumuzdan daha da uzaktadır.
Tez yazacaksınız diyelim, çalışacağınız yazarı seçtiniz ve danışmana gittiniz. "Ölmüş bir yazarın metinleri üzerinde çalışırsan daha iyi olur," cevabını alabilirsiniz. Şimdi işler biraz değişmiş midir bilmem ama böyleydi bu. Neden, çünkü metinler ve muhtemelen yazar hakkında argüman üreteceksiniz ve yazar, diyelim ki argümanlarınızı değersizleştirecek bambaşka yollara girdi, değerlendireceğiniz metinlerin çok uzağına düşen metinler üretti zaman içinde, teziniz -eğer yeterince önemli biri olursanız- akademik camiada alay konusu olabilecek, tez danışmanınız da alaylardan nasibini alacak. Bu tehlikeyi daha en başta ortadan kaldırmak için ölülere yöneleceksiniz. Ölülere güvenebilirsiniz, abuk sabuk işlere kalkışmazlar. Tabii baştan çarpık bir eleştirel bakışın eleştirisini yapmaktan da imtina etmiş olacaksınız, argümanlarınızın belirli metinleri bağladığını falan söyleseniz de tartışmayı çarpıtmakta üstüne olmayan bilge eleştirmenler, akademisyenler sizi dinlemeyeceklerdir. Tatsopoulos karakterlerinden birine, "Ölüleri öldürün!" dedirtiyor, yenilik arayan kültür muhafızlarını bir iş için yaşayanlara yöneltiyor ve işlerin çığırından çıkma aşamalarını ele alıyor. Uç bir örnek üzerinden diri yazarların tercih edilmeme sebeplerini incelediği de söylenebilir. Beğendiğim bir çevirmenin elli yıldır ölü olmayan hiç kimsenin metnini okumadığını öğrendiğim zaman çok şaşırmıştım ama şaşırılacak bir şey olmadığını da çok geçmeden anladım, zaman rüşt ispatlamak için gereken payeyi kendiliğinden veriyor galiba. Belki de vermiyor, kim bilir, herkes kendi haritasını çiziyor. Yılın yazarını seçecek olsak, birkaç yazarla birlikte ortak bir harita çıkarmaya çalışsak iş çok zor olabilirdi veya yukarıdaki gibi kıstaslar kolaylaştırabilirdi işi. Metindeki edebiyat tayfasının kıstasları sağlam aslında, çevrilen onca dümene rağmen listeyi iki yazara kadar indirebiliyorlar kör topal, yine de iş ölü veya diri olmayı geçtiği noktada patlamaya hazır hale geliyor. Bu öngörülemez bir şey. Yapılabilecek hiçbir şey yok, skandala doğru adım adım ilerleyen bir süreci yakından görüyoruz, çok yakından.

İşte, yılın yazarını seçeceğiz, Frankfurt'a göndereceğiz, metinlerini yetmiş iki milletin diline çevirteceğiz ve yazarın zirzopluk yapmamasını umacağız ama yapacak, al başına belayı. Edebiyat dünyasında işler mamalamakla ve kulis oyunlarıyla yürüdüğü için birçok insan risk alacak, patlama halinde pek çoğunun koltuğu gidecek. Ulusal ve büyük bir olay olduğu için toplum nezdinde istenmeyen adam ilan edilmek de var işin ucunda. Milli Kitap Merkezi'nin müdürü Thoma Bakircis ortaya bombayı bırakıyor resmen. Bürokrat bir adam bu, kırk yaşında, Merkez'in diğer üyelerinin çoğu gibi yazar değil. "Dertsiz başını belaya sokmak için yırtınıyor. Dört tarafı kuşatılmış bir kalenin içinden, elinde süngüsüyle bir intihar saldırısına çıkmaya hazırlanıyor. Kim bilir? Belki de tekrar öz saygısını kazanmak ya da savaş meydanına şerefiyle ölmek istiyordur." (s. 6) İlia Huvarda söylüyor bunları, anlatıcı. Kırklı yaşlarını ikinci yarısında, yazmayı bırakmış bir yazar. Yirmili yaşlarının başında peş peşe yazdığı birkaç romanla ünlenmiş, "Hiddetliler" denen bir akımın öncülerinden olmuş İlia için Merkez üyeliğinin önemi ortalıktan tamamen yok olmamasını sağlaması. Sembolik bir maaş da alıyor, hovardalığının açtığı gedikleri ay sonunda kapatmaya yarayacak kadar. Babasıyla annesinin avukatlık günlerinde satın aldıkları evleri, dükkanları teker teker satıyor bu arkadaş, oradan gelen parayla geçiniyor ama sokakta kalacağı yıllar pek uzakta değil. Kurulun diğer üyelerine bakarsak Kültür Bakanlığı Edebiyat Masası Müdürü Lavrendi