Toplam yorum: 3.092.427
Bu ayki yorum: 3.028

E-Dergi

BETÜL BOZKURT

Depolanmış duygularla dolu egzotik bitki yatağı. 1993 doğumlu, St. Victorlu Hugo insanı. Jeoloji Mühendisi, şantiye ve mutfak şefi. Tabiata ve kitaba bağımlı düşünürken yazmış bulunmuş biri. Sanat Tarihi, Arkeoloji, Mitoloji sever. Öykü ve şiirle büyüyen "küçücük kanatlı bir ruh, bir Psyche."

BETÜL BOZKURT Tarafından Yapılan Yorumlar

Gazeteci ve yazar Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal ile ilk kez Balkan Savaşı sonlarında karşılaşmıştır. Bu karşılaşma, adını hayatının sonuna dek gururla telaffuz edeceği Atatürk ile esas tanışması değildir. Mustafa Kemal'i Birinci Dünya Savaşı'nın en karanlık günlerinde takip eden gazeteci, Kurtuluş Savaşı boyunca yazıları ile milli mücadelenin koyu bir destekçisi olmuştur. Hakkında Damat Ferit Hükümeti tarafından 'behemehâl idam edilmesi' istense de İkinci İnönü Zaferi'nden sonra kurtulmuştur.

Büyük Taarruz'un sonunda İzmir kurtulduğunda, yakın dostu Yakup Kadri ile Mustafa Kemal'i karşılamaya gelenler arasındadır Falih Rıfkı. Mustafa Kemal'le asıl tanışmanın yaşandığı bu karşılama, Falih Rıfkı'nın milletvekilliği yolculuğunun da başlangıcıdır. Cumhuriyet Dönemi'nin önemli isimlerinden olan yazar, 1923-1950 yılları arasında milletvekili olarak görev yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarına, Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş günlerine tanıklık eden Atay, Mustafa Kemal'in devrimlerinin uygulanmasında aktif rol oynamıştır. Atatürk'ün ölümüne dek yanında yer almış, aynı zamanda Atatürk'ün başyazarlığı görevini de üstlenmiştir. Falih Rıfkı, Atatürk'ü en iyi tanıyanlardandır.

Mustafa Kemal Atatürk'ü tanıma ve anlama yolunda okunması gereken önemli eserlerden biri olan Çankaya, Falih Rıfkı Atay'ın 1952'de Dünya gazetesinde yayınlanan hatıralarının gözden geçirilerek 1968'de yeniden yayınlanan hâlidir. Çankaya - Atatürk'ün Doğumundan Ölümüne Kadar- alt başlığıyla Pozitif Yayınları'ndan çıkan bu edisyon her yaştan ve her görüşten Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kitaplığında yer almalıdır.

Çankaya için bir Atatürk biyografisi demek yanlış olmasa da bu tanımın eksik kalacağını belirtmekte fayda var. Salt bir hatırat değil, tarihi bir belge niteliğindedir bu eser. Osmanlı Devleti'nin son yıllarını, Kurtuluş Savaşını, Cumhuriyetin kuruluş ve yükseliş yıllarını, Mustafa Kemal'in hep yanı başında bulunmuş, tarihi olaylara göz tanıklığı etmiş usta bir yazardan dinliyoruz Çankaya'da.

Çankaya'nın, sonraları Kemalizmi benimseyecek olan bir Mustafa Kemal taraftarı tarafından yazıldığının da bilinmesi gerekmektedir. Bu durum yine de Kemalizm karşıtlarının kitabı okumasına engel değildir. Bizler bugün, Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılında, Atatürk düşmanlarının onu anlamaya yanaşmaması kadar Atatürk'ü sevenlerin dahi onu yeterince anlayamadığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Bugün en önemli mesele bir taraf seçmekten çok anlama çabası olmalıdır. Peki, nereden başlamalıyız? Bu sorunun yanıtı birden fazladır ancak ilk sıralarda elbette Nutuk ve Çankaya gelir.

Çankaya Mustafa Kemal'in çocukluğu ve ilk gençlik yılları ile başlar. Burada çocuk Mustafa'nın ders kitaplarında ezbere bilinen yaşamının detaylarına değinilir. Önce askeri okul, sonrasında bir Osmanlı Paşası olduğu yıllar, içine fırlatıldığı dünyanın tüm griliği ile verilir. Gerçek şudur ki Mustafa, daha çocukluk yıllarında güçlü bir kişiliğe sahip önemli bir dehadır ve 'Kemal'i hak edendir. Bir sonraki bölüm Meşrutiyet ve ardından Birinci Dünya Harbi'ne sürükleniş. Mustafa Kemal'in askerliği ve düşünceleri ile nasıl sivrildiği ve bu yükselişin pek çoklarının hoşuna gitmediği, ilk dostların, ilk düşmanların kazanıldığı dönemdir. Çanakkale Harbi'nde ortaya konan askeri deha ve başarının yanında Atay'ın da şiddetle eleştireceği Sarıkamış faciası kitapta önemli yer tutmaktadır.

