İlk romanı "Ölü Kelebeklerin Dansı"nda fantastik bir hikaye
anlatıyordu Hüsnü Arkan. Bir cinayete kurban gittiğini bilmesine
rağmen, katilini hatırlayamamaktan dolayı sıkıntılar çeken
genç bir adamın, ölüler ve canlılar dünyası arasındaki
yaşantısını; duyguların, düşüncelerin, zamanın ve mekanın
önemsiz olduğu, insan yaşamının canlı ya da ölü oluşunun bir
düşe, her şeyin bir yanılsamaya dönüştüğü bir metinde
işlemişti. Dar anlamda bir polisiye kurgu, romanın meraka ilişkin
gereksinimlerini karşılıyor, ama, aslolan ölümün, gerçeğin,
zamanın sorgulanışı oluyordu. Bu romanını da "gerçeğin ne,
düşün ne olduğu" sorularına ayırmış yazar ve polisiye
kurgusunu da tekrarlamış. Üstelik yakın tarihin yaşanmış siyasi
olaylarına yapılan göndermeler ve belli bir mekanın seçilmesiyle,
bu hikayesinin polisiye yanı daha çekici. Ne var ki, polisiyeye
özgü motiflerin varlığını sayfalar ilerledikçe, sona doğru
yaklaştıkça fark ediyor ve bütün olup bitenleri bir kez daha
gözden geçirmek ihtiyacını hissediyoruz. Zaten Hüsnü Arkan'ın
amacı da bu; gerçeğin görünürdekinden farklı olduğu, hatta
gerçek bile olmayıp bir kurgudan, bir yanılsamadan ibaret
olduğu..! Tıpkı kapaktaki tanıtımdaki gibi yani; "bir şey
yaşarsınız ama yaşadığınız başka birşeydir. Hıçkırarak
ağlarsınız, ama aslında kahkahalar atmışsınızdır. Sevgi,
mutluluk, zafer hepsi birer yanılsamadır. Yaşam kurgudur, gerçek
düştür. Yalnızca inancınızla biçimlenen bir avuç hamur. Neye
inanıyorsanız gerçek odur".