Kömürcoğlu'nu görebiliriz, Merkez'in hükümetle doğrudan iletişim kurabilen, belki de en güçlü üyesi. Ulusal Profesyonel Çevirmenler Birliği'nden biri var, kitapçıların temsilcisi var, yayıncıların temsilcisi var. Bunların arasında geçmişten gelen düşmanlıklar, dostluklar, kinler, sıkıntı çıkaracak bir dünya mesele var ama birbirlerini dizginleyebiliyorlar bir yandan. Bakircis arıza çıkarana kadar. İlk bölümde odadakilerin atışmalarına şahit olup kimin ne olduğu hakkında fikir ediniriz, Bakircis'e parlak fikrini veren karakteri de öğreniriz arada: Korina. Yirmilerinde bir kız, edebiyat ve felsefe eğitimi alıyor, ayrıca çok güzel. İnanılmaz güzel, herkesin dibini düşürüyor. Bakircis'le sevgililer, sonradan pek çok kişinin sevgilisi de olacak. Kısacası, bu kız edebiyat ortamını havaya uçuracak. Kültür Bakanı Diamandakis'le fotoğrafları çekildiği zaman yılın yazarı etkinliklerine gölge düşürecek, fitili ateşleyecek.
Sanat dünyasındaki karakterlerin ve tiplerin yoz davranışları, kişilikleri mizahi bir dille hicvediliyor, metnin temelinde bu hiciv var. Diamandakis'in geçmişini incelerken adamın ülkenin en parlak zihinlerinden biri olduğunu, herkesi şaşırtarak sosyalistlerin tarafına geçtiğini ve başbakanlığa oynadığını görürüz. Zayıf tarafı desteklerken birkaç başarı kazanır ama eleştirel tavırları çok sayıda düşman edinmesine yol açar, bir nevi sürgün olan Kültür Bakanlığı ellerinden öper. Yılın yazarı dalgası onun onayından geçecektir. Geçecek midir? Yazarların davetli olduğu bir etkinlikte bolca dedikodusu döner, sonra uyandırdığı ilgi kaybolur, sanatçılar genç kızlara yönelirler. İlia'yla Korina muhabbet eder, gelecekteki ilişkilerinin temeli atılır. Korina'ya göre İlia bir neslin kızlarını bile isteye elinden kaçırmıştır, yazmayı bırakarak iyice kaçırmıştır. Elinde bir tek Yazarlar Birliği kaldığı için herkesin suyuna gitmeye çalışan, sessiz bir adama dönmüştür İlia, eski günlerini özlemle andığını söyleyemesek de kaybolmaya yüz tutması canını çok sıkar. Bu sebeple Diamandakis'in yaşayan bir yazarın yılın yazarı olarak seçilmesini kabul edince önünde açılan yeni mücadele alanına dört elle sarılır, seçim sırasında görüşlerini sağlam temellere dayandırarak belirtir. Listeler hazırlanmıştır, insanlar onlarca ismi eleyip ikiye düşürürler: Maholi Pandazis, Andoni Manglinis. Biri eşcinseldir, diğeri alkoliktir. Alkoliğin etkinliklerde neler yumurtlayacağı bilinmediği için daha az kaotik olan eşcinseli seçerler. Manglinis'le ortak bir geçmişi olan İlia rahatsız olur biraz. Zamanında Manglinis kendisiyle ilgilenmiştir ama İlia pek yüz vermediği için aralarında konuşulanlar, yaşananlar sır olarak kalır. Öyle de kalmasını ister İlia, geçmiş günleri hatırlar. Anlatının geçtiği zaman 2000'li yılların başları, 2002 hatta. 1982'ye döneriz, İlia'nın ve şürekasının ortaya çıktığı zamanlara. Edebi tartışmalara ucundan dokunur İlia, onca yazara rağmen anlatıda edebi olana dair yegane bölüm bu olabilir. "Deneysel arayışlar! beceriksizlik, ukalalık ve tüyler ürpertici, akıllara ziyan cahilliğimize özellikle o ilk günlerimizde nasıl da meşruiyet kazandırmıştı!" (s. 84) "Hiddetliler" hareketinin isim babası olan kıdemli yazarın aslında kendileriyle dalga geçtiğini yıllar sonra anlar İlia, aydınlanma anı yaşar ve rol kesmekten başka bir halt yapmadıklarını düşünür. Reddettiği Manglinis'in kendisinden sonraki durağı olan, aynı kuşağın yazarı Luka Papulya gelir aklına. Luka da unutulma endişesi taşımaktadır, bu yüzden kışkırtıcı, spekülatif söylemlerde bulunur, röportajlarında ve yazılarında hemen hemen herkesi gömer, eleştirmediği kimse kalmaz. Sonradan karşımıza çıkacak bu adam, İlia'yla bir sebepten takışacak.