Çanakkale Zaferi büyük bir başarı olsa dahi 'Çökme' önlenememiş ve 'Milli Mücadele Devri' belki de "Gerilla Dönemi" başlamıştır. Tarih sahnesinde çok önemli zıtlıkları bir arada göreceğimiz Kurtuluş Savaşı'nda, Mustafa Kemal'le tamamen farklı düşünen insanların düşmanlıklarını anlayabilirken, onunla aynı ülküyü taşıyanların düşmanlıklarını anlamakta zorlanmamak elde değildir. Manda seviciler, Halifelik sevdalıları, hür, tam bağımsız, laik bir Türk devleti hayali ile çarpışanları elbette benimsemeyeceklerdi. Ancak Mustafa Kemal'in askeri ve siyasi liderliğini hazmedemeyenler çok daha fazladır. Tarih sahnesinde yalnız, yapayalnız bir Mustafa Kemal ve umutsuz bir Türk halkı vardır.

Falih Rıfkı Atay, Çankaya'da, okuyanlara salt bilgi vermekle kalmayacak, onları hiç kuşkusuz pek çok araştırmaya yönlendirecektir. Kurtuluş Mücadelesi'nde "Gerilla Devri"nden düzenli orduya geçiş süreci en az işgal kuvvetleri ile mücadele kadar yorucudur. Mandacı mütefekkirler, yararlı ve zararlı cemiyetler ve özellikle çetelerin nasıl zararla karışık yarar sağladığı özel araştırma konusu olmalıdır. Kuvâ- yi Milliye ve Kuvâ-yi Seyyâre'yi, Çerkez Ethem, Yörük Ali ve Topal Osman'ın rollerini hayretle okuyacaksınız Çankaya'da. Çerkez Ethem ve kardeşinin Mustafa Kemal'i öldürmeye geldiği o 'an' ki zamanın göreceliğinin en önemli örneğidir. Düzenli ordunun taarruzuna son ana dek inanamayan, yorgun ve çaresiz halkın, Yunan Komutanı Trikopis'in Uşak'ta yakalandığı müjdesine erişmesi sanki aylar, haftalar değil de asırlar sürmüştür.

Çankaya'yı iki bölüme ayırmak gerekseydi Kurtuluş Dönemi ve Yeni Devir olarak bölümlendirilmesi makbul olurdu. Yeni Devir, zafer sonrası Türkiye Cumhuriyeti'ni kurma adımları ve irtica ile mücadele dönemidir. Yönetim şeklinin belirlenmesi, yeni başkent Ankara'nın başkentliğe uygunluğuna varan detaylı düşüncelere yer verir yazar. Saltanat ve Halifeliğin kaldırılması, Kemalizm ve beraberinde gelen iç didişmeler, Mustafa Kemal'i öldürmek için yapılan suikast girişimi, devrimler, laisizm ve ekonomi... En az Kurtuluş Savaşı'nda olduğu kadar düşmanlarla iç içe yeni bir hayat kurma çabası. Tüm mücadelesi ve sonsuz yalnızlığı sonunda, hissizliği ile kırmızı böceklere yenik düşen Ata...

Çankaya, Atatürk'ün son zamanlarının ardından, Atay'ın anı ve fıkraları ile sonlanıyor. Bir bütün olarak bakıldığında Çankaya'da Falih Rıfkı'nın Atatürk ile uyuşan ideolojik görüşlerinin yanı sıra Atatürk'e eleştirel bakabildiğini de görmek mümkündür. Özellikle Serbest Fırka konusunda tamamen ayrı düşünürler. Neticede Atay bir Atatürkperest ve aynı zamanda bir Enverland düşmanıdır. Çankaya yalnız Atay'ın anılarından oluşmuyor, Atatürk'ün sesinin yanında pek çok ismin mektuplarına da yer veriliyor, özellikle karşı kutuptan Yüzbaşı Armstrong gibilerin mektupları ve düşünceleri dikkate değer.

Mustafa Kemal Atatürk'ün yanı başında, sofrasında, çalışma masasında uzun yıllar yer alan yazarın Atatürk'ün kişisel özelliklerini çok iyi tanıması doğaldır ama bu özellikleri edebi bir dille aktarabilmek güç olsa gerek. Şahsen Atay'ın üslubunu çekici buldum. Kitapta zaman zaman vurgu amaçlı da olsa tekrarlar bulunmakta ve kitabın sonunda yararlanılan kaynaklar belirtilse de Falih Rıfkı Atay'ın bize bir kaynakça ve de dizin borcunu göz ardı edemeyiz. Atatürk'ün özel yaşamına bu kitapta neredeyse hiç yer verilmemesi de bir diğer eksiklik.

