Mehmet Eroğlu, yeni romanında alışılageldik hikâye yapısını değiştirmiş. Daha önce sürükleyici, hatta polisiyelerin alanına giren izlekler takip eden hikâyeleriyle tanıdığımız yazar, bu kez gerçeküstü bir dünyanın, bir rüyanın, felsefi bir tartışmanın içine sokuyor okuyucusunu. Zamanın ve mekânın silikleştiği, tuhaf insanlar ve ancak roman sonunda aydınlanacak tuhaf olaylarla dolu bir tren yolcuğuna çıkıyoruz...
Sabah uyandığında ismini, yüzünü, nerede olduğunu hatırlayamayan, "belleği onu hafifmeşrep bir sevgili gibi terk etmiş" bir adamın bakış açısından anlatılıyor hikâye. Gözlerini açtığında ilk gördükleri kucağındaki açık kitap, kimin tarafından, ne zaman hazırlandığını hatırlamadığı bir bavul, onun üstünde bir uyarı işareti gibi duran sarı bir zarf, divana atılmış bir gri takım elbise, bir de uyuklayan yaşlı ve yorgun bir köpektir. Kim olduğunu, burada ne aradığında, neden geçmişini hatırlamadığını, bir yolculuğa mı çıkacağını bilmemektedir. Kendini ne denli zorlarsa zorlasın, belleğini belleksizlikten ayıran o saydam eleğin gözeneklerinden aşağıya hiçbir anı düşmeyecek, belleğiyle zamanın arasındaki bağın koptuğunu, zamanın hallerine hükmedemeyeceğini anlayacaktır. Çaresizdir; zarfın içinden çıkan biletin çağrısına uyar. Bilmediği bir istasyondan nereye gittiği belirsiz bir trende alır soluğu. M diye tanıtacaktır kendisini. Hiç kimseni adını hatırlamadığı bu kompartımanda kimseler yadırgamaz kahramanımızı. Yaşını ve görünüşünü onlardan öğrenecektir. Elli, elli beş yaşlarında soluk çehreli bir adamdır M...
Yolculuk başlamıştır. Marşlar söyleyen asker giysili adamlar, patlama sesleri, işkence çığlıkları, bir zamanlar hayalini kurduğu çekici kadınlar, cinsel yakınlaşmalar, çocuğunu emziren genç bir kadın, keman çalan bir çocuk, öğrencisini arayan bir müzik öğretmeni...