Seçimden sonra İlia'yla Manglinis'in yer aldığı bölümler ağırlık kazanır. Manglinis yaşlı, nispeten huysuz bir adamdır ve onunla ilgilenmek için en iyi tercihin İlia olduğu düşünülür. Hazırlanacak onca dinleti, ödül töreni, iş güç için sıklıkla bir araya gelirler, geçmişlerine dair konuşurlar, Manglinis'in doğduğu yerde, çocukluğunda yaşadıklarıyla alakalı anıları dinleriz. Arıza daha en başta çıkacak gibidir zaten ama Manglinis'ten bağımsızdır; cumhurbaşkanı bir törenin programı kendisinden habersiz bir şekilde değiştirildiği için küplere biner, sorumluların kellelerini ister. İlia Birlik'ten ayrılsa da komitenin işlerini yürütmeye devam etmektedir. Adam elinden geleni yapıyor, Manglinis'le uğraşıp her şeyin yolunda gitmesi için uğraşıyor bir yandan, zor iş. Başka arızalar da çıkıyor, Diamandakis'le Korina'nın manşetlere çıkmaları gibi pek çok olay etkinliklere gölge düşürecek gibi oluyor, yine de kurtarıyorlar durumları. Son olaya kadar. Manglinis, memleketindeki etkinlik için konuşmacı olarak Luka'yı çağırıyor, üstelik iletişimi İlia'nın kurmasını istiyor. Bu iki düşman yazar buluşuyorlar, atışıyorlar bir süre. Sonrasında Luka bombayı patlatıyor; Manglinis bir ortaokul çocuğuna sarmış, çocuğu öpmüş, bir sürü şey. Çocuğun babası da uyanık itin tekiymiş, her şeyi çekmiş, görüntüler varmış elinde. Bir miktar para sızdırmış Manglinis'ten, sonrasında bu yılın yazarı olayını duyunca daha fazlasını istemiş ama Manglinis reddetmiş, o günün ertesinde baba Manglinis'i arayıp televizyonu açmasını istemiş.

Facia. Yılın yazarı çok fena işlere karışmış durumda. Üstelik Merkez de ayvayı yemek üzere, zira Manglinis'in çocuğa tutulmasından dolaylı olarak sorumlu. Etkinlikler kapsamında düzenlenen bir fuara çağrılan okulların gönderdikleri öğrencilerden biri işte o çocuk. Üstelik medyaya da yansımış durumda. Her şey tepetaklak. Acı son. Rezillik. Neden ölüleri yılın yazarı seçtiklerini bu olaylar başlayınca anlıyorlar. Üstelik alkolik olmayan bir adamı seçtikleri için birbirlerini kutlarlarken düşünmedikleri tek şey gerçekleştiği için daha da pişmanlar; alkolik adamın öngörülebilir çıkıntılıkları olur ama alkolik olmayan bir adamın alkolle münasebeti faciaya daha da açıktır.

Çarpık ilişkiler, tamam. Sönük yıldızların parlamaya çalışmaları, tamam. Katakulliler, tamam. Leş sanat ortamı, o da tamam. Ari Çokona çevirisi, bu da süper. Okunası.