Tarih yazımının güçlüğü herkesçe bilinmektedir ve tarafgir anlatıların gerçekleri ne kadar yansıttığı daima tartışma konusudur. Burada bir tarafı suçlamak ile ancak zaman kaybedilir. Okur daima uyanık olmalı ve olayları çok yönlü tartmak için çaba harcamalıdır. Neticede Çankaya, Atatürk'ün yakınında olan bir isim tarafından yazılmış olsa dahi Atay, Atatürk'ü pek çok yönden eleştirmiştir. Kişisel okuma deneyimimde Falih Rıfkı sayesinde Atatürk'ün kişiliğine, küçük, büyük olaylara her yaşında verdiği tepkilerle, aklımdaki Atatürk yargıları değişmedi, aksine güçlendi. Kitabı okurken sık sık Platon'un ideal hükümdar filozof düşüncesini sayıkladım.

"Hükümdarlar filozof, filozoflar hükümdar olsaydı, kentlerin yüzü ışırdı."

Nitekim bugün 100. yılını kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti'nin aydınlığını her şeye rağmen kaybetmeyişini biz bu filozof liderin fikirlerine borçluyuz. Elbette eleştirilecek pek çok husus, politik hatalar var ama o noktaya gelene kadar Selanikli, yapayalnız bir yetimin yarım asır boyunca durmadan halk için nasıl çalıştığını anlamaya çalışmalı... Nedeni anlamak, sonucu karalamaktan daha zor olsa da...

"Mustafa Kemaller yirmi yaşındadırlar" diyerek veda ediyor ve özellikle gençleri bu yolculuğa davet ediyorum.

İlk kez 2006 yılında yayınlanan Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, farklı yayınevlerinden elliden fazla baskı görmüş, Almanca, Fransızca, Arapça ve Yunancanın da içinde yer aldığı 10'dan fazla dile çevrilmiş, Osmanlı Tarihi hakkında sağlıklı bilgi sahibi olmak isteyenler için bir önemli bir başlangıç kitabı. İlber Ortaylı'nın Osmanlı'yı Yeniden Keşfetmek'i yazma sebebi, kıymetli hocası Halil İnalcık'ın "Osmanlı Tarihi'nde Efsaneler ve Gerçekler" kitabını kaleme alma gereksinimi ile ortak. Bu kitapları yazılmaya iten başlıca sorun, insanların tarihi bilginin gerçekliğini idrak edememesinden kaynaklanmaktadır.

Osmanlı'yı Yeniden Keşfetmek, toplamda yirmi bir başlıkta Osmanlı İmparatorluğu'nu gerçek bir sahnede ele almaktadır. Bu başlıklardan bazıları: İstanbul Tarihinden Esintiler, Mimar Sinan, Osmanlı'da Devşirme, Osmanlı'da Aile Kurumu, Fatih ve Fetih, Enderun, Osmanlı Kadısı, Osmanlı Seyahatnameleri, Osmanlı Mutfağı, Bab-ı Ali, Âsâr-ı Atika, Son Roma İmparatorluğu vd. Kitap son derece rahat okunurken kitapta yer alan yabancı ressamların tabloları da okura görsel kazanımlar sağlamaktadır.

2000'li yıllar ilerlerken, Türkiye dünyaya daha hızlı ayak uydurmakta ve maalesef hızlanan bu adımlar pek çok tökezlemeyi ve düşüşü de beraberinde getirmektedir. Popüler kültür özellikle sahne ve gösteri sanatlarında hiç olmadığı kadar konu fakirliğine düşülmüş, senaristler çareyi tarihi olayları yeniden kurgulamakta bulmuştur. Tarih yazımı başlı başına pek çok sorun teşkil ederken bir de tarihi olayları kendi amaçları doğrultusunda kurmacaya dönüştürenler, izlediğine inanan insan yığınında korkunç bir bilgi kirliğine sebep olmuştur. Dizi ve filmlerdeki şaşaalı sahneler, prekaryada özenti yaratmış, bazıları kendi tahtını inşa etmeye çalışmıştır. Burada insanların tarihe olan merakının arttığını söylemekte bir beis görmüyorum. Ancak doğru okuma alışkanlığı edinemeyen insanlarda sağlıksız ideolojilerin doğduğu da pek açık. İlber Ortaylı, bu kitapta Osmanlı İmparatorluğu hakkında son derece kıymetli bilgiler verirken, insanların tarihi doğru şekilde öğrenme zarureti üzerinde duruyor. Kitabın getirdiği son noktada bir diğer önemli mesele dikkat çekiyor: kültürel miraslara sahip çıkılması ve en önemlisi bilinçli nesiller yetiştirilmesi.