Aydın Arıt'ı biraz araştırdım, üzücü bir hikâyesi var. Arka kapaktaki bilgilerle Arıt'ın kız kardeşi Ömür Arıt de Andrea bir röportajından topladığım bilgileri derleyeceğim. 1926'da doğuyor Aydın Arıt, babası ölünce halasının yanında yaşamaya başlıyor, kardeşi annesiyle kalıyor. Halası Aydın'a pek iyi davranmıyor, çocukluğun neşesini delik deşik ediyor. Birkaç yıl sonra Ömür Arıt dayanamayıp kardeşini eve getiriyor, aile bir araya geliyor. Robert Kolej'deki eğitimini yarıda bırakıp ABD'ye gidiyor Aydın Arıt, orada iki yıl takılıp Türkiye'ye dönüyor ve yazmaya başlıyor. Yazdığı oyunlar sahneleniyor, övgüler alıyor. Bu kadar. Yavaş yavaş unutuluyor yazar, sanat dünyasına küsüyor ve taslakların ötesine geçmiyor. Son on beş yılını sessizlik içinde geçirip 2003'te vefat ediyor. Kardeşinin çabalarıyla oyunlarının yakın zamanda tekrar sahnelendiğini görüyoruz, Ömür Arıt abisini çok sevmiş belli ki. Birçok oyun, üç roman, çok sayıda çeviri, bir hayattan geriye kalanlar bunlar. Sapıklar adlı romanının basıldığını görebilmiş Aydın Arıt, Siyamlı İkizler tefrika edilmiş, Gemi'nin basıldığını görememiş. Metin 2004'te kitaplaşmış, muhtemelen abisinin evindeki metinleri derleyip toplayan Ömür Arıt'ın ve oğlu Can'ın katkılarıyla. Oyunlarını Mitos Boyut Yayınları basmış, üç cilt halinde. Elimizdeki metinler bunlar. Yıldız Kenter'e göre "Pintervari" oyunlar yazmış Arıt, denk gelirsem gidip izleyeceğim. Bunların dışında garsonluktan benzinciliğe, gemicilikten gazeteciliğe pek çok iş yapmış Arıt, tanıdığı insanların haddi hesabı olmasa gerek. Gemi'deki karakterlerin doğallığı, olayların gerçekçiliği bu temel üzerinde biçimleniyor.
Golding'in gemide geçen bir üçlemesi var, yolculuk boyunca İngilizlerin aristokratik gözlerinden sosyal statülerin, etiğin ve ahlakın kurulup yıkılma aşamalarını görürüz. Gemi'de buna benzer bir şey var. Geminin kaptanı, ikinci kaptanı, üçüncü kaptanı, tayfalar falan. Miço da olsaymış tam olurmuş. Kırk civarı insanın yedi yüz küsur günlük yolculuğunda onca gerginlik, kavga, gürültü arasında gördüğümüz şeylerden biri, sömürünün karasının gemisinin olmaması. İkincisi, geminin de bir nevi ormana dönüşebilmesi. Güçlü olan diğerlerini sindirebiliyor, tabii hınç büyüdükçe intikam da büyük oluyor. Bir örnek, Arıt'ın metni oluşturan kısa bölümlerinden birinde geçen matrak bir olay: Geminin sahibi olan armatör, uğradıkları bir ülkedeki demir kadar sert bir kereste türünden satın alma emri veriyor. Kızına evlilik hediyesi yaptıracak o keresteden. Kaptan da aynı keresteden almak istiyor ve masrafları tayfanın maaşından kesiyor, keresteler armatörün kızına düğün hediyesi sözde. Anlatıcımız olan Katip bu duruma karşı çıkıyor, Kaptan'la konuşuyor. Kükrüyor Kaptan, daha kötü bir muameleyle karşılaşmamak için çenelerini kapamalarını söylüyor. Katip hemen bir plan yapıyor, termit kraliçesi buluyor bir yerden, şekerli suyu kerestelerin kilitlendiği bölüme boca edip salıyor kraliçeyi. Armatörün bulunduğu ülkeye geldikleri zaman kapı açılıyor, kerestelerin yerinde talaştan başka bir şey yok. Paralarına el konan tayfa böylece intikam alıyor, haksızlık karşısında birleşebiliyorlar ama birbirlerine karşı pek de merhametli değiller. Katip'i ele alalım, tam chaotic neutral. Metinde Türkiye haricinde hiçbir ülkenin ismi verilmiyor ama bu herifin okumak için gittiği ülkenin ABD olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Üniversite okumaya gidiyor ama siyasi işler, eylemler derken aranılan biri haline geliyor, polisler peşine düşüyor, herif kaçıyor ve limandaki gemimize sığınıyor, altmışlarındaki Kaptan'ın oluruyla katip olarak çalışmaya başlıyor. Hikâyesi bu, arka planı pek bilmiyoruz ama zamanında eşitlik, hak, adalet için savaştığını biliyoruz. Gemiye ayak basar basmaz değerlerini yeniden sorgulamaya başladığını da biliyoruz, diğer tayfaların hayatlarını kaydırması geçmişiyle çatışma yaşadığını gösteriyor. Gerçi gemide insanlığa dair bir şey görmek pek mümkün değil, daha en başta Kaptan'ın yemeğini götürmeye çalışan bir tayfanın fırtınada denize uçtuğunu, Kaptan'ın bu durumu umursamadığını görürüz. Tayfalar çıkar çatışmalarında birbirlerini satarlar, daha büyük bir kötülüğe karşı birleşmeleri dışında birbirlerinin kuyularını kazarlar. Kaotik bir ortamda hayatta kalmak için insani değerleri askıya almanın gerekli olduğunu düşünüyor Katip, böylece araya kaynayıveriyor.

Kısa bölümlerden, yolculuğun farklı evrelerini anlatan öykülerden mürekkep bir metin. Arada Katip'in ABD'de bıraktığı kırığından gelen mektupların tıpkılarına yer verilmiş, böylece Katip'in geçmişte yaşadıklarını öğreniyoruz, kişiliği hakkında da fikrimiz oluyor biraz. Kadının mücadeleye devam ettiğini görüyoruz bir müddet, sonrasında o da su koyveriyor. Bir neslin zorbalıkla mücadelesinin de resmi bu, Arıt'ın gözünden. Neyse, hemen her bölümde Katip'in sabit kalması kaydıyla farklı karakterleri görebiliyoruz. Bir tane Karadenizli var, çok matrak bir adam. Deli Tufan. Erkan Can'ın Temel'ini hatırlatıyor. Gemide'nin de etkisi var bunda. Aslında meselesi biraz daha farklı, bir de küfürsüz bir Gemide bu metin. Diyaloglar biraz daha az kurmaca havası taşısaymış benzerlik daha belirgin olurmuş ama, eh, yine de iyi. Arıt da gemicilik yaptığı için yüzlerce gün boyunca denizde oradan oraya gitmenin, yük indirip bindirmenin, kadınların ve alkolün hızını artırdığı günlerin hissettirdiklerini kanlı canlı sunmuş. Sıkıntılı bir yaşamı eğlenceli hale getirmenin sayısız yolunu da göstermiş, mesela meyhane vakası. Katip ve birkaç arkadaşı yabancı bir ülkede dolanırken bir şeyler içmek için bara giriyorlar, barın sahibi bizimkilere Türkçe bilip bilmediklerini soruyor. Türkçe bilmiyor aslında, sadece tek bir cümle biliyor, onu söyleyip duruyor. Konuştuğu dili bizimkilerin bilmediğini düşünüyor ama Katip biliyor, muhabbet ediyorlar bir süre. Mekana birileri geliyor, barın sahibinin arkadaşları. Sohbet ediyorlar kendi aralarında, konuştukları dili Katip biliyor yine ama sahibin bundan haberi yok. Atıp tutmaya başlıyor, Türkler şöyle rezil, böyle kepaze ama yola gelirler hemen. Bu tırşo geliyor, bizimkilere, "Türkçe biliyor musunuz?!" diye bağırıyor ve arkadaşlarının yanına dönüyor, hava atıyor. Katip arkadaşlarına durumu anlatıyor, bizimkiler Türklerin gücü konusunda örnek sunmak istediklerini söylüyorlar ve mekanı dağıtıyorlar bir güzel, kimse sesini çıkaramıyor falan. Böyle hikâyeler var, can sıkıntısından ve anlamsızlıktan ne yapacaklarını bilemiyor insanlar.