Ders kitaplarındaki ihtiyacımızı karşılamayan bilgilerin çok ötesinde, tarih kitaplarına da yaklaşmaya korkan okurlara, son derece tartışmalı olsa da "Son Roma İmparatorluğu" Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasi, kültürel ve sosyolojik yapısının, Osmanlılar, bugünün Türkiyesi ve dış dünya için ne anlam ifade ettiğini bu kadar küçük hacimli bir kitapta mümkün olduğunca ifade ediyor İlber Hoca. Bir makaleler toplamı olduğu belirtildiği üzere, her makalede çok önemli çıkarımlar yapmak ve yeni kaynaklara yönelmek kaçınılmaz. Bağlam içinde değerlendirmeyi uygun bularak Fatih ve Fethin dünya tarihi için öneminin yanı sıra Roma ve emperyalizm kavramlarının değişen anlamları son derece önemli konular. Sınırları kıtalar aşan bu büyük imparatorluğun bağımsız eyaletlerinin nasıl yönetildiği daima derin okuma gerektirmekteydi, burada kısaca değinmeyi elzem bulmuş Ortaylı. Sanıyorum en çok padişah ve haremi ilgi çekmekteydi dizi izleyicileri için. Padişahları yalnız romantik bir karakter haline getiren anlayışa tepki olarak padişahların meslekleri hakkında verilen örnekler de son derece şaşırtıcı. Yalnız saray ve yönetim çevresinin değil, imparatorluk sınırlarında sade vatandaşların aile yaşamından, mutfak kültürüne halk çeşitliliğini de hesaba katarak ele almaya çalışsa da Ortaylı, yine de görece dar alan kaplıyor halk mevzusu. Bu kadar farklı rengin bir arada nasıl yaşayabildiği ve birbirini farklı inanışlara rağmen nasıl beslediği "Volksfrömmigkeit" (Halk imanı) örneği ile açıklanmış.

Önce bir okur ve sonra seyirci olmayı tercih etmiş biri olarak Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili sağlıklı bir dizi çekilse bunun "Devşirme Sistemi ve Enderun" üzerine olmasını dilerdim. Osmanlı "Saray" eğitim sisteminin son derece özel yapılanması ve gelişiminin bizlere önemli işaretler vereceğini düşünüyorum. Böylece, bugün en ücra köylerdeki çocukların dahi eğitime ulaşabilirliği için henüz otuzlu yaşlarındayken imparatorluğun en zorlu bölgelerinde görev yapmış bir Osmanlı Paşası olan Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün çok daha iyi anlaşılacağına eminim. Askerlik, yönetim, adalet, sanat, edebiyat, mimari konuları genellikle aşina olduğumuz alanlarken özellikle yabancı seyyahların görüşlerine yer verilmesi, dışardan bir bakışa kulak vermemiz için önemli. İsraf mı güç gösterisi mi, tartışmalarına sıradışı bir yanıt olarak pek çok Osmanlı mimari eserinin dünya ile kıyaslandığında mütevazı kaldığının belirtilmesi de hayli enteresan.

Ve en önemlisi Âsâr-ı Atika.

İlber Ortaylı'nın tahammülsüz olduğu noktaları hemen herkes bilir. Bu kitap da cehalete bir cevap niteliğindedir esasında. Bizim için de pusuda bekleyen önemli bir mesele her zaman olduğu gibi devam ediyor. Türkiye gibi pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış, aynı zamanda asırlar süren Son Roma İmparatorluğu'nun miraslarını taşıyan her bakımdan önemli ülke, miraslarını yitirmek ile karşı karşıya. Tıpkı geçmişte bilinçsizlikle yitirdiği pek çok tarihi eser gibi. Bugün modern Türkiye'nin silüeti hiç olmadığı kadar değişirken, korunamayan, restore edilemeyen hatta yok edilen pek çok kültürel ve mimari eser, ortak hafızamızda büyük tahribatlar yaratıyor. İlk Âsâr-ı Atika Nizamnamesi'nin arkeolojik mirasımızı koruyamayan maddelerini çoktan silip atsak da bugün hâlâ çalınan tarihi eserler mevcut. Tarih kaynaklarının kısıtlılığına rağmen yeterince okunamaması en önemlisi anlaşılamaması çok daha büyük bir sorun. Telafi edilmesini diliyor İlber Ortaylı, aynı umudu taşırken, kitabı herkese tavsiye ediyorum.
Osamu Dazai (1909 - 1948) Modern Japon Edebiyatı'nın en önemli yazarlarından biridir. Otuz dokuz yıllık yaşamına pek çok eser sığdıran Dazai, sonradan aristokrat olan bir ailenin on iki çocuğundan biri olarak dünyaya gelir. İlerleyen yaşlarında Fransız Edebiyatı Bölümü'nde okuma tercihi, Marksist eylemlerin içinde yer alması ve çarpık ilişkileri yaşamındaki önemli sayılacak devrimlerdir. Yaşamının pek çok evresinde intihar teşebbüslerinde bulunan Dazai, kırk yaşına varmadan, uzun "intihar mektubu" İnsanlığımı Yitirirken'i tamamlayarak sevgilisi ile birlikte intihar eder ve sonunda varoluş sancılarından kurtulur.

İnsanlığımı Yitirirken, Modern Japon Edebiyatı'ndaki önemli bir tür olan I Novel (Ben Roman) türünde sınıflandırılır. Ben Roman, Natüralist gelenekten doğan, bireyin merkezde yer aldığı, ben anlatıcı ve kahraman bakış açısının hakim olduğu, toplumun kokuşmuş bireylerini; yoksullar, alkolikler, fahişeler ve özellikle işçi sınıfını anlatan önemli bir akımdır. Yazarın öz yaşamındaki sahnelerin yoğrulup yarı otobiyografik şekilde anlatıldığı Ben Roman'da kahraman yazarın ta kendisidir.

İnsanlığımı Yitirirken, giriş, üç hatırat ve kapanış bölümlerinden oluşan, Dazai'nin itiraf dolu intihar mektubudur. Daha çocukluk ve ilk gençlik yıllarında öğrendiği ahlâk mekanizmasına ters düşen aile davranışları, romanın başrolü Yozo'da derin izler bırakır. Hakikatle erken tanışmasına bir panzehir olarak "soytarı" yaratan Yozo, bu soytarının arkasına saklanarak yaşamını sürdürür. Yozo'nun yalnızlığı, korkaklığı, kendini ifade etme güçlüğü yarattığı alter ego "soytarı"da görülmez. Saklanarak yaşamanın bir sonucu olarak yaşamı boyunca soytarısını yakalatma korkusuyla mücadele eder.

Dazai'nin yaşadığı dönem Japonya için son derece kritik bir dönemdir. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombaları halkta derin tahribatlar yaratırken, Dazai eserinde bu konuya neredeyse hiç yer vermez. Osamu Dazai için önemli olan bireydir ve en büyük savaşını birey ve toplum yargılarını yerle bir etmek üzere verir. Yalnız, yabancı, öteki, topluma ait olamayan ama onun gibi yığınların birleşerek toplumu oluşturduğu bir dünyada anlattığı yalnız birey, "ben" dir.

İnsanlığımı Yitirirken'i İthaki Japon Klasikleri'nin 7. Sayısı olarak Peren Ercan çevirisi ile okudum. Çevirmenin Türkçesine güveni ve emeği ile uzak olduğumuz bir dili ve dünyayı son derece akıcı bir şekilde okuma şansına sahip oldum. Dazai, yarattığı anti kahramanın ta kendisi ve bizlere çok da uzak değil. Karanlık ama önemli sorularla dolu bu eserin okunmasını kesinlikle öneririm. Herkese keyifli okumalar.
Amerikalı Romancı Madeline Miller'in 2011'de yayınlanan ve Orange Ödülü'ne layık bulunan ilk romanı Akhilleus'un Şarkısı, konusunu Antik Yunan'dan almıştır. Tarihin en ünlü savaşlarından Troya Savaşı'nın anlatıldığı İlyada Destanı'ndan yola çıkan yazarın, Akhilleus'un Şarkısı'nı yazması Troya Savaşı gibi on yıl sürmüştür. Yazar bu sırada Yunanca ve Latince öğretmekle meşguldür ve romanında o günleri adeta yeniden yaşatır.

Bugün, "Epik şiirin en ünlü örneği nedir?" diye sorulsa kuşkusuz herkesin aklına ilk olarak Homeros'un İlayda Destanı ve ardından Odysseia Destanı gelecektir. Epikle ilgilenmeyen, mitoloji temeli olmayan okurların dahi beyaz perdeden bildiği bu hikâyelerin günümüze kadar korunabilen kalıntılarına baktığımızda pek çok sorunla karşılaşırız...

İlyada Destanı, "Söyle tanrıça, Peleusoğlu Akhilleus'un öfkesini söyle" dizesiyle, bir öfke ile başlar ve Troya Kralı Priamos'un oğlu Hector'un ölüm töreni ile son bulur. Troya Savaşı'nın yalnız 51 gününü kapsayan ve 16.000 dizeden oluşan İlyada Destanı'na ne yazık ki Troya Savaşını tam anlamıyla yansıtıyor diyemeyiz. Savaş zaten başlamış ve sürmektedir, Paris ve Helene aynı yatakta uyumakta ve Agamemnon'un Akhilleus ile iktidar yarışı devam etmektedir. İlyada'ya farklı bir isim ararsak, olay örgüsü ve teması bakımından "Akhilleus'un Öfkesi" demek zannımca daha doğrudur. Yüzyıllardır şekil değiştiren bu destanın aslını bilemediğimiz için isim öneri cüretimin mazur görüleceğine eminim. İlyada'da karakterlerin soy bağları, savaşın nedenleri ve gelgitleri, tanrıça, tanrı ve tanrısoyluların savaşın seyrindeki ağırlıklarıyla, İlyada sadece bir sahnedir; başını ve sonunu bilmediğimiz bir sahne. Eğer Hollywood yapımı bir Troya filmi, ya da ilgili Netflix dizisi izlemediyseniz Tahta At savaş taktiğini bile bilemez ve anlam veremediğiniz bu yarım savaşın yanıtını Odysseia'da ararsınız. Odysseia sizi bir nebze aydınlatır ama yine boşluklar olacaktır ve bilme isteği sizi Antik Yunan Trajedileri ile buluşturur çünkü yanıtlar seçkisi Eshilos, Sophokles ve Euripides'in eserlerindedir.

Akhilleus'un Şarkısı'nı iki türlü okumak mümkündür. İlki Homeros'un destanlarını okuyup, mitolojik alt yapıyla konuyu zaten bilip, yeni bir anlatıcıdan dinlemek isteyerek yapılan okumadır. İkincisi ise henüz genç yaşlardaki okurların epik gelenekle tanışmadan, modern bir edebi örnek üzerinden İlyada Destanı'nı okumasıdır. Her ikisinin de çok lezzetli olacağını ve sevildiği takdirde matruşka bebekler gibi doğurdukça yepyeni kitaplar doğuracağını içtenlikle söyleyebilirim.

İlyada Destanı'nda anlatılanlar ve isim sorunundan yola çıkarak, bu destana "Akhilleus'un Öfkesi" dememle Madeline Miller'in çıkış noktasının da aynı olduğunu kitaba başlar başlamaz görebilirsiniz. Hikâye Akhilleus'un hikâyesidir, hatta Akhilleus'un Şarkısı adeta bir Akhilleus biyografisidir. Destanla uyum içinde ilerleyen roman, sevgi, dostluk ya da eşcinsel birliktelik olarak nitelenen Akhilleus ve Patroklos etrafında şekillenmiştir. Patroklos, Akhilleus'un hayatının en önemli insanıdır demek asla abartı olmaz ve bu Şarkı ya da Öfke, Patroklos uğruna söylenmiş ve neticede bir kentin çöküşüne sebep olmuştur.

Miller'in kitabı hem çıkış noktası, hem bakış açısıyla nefis bir anlatı hediye ediyor günümüz okuruna.Epik tüm saflığıyla, gerçekçiliğiyle bizi doğaya geri döndürür. Unutulmamalı ki İlyada Destanı, sadece bir epik şiir örneği değildir: İstanbul'un Fethi'nden, Birinci Dünya Savaşı'na, hatta günümüze dek bitmeyen bir kinin tohumudur. Bugün ne Hector'un öcünü alan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü ne de Agamemnon Zırhlısı ile o köhne zihniyeti devam ettiren emperyalist güçleri göz ardı edebiliriz. Ülkemizde çok kıymetli çevirmen Azra Erhat ve şair A. Kadir'in aslına uygun yaptığı İlyada ve Odysseia çevirileri Anadolu insanlarına verilmiş en güzel hediyelerdendir. Öyle sanıyorum ki Miller de öğrencilerine mitolojiyi sevdirmek, epik okurken karşılaşılan güçlükleri önlemek adına daha kolaylaştırılmış bir okuma sunuyor epiği romanlaştırarak.

Kahramanlık hikâyelerini seven, mitolojiye ilgi duyan ya da temkinli yaklaşan genç, yaşsız her okuru bu maceraya davet ediyorum. İlyada'dan sonra yeni bir bakış açısı kazanabilir ya da çok korkulan mitolojiye girmek için güzel bir başlangıç yapabilirsiniz. Ve mutlaka ama mutlaka bu toprakların ozanı Homeros'u okuyalım ve Miller'le de yâd edelim.

Biricik Akhilleus'un çok sevdiğim sözleriyle:

"Bir zamanlar düşünürdü göğsümde yüreğim..."
(Homeros- İlyada, XIX -330)

Keyifli Okumalar!
20. yüzyılın ilk yıllarında doğan Ahmet Hamdi Tanpınar, şair, yazar, edebiyat tarihçisi, akademisyen ve siyasetçidir. Kadı olan babasının görevi nedeniyle çocukluk ve ilk gençlik yıllarını çok farklı şehirlerde geçirmiştir. Tanpınar'ın yaşamının ilk yıllarında tanıştığı farklı kültürler, düşünce dünyasında ve eserlerinde büyük yer etmiştir. İlk kez 1941 yılında Ülkü mecmuasında dizi olarak yayınlanan şehir anlatıları, 1946'da Konya'nın da eklenmesiyle Beş Şehir olarak kitaplaştırılmıştır ve kitap zaman içinde pek çok düzenlemeden geçmiştir. Ağustos 1976'da Dergah Yayınları'ndan ilk baskısı yayınlanan Beş Şehir, 2023 yılı itibariyle 57. Baskısı ile okurlara sunulmuştur.

Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden olan Tanpınar'ın Beş Şehir adlı eseri çocukluğunda yaşadığı Ergani - Madeni, Sinop, Kerkük ve Musul gibi babasının görevi sebebiyle bulunmak zorunda olduğu topraklarda geçmez. Beş Şehir Tanpınar'ın öğretmenlik yaptığı dört şehir ve Bursa'da geçer. Tanpınar, Cumhuriyetin ilk yılında, henüz 21 yaşındayken Erzurum'da edebiyat öğretmenliğine başlar. Üç yıl sonra 1926'da Konya Lisesinde, 1927'de Ankara Lisesinde, 1930'da Ankara Gazi Terbiye Enstitüsünde ve 1932'de İstanbul'daki Kadıköy Lisesinde öğretmenlik yapar. Beş Şehir tam da bu şehirlere yaptığı ziyaretlerin ve entelektüel birikiminin tortusudur. Beş Şehir'de Tanpınar'ın deneyimleri öğretmenlik dönemlerinin aksine akronolojik olarak, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa'da Zaman ve İstanbul olarak verilir.