İlginç meseleler var, birkaçına değinip bitireceğim. Bağımsızlığına yeni kavuşmuş bir ülkeye yanaştıklarında kıyıda bir dünya insan görüyorlar, çılgınca bir kutlama var, bağırıp çağırıyor millet. Bizimkiler ne olduğunu anlamıyorlar, süslü püslü bir adamın maiyetiyle birlikte gemiye çıkmak istediğini görüyorlar. Bizimkiler anlamıyorlar durumu ama seviniyorlar bir yandan, sıcak bir karşılama sonuçta. Kaptan da şıkır şıkır giyiniyor, heyeti bekliyor. Adam geliyor, hararetle el sıkışılıyor ve mesele anlaşılıyor; bizim bayrağı uzaktan Sovyet bayrağı sandıkları için kutlamalara başlamışlar. Aynı hızla iniyorlar gemiden, arazi oluyorlar ve uçuk bir liman parası bindiriyorlar. Gerçi pek koymuyor, Kaptan'ın bilgisinin dahilinde ve haricinde her türlü kaçakçılık yapılıyor, yasa dışı mallar taşınıyor, alınıp satılıyor, bir dünya illegal iş dönüyor gemide. Tam bir pislik yuvası aslında. Bizim eleman da gemideki doktoru kullanarak bir dünya para kazanıyor ama karaya çıktıkları bir gün Kaptan tarafından düdükleniyor, parası gidiyor elinden. Bir dünya katakulli var hemen her bölümde, bir dünya macera, ihanet. Ahlak kaygısı kendini zaman zaman gösterse de önemsiz bir boyutta kalıyor. Hans'ın olayını anlatmalıyım burada. Hans gemiye aşçı olarak alınıyor ve bir gün buzlukta kilitli kalıyor. Çıkaramıyorlar bir türlü, Kaptan da soğutucuyu durdurmama emri veriyor. Onca yiyeceğin bayatlaması açlıktan ölmek demek, bir tayfanın ölmesi daha mantıklı. Neyse, bir işler dönüyor ve kesiyorlar elektriği, bu sefer de içerisi aşırı sıcak oluyor, kapıyı açabildikleri zaman leş kokusu çarpıyor burunlara, Hans yarı baygın bir şekilde ve su içinde çıkarılıyor oradan. Şanslı adam, ölmeden kurtuldu ama ciddi şekilde yaralananlar veya darbe yapılan ülkelerden birinde askerler veya isyancılar tarafından öldürülen tayfalar da oluyor. Aşk hikâyeleri, parasızlık, huysuzluk, başa dert açacak milyon tane şey var, tayfalar için seçmesi kolay.

Anı derlemesi gibi gözükse de bayağı anlatı bu aslında. Yeni de bir şey, bizde böyle yolculuk boyunca değişen çok karakterli, olaylı bir metin varsa da ben bilmiyorum, ilk kez karşılaştım, çok hoş. Kesinlikle dikkate değer, okunması gereken bir metin. Aydın Arıt'a hakkını vermeliyiz. Bence.
Yalnızlık, içe çekilmek, toplumdan uzaklaşmak, insanlara katlanamamak, kahve yapmışken sigaranın bittiğini fark etmek, duşa girince su ayarını milimetrik hassaslıkta kotarmaya rağmen bir anda soğuk suya maruz kalmak gibi sebeplerden ötürü -son iki sebebi salladım ama benim köpeğim olsa bunları kesin eklerdim- Nourissier tatlı köpeğine bir dünya mektup yazıyor. Sadece köpeğine değil, kendine de yazıyor. Yoksa metin-gerçeklik-kurmaca üçlüsüyle alakalı bir köpeğe ne yazılabilir? Belki Butor'nun Roman Üzerine Denemeler'ini okuması salık verilebilir ama mahluk ileri seviyede bir okursa o zaman Mehmet Sait Toprak'ın Talmud ve Hadis nam araştırmasına yönlendirmek faydalı