Beş Şehir salt bir seyahatnâme yahut gezi yazıları dizisi değildir. Tanpınar sıklıkla Evliya Çelebi'ye atıflarda bulunsa da ne Tanpınar bir gezgin, ne de Beş Şehir bir gezi anlatısıdır. Bu bakımdan deneme sınıfında değerlendirilmesi daha doğrudur. Tanpınar, Beş Şehir'de, tarih, zaman, mekan, sanat ışığıyla, sosyolojik unsurları ve kendi deneyimlerini birleştirmiş ve bu birleşim tam da bu topraklar için kritik bir dönem olan Cumhuriyet döneminde meydana gelmiştir.

Beş Şehir, ilk olarak Ankara'nın Milli Mücadele yılları sonrasında yıpranmış ve yeniden doğmayı bekleyen hali ile başlar. Ankara yalnız Cumhuriyet'in başkenti değildir elbette, bedenini bu toprakların oluşturduğu Kibele, kaç nesil emzirmiştir kim bilir dolu dolu göğüsleriyle. Tanpınar'ın kitapta görece daha az yer verdiği Ankara yepyeni bir gün doğumunu izlemeye davet ederken, seyre durulacak kul yapılarından uzaktır aynı zamanda. Haliyle yazarın, "Fakat Osmanlı hiçbir zaman Selçuk gibi yapıcı olmadı." eleştirisi dikkate değerdir.

Erzurum, Tanpınar'ın ilk kez gittiği bir şehir olmasa da genç öğretmen için çok önemli bir karşılaşma mekânıdır: Ata ile tanışma. Kurtuluş Savaşı'nda kilit öneme sahip, yüksek rakımlı Erzurum'da Tanpınar diğer şehirlere nazaran daha çok insana odaklıdır. Pek çok kültürü birleştiren Erzurum'un savaş kalıntısı insanlarının türlü maceralarla bir Odysseius gibi dönüşüne, halkın kast içindeki varlık biçimlerine, mimari ve sözlü sanatlarına değinir Tanpınar. Billur Piyale ve Yemen türküsü sözlü sanatta en güzel örneklerdendir. Savaşın yaralarını henüz saran Erzurum bir de depremle sarsılır. Bu korkunç kaderi yenecek yine Erzurum'un ruhu bütün halkıdır. Ve Ata asla yalnız bırakmaz Kurtuluş şehrini. Genç ve heyecanlı Tanpınar'a kilit sualler yöneltir Mustafa Kemal Atatürk. Kitabın bu bölümüne özellikle dikkat edilmesi gerekmektedir, çünkü Tanpınar'ın "yeniye karşı beslenen iştiyak" tabirini en iyi Atatürk ile karşılaşmasıyla hissedebiliriz.

Anadolu'nun yüksek ruhlu şehirlerinden Konya'dır üçüncü şehir. Konya hem Selçuk mimari hazineleri hem de Mevlânâ, Şems, Yunus üçgeniyle ele alınarak Tanpınar'ın nefis anlatımına mahzar olan bir şehirdir. Ama yetmez, Tanpınar'a büyük hayranlık beslemeye itecek bir de halkın sesi vardır. Konya Hapishanesi'nden yüzünü bile görmediği kadın mahkumların çığırdığı "Gesi bağlarında bir top gülüm var" türküsü...

Eğer Tanpınar bir tek şehir ile yetinseydi bu şehir kesinlikle Bursa olurdu. Beş Şehir'in en güzel ve İstanbul'dan sonra en geniş hacim kaplayan ancak İstanbul'dan da önemli bölümü: Bursa'da Zaman'dır. "Bursa'da ikinci bir zaman daha vardır."

"Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında."

Bursa'da Zaman şiirinin bir çözümlemesidir adeta şehrin anlatımı. Eski Osmanlı başkenti Bursa, doğanın büyük bir şans bahşettiği ve Osmanlı'nın fetih ruhuyla özenle inşa ettiği büyük bir sanat eseridir. Tanpınar'ın modernleşme arifesinde çektiği sancıların bir bir yansıtıldığı satırlar Bursa'da geçer. Bursa hem mimarisi hem kültürel altyapısı ile Türkiye'de bulunan yabancı gezginlerde dahi gizlenemez bir hayranlık bırakır. Andre Gide bunlardan biridir. Gide nedeni bilinmez bir şekilde İstanbul güzelliğini yadsırken Bursa'da hislerini saklayamaz. Yeşil Camii için : "zekânın kemal hâlinde sıhhati" der. Tanpınar'ın Erzurum'daki yeni eğitim sistemi için hevesli halini Bursa'da eski sanat eserleri karşısında hüzne dönüşmüş olarak buluruz. Türkiye'de zaman bir şehir olsaydı, hakikaten Bursa olurdu. İlk kez Bursa'yla karşılaşan herkesin hissedebileceği gibi...

Beş Şehir'in sonuncusu ve en çok yer verilen bir diğer Osmanlı başkenti İstanbul. İstanbul'da hem bir tarih yolculuğuna çıkarır Tanpınar hem de kendisi için çok önemli olan kültürel dünyasına şekil veren yüzlerle tanıştırır okurları. İstanbul bir devlet başkenti olduğu kadar kültür başkentidir. Yaşadığı savaşlar, fetihler, depremler, yangınlar şehrin yüzünü çok defa değiştirse de İstanbul daima güzeldir: "Çünkü, İstanbul sadece abide ve âbidemsi eserlerin bol olduğu şehir değildir. Şehrin tabiatı bu eserlerin görünmesine ayrıca yardım eder. İstanbul her süsün, her kumaşın kendisine yaraştığı, ayrı ayrı hususiyetlerini açtığı o cömert yaratılışlı güzellere benzer."

Beş Şehir Ahmet Hamdi Tanpınar'ın tarihsel ve sanatsal bakış açılarının edebi ustalıkla perçinlendiği önemli bir deneme. Tanpınar eserinde bu ülkenin önemli şehirleri ile Malazgirt'ten Cumhuriyet'e aldığı yolları, kazanımlarını, inşa ettiklerini, yitirdiklerini, göğsünde beslediği yüzlerce sanatkârı, daima yoksul halkını güçlü diliyle aktarıyor. Doğunun ve batının sanatını içmiş olan yazar, mitolojik imgelemelerle zenginleştirdiği olayları resmin ve müziğin daima canlanıverdiği bir gökyüzüne taşıyor. Eserinde Türkiye'ye gelen pek çok gezgin ve sanatçıdan, Evliya Çelebi, Lamartine, Gide, Théophile Gauter, Lady Craven, Pierre Loti'nin izlenimlerine de değinen Tanpınar bu ülkenin tam anlamıyla farkında olan bir ferdi.

Bugün, Tanpınar'ın kültürel perspektifi ile yitirilen zaman mı yoksa zamanla yitirdiklerimiz midir? sorusunu soruyorum. Beş Şehir, güçlü bir mirasla yeniden doğmaya çalışan bir milletin yitirildiği düşünülen ruhu için yazılmış bir modernizm ön eleştirisi. Bu eleştirinin göz ardı edildiğini bugün görüyor olsak da hâlâ bize söyleyecekleri var. Ve Tanpınar ne geçmişin özlemini duyuyor ne de yenilikten korkuyor. Tanpınar'ın en büyük korkusu ruhun yitirilmesi ve ruh, ne zamanın içinde, ne de büsbütün dışında. Ve İnsanlık Babil kulelerinden hiçbir zaman vazgeçmiyor. Neticede Tanpınar tam anlamıyla bir huzursuz ve bu sayede Beş Şehir gibi muazzam bir eseri okuyabiliyoruz.

Beş Şehir son derece yoğun bir kitap; çok kez karşılaştığım yorumlarda Tanpınar dilinin ağırlığından bahsederek okurlar uyarılıyor haklı olarak. Tanpınar'ın güçlü sözcük hazinesiyle son derece lezzetli bir anlatımı var ve genç yaşlardaki okurların da korkmadan bu serüvene katılmalarını öneririm. Pek çok kelimede tökezlenilecektir ancak ayağa çok daha güçlü kalkılacağına eminim. Tanpınar'ın Beş Şehir'inin mutlaka okunması gerekiyor, özellikle gençlerin. Günümüzde artan imkanlarla yurtiçi ve yurtdışı gezginlerinin sayısı günden güne çoğalırken, tam da Tanpınar'ın geçmiş özlemini duyacağımız pek çok aksi durum da bulunmakta. Ruhunu yitiren şehirler kadar ruhsuzca gezen insanlar... Sırf birkaç fotoğraf için anı yaşayamadan ve gerçek bir anı biriktiremeden tüketen insanların, dijital hafızaları yok oluverdiğinde geriye hiçbir şey kalmayacak belki de. Tanpınar, deneyimleriyle çok önemli bir yol gösterici. Bir şehri anlamak için ne kadar zaman gerekir? Anlamak için çabalarken geriye baktığımızda zamanın sildikleri ile karşılaşmayacak mıyız yine? Zaman büyük bir silgi ve ruhsuz insanlar da onu çok iyi kullanıyor. Ve ben hâlâ deneyimlerin özgül ağırlığına inananlardanım.

Tanpınar'ın diğer eserlerinde de gördüğümüz modernizm karşısındaki çürük duruşa getirdiği eleştirisi Beş Şehir; bir yitirilen zamana sıkışmışlık baş yapıtı. Her daim okunacak, bizim gerçeğimiz.