olabilirdi, böylece sözlü kültürle yazılı kültür arasındaki farklara kadar geriye gider, belki de Sokrates'in sözlü kültürü sürdürme çabasına karşılık patisini uzatarak elden gelebilirdi, eğer rüyasında bir insan olduğunu gören köpeklerden biri olmasaydı. Ben gördüm, gören de vardır, kimse öyle bir şey görmedim demesin. İnsan merkezci yaklaşımdan çıkıp köpeği köpek olarak görmek bu aşırı yorumun, hatta zevzekliğin çok ötesine, metnin özüne yaklaşıldığı anlamına geliyor. Hayvan Olmak'ta tam anlamıyla bir hayvan olunamayacağı söyleniyordu, doğrudur, ileride bunun mümkün olacağını düşünüyorum ama şu an için bir kamyon empati atsak üzerimize, ormanda yatıp kalkarak hayvanlaşmaya çabalasak, ne yapsak nafile. Bu yüzden Nourissier'nin izleklerini takip ederek bir köpeğe mektup nasıl yazılır, neden yazılır, her mektup bir cevabı da içinde taşır mı, böyle sorulara cevaplar arayacağız ve kuçu kuçunun kulaklarının arkasını fış fış okşayacağız. Metin 1970'li yıllarda yazılmış, Polka ve Nourissier çoktan öldü ama sevgi yaşıyor işte, elimizdeki metnin ortaya çıkışına yol açan olay kadar rastlantısal ve doğal bir sevgi. Yazar New York'ta, köpeğini gezdiren bir adamı izliyor. Sonra olan şu: "Kitapların üzerimize garip bir saldırışları vardır. Onları çok uzakta, soyut, dile gelmez sanırız. Bir olay, onları birden, amansız, baştan çıkarıcı gerçeklikleriyle ortaya çıkarır: O sırada çok zamandır içimizdedirler. Senin öykün de öyle Pola. İçimdeydi, ama nasıl bilebilirdim? Bir işaret bekliyormuş." (s. 7) Bu çok ilginç bir durum, şu anda yaptıklarımızın ve yapacaklarımızın toplamıyız ama geleceği henüz deneyimlemediğimiz için bu toplamı eksik görürüz, henüz bir araya gelmemişiz gibi hissederiz. Neyi yazacağımı veya yazmayacağımı bildiğimi iddia etme cüretini göstereceğim şimdi, tepemde dönüp duran buluta sürekli bir şeyler atıyorum. Herkes kendi bulutuna atıyor. Sanattan, yaşamdan sayısız veriyi alıyoruz, atıyoruz yukarı. Sonra bir şey oluyor, yoğunlaşma diyeyim, aşağı bir "şey" iniyor. Aslında ne olduğunu biliyorduk ama sezgisel bir düzeyde kaldığı için biçimini kestirebiliyorduk ancak, tam bir oluşa varmamıştı. Varlığından emindik bir tek. Bu şekilde bir öykü yazdım en son, bir saat içinde on Word sayfasını doldurdum. Masadan kalktım, hiçbir şey düşünmeden direkt uyudum. Kendimi tükettiğimi hissetmiştim, sıklıkla olan bir şey değildi. Sonrasında başka bir öyküye başladım, iki aydır birkaç sözcük çıkarmak için eşeleniyorum, ilerlemiyor. Başka öykülere başladım, onları yarıda bıraktım, buna dönüp duruyorum. Konu bence çok ilginç ama biçim oluşmamakta direnirse buluta geri fırlatacağım elimdekini, belki başka bir biçimin parçası olur, belki de hiçbir şey olmaz. Bu da bilmeye dahil değil mi? Orada bir şey olduğunu biliyorum, yeterli. Neyse, Nourissier bir "parlama anında" çekip çıkarıyor metni, iki yılda tamamlıyor. İki yıl tek bir zamana sıkışmış durumda, yoğunlaşmanın zamanında.

Polka'nın davranışları, huyları, insanların davranışları, huyları, genel olarak huylar ve davranışlar üzerinden gideceğiz. Örneğin köpeğin tembelliğini ve kayıtsızlığını Nourissier'nin öğrenci hareketleri zamanındaki durgunluğuna ve kayıtsızlığına bağlandığını görünce, kalıp davranışların türler arasında benzer biçimlerde ortaya çıktıklarına dair bir şeyler okuyunca anlamın kayıp gittiğini, ortak bir zeminde buluştuğumuzu göreceğiz. Köpekleşiriz, insanlaşırlar. İnsanın merkezden çıkarılmasıyla aramızdaki fark belirginleşir ama Nourissier o kaygan alana doğru ilerler ister istemez. Köpeklerin bizi tedirgin bir biçimde dinlediklerini, konuşmalarımızın onlara müzik gibi geldiğini düşünür. Sesimizin tonundan hissettiklerimizi anlarlar, bakışlarımızdan da anlarlar, yazarın hassasiyeti hayvanlarla bu yönden bir yakınlık kurduğunu gösterir. Sokak hayvanlarını, savaşta kullanılan hayvanları düşünür, onların yalnızlıklarını ve üzüntülerini hissedebildiğini söyler. Bunların yanında pis kokularını ve şaşkın bakışlarını duyumsadığını da söyler, yine de Polka iğrenilesi bir hayvan değildir, zira hayvan iğrenilesi bir varlık değildir. Hayvan hayvandır. Yaşlanır, ölür. İnsan bu duruma üzülür. Kendi sonluluğunu düşünerek üzülür, alışkanlıklarını yitirdiği için üzülür, sevgisini paylaştığı canlıyı bir daha göremeyeceği için üzülür. Polka da yaşlı bir köpektir, atlayıp zıplamaları sona erdikten ve nefesi kokmaya başladıktan sonra sevginin niteliği değişebilirdi ama Nourissier böyle bir değişimin gerçekleşmediğini düşünür, sanki kendisi hiç büyümemiş, zaman geçmemiş, bir şeyler değişmemiş gibi. Bir canlı, başka bir canlıyı zamanın bir yerine sabitler. O zamanı hatırlayıp hatırlamamak türün özelliklerine ve zihnin durumuna göre değişir. Yazar, Polka öldüğü zaman bütün bu yazdıklarını unutmuş olabileceğini düşünür ve üzülür ama sürecin doğallığından ötürü pek de isyan etmez, sadece yeterince hakkını vererek yaşayıp yaşamadığını sorgular.

Metin kısa bölümlerle biçimlendirilmiştir, her bölümün ayrı bir mevzusu vardır. Bir bölümde romanın anarşiye kapı araladığını okurken takip eden diğer bölümde yazınsal yaşamların olağanlığı üzerinden bir metni olağanın dışına çıkarma biçimleri irdelenir, hemen ardından köpeklerin osuruklarından, fütursuzca yiyip içmelerinden bahsedilir. Hızlı geçişler baş döndürür, iyidir bu. Belirli bir odak yoktur, varsa da Polka'dır ama Polka da değildir, parıltı karma bir metin ortaya çıkarır. Yirmi yaşın düşüncesinde köpeklere duyulan sevgisizliğin kırklı yaşlarda zıt kutba ulaşmasını romanın şiirle temas ettiği noktalarda aramak, kendi sanatını sorgulayan bir sanatçının en ince duyarlılıklarını göstermek için sıkı bir yöntem. Devam edeyim, yazara göre yazmanın hiçbir soyluluk sağlamaması baş döndürücü tutkuları gidermenin yanında göze alınabilir. Yazar olarak bir soyluluğunuz olduğunu düşünüyorsanız tabii. Hırpalanmayı göze almak gerekir bir şey üretmek için, tedirgin olmayı da göze almak gerekir. Aslında sürekli bir tedirginlik hali. Etkilenme endişesinden anlatının başını alıp gitme tehlikesine kadar korkulacak pek çok mesele varken ne cüret aslında. En sağlamından. Sanatın sürerliğini cüretler toplamına indirgemek istemiyorum ama öze en yakın noktalardan biri de bu. Köpeklerle ilgili yazılmış milyon tane metin varken Nourissier neden bir tane daha yazmak istesin? Cüret edebildiği, düşüncesince köpekleri kimse onun gibi yazamadığı için. Yeterli. Bir kere Polka evi yuvaya çevirmeden çok yetenekli, sırf bu yüzden bile bu metnin yazımı için bir sebep doğmuş oluyor. Yazar ve eşi -görünürde- sıkıntılı bir hayatı paylaşıyorlar, aralarına giren mesafeyi bir türlü kapatamıyorlar, ta ki Polka bir gün eve gelene kadar. Yüz papel ödüyor Naurissier, köpeği alıp evine geliyor ve o evin havası, iki insanın yaşamı değişiyor. Süper.

Ne güzel mektup, Polka'ya yollanmışsa da cevabı çoktan elde edilmiş. Paris, New York, Fransa, Avrupa, her yerden yankıları duyuluyor, Nourissier gittiği her yerde Polka'yı ve dolayısıyla yaşamını düşünüp kendilikle ilgili sezgilerini bir araya getiriyor, bu metni adım adım oluşturuyor. Çok